Alef: Polisiyenin Anadolu cephesinde yeni bir şey yok!

"Alef", ilk sezonki özeni, özgünlüğü yakalayamamış görünüyor. BluTv polisiyelerinin standardını yakalayamayan diziyi, melankolinin çaresini öğrenmek için izleyebilirsiniz! Yine de…

Google Haberlere Abone ol

BluTv'nin iddialı polisiyelerden "Alef", iki yıllık bir aranın ardından “Mal-i Hülya” alt başlığı taşıyan yeni sezonuyla döndü. Oyuncusundan senaristine, ekibi ve hikâyesi tamamen değişen dizide yönetmen koltuğuna Gökhan Tiryaki otururken başrolleri Taner Ölmez ile Aybüke Pusat paylaşıyorlar.

BLUTV'DE KOMİSERLER, CİNAYETLER; KAN REVAN!

Diziye geçmeden BluTv'nin polisiye ağırlıklı yayın tercihine değinmek istiyorum. Her çevrimiçi platformun öne çıkmaya çalıştığı yahut yayın politikası doğrultusunda eğildiği bir alan var. Netflix, popüler oyuncu kadrolu aksiyonlarla ilerliyor, araya sosyal içerikli diziler serpiştiriyor. Gain, mizaha ve kısa süreli, içerik yelpazesi geniş programlara öncelik veriyor, Exxen'in belirgin bir yayın çizgisi yok, ne çıkarsa bahtıma ilerliyor. BluTv ise komediden dramaya farklı türlerde içerik üretmesine karşın ağırlıklı olarak polisiyelerle ulaştı seyirciye. "Bozkır", "Behzat Ç.", "Yarım Kalan Aşklar", "Alef"... Suça yaslandığı ve büyük ölçüde seri cinayetleri aydınlatma çabasından yol aldığı için "Saygı"yı da bu listeye ekleyebiliriz. 

Tüm bu dizilerin yöneldiği meseleler ise farklılık gösteriyor. "Bozkır", “çürümüş toplumda vicdanlı polis” dizisiydi, "Yarım Kalan Aşklar", “yozlaşmış polis” üzerinden ilerleyen bir kara komediydi. "Behzat Ç." bir televizyon fenomeniydi ve nevi şahsına münhasır Behzat Amirin televizyonda yayınlandığı dönemin aksine anlatısını epey sınırlandırarak derin devletle çekişmesini işliyordu. "Alef" ise başka bir sahaya uzanarak tarikatların kapalı yapısını, kültürel dünyasını ele alan bir öyküye odaklandı ve polisiyelerin örgüsünü akıcı kılmak adına sıklıkla başvurduğu “uyumsuz polisler”i kullandı. İlk sezon kapalı kültürden başarıyla malzeme devşirilirken, mistik yoğunluk kararında tutularak eli yüzü düzgün bir anlatı ortaya kondu diyebiliriz.

GÖREME'DE ŞİFANIN PEŞİNE DÜŞMEK

Itır Arda ile Avni Tuna Dilligil'in senaryosunu yazdığı dizide olaylar Nevşehir'e bağlı Göreme'de geçiyor. Kuşaklar boyunca hekimlik yapan bir ailenin son temsilcisi Yüksel Yıldırımoğlu, sahibi olduğu kliniğin bahçesinde ölü bulunur. Müzenin de yer aldığı en üst kattan düşüp oracıkta can vermiştir. Müze ise soyulmuş, tarihi değer taşıyan el yazmaları ve eski tıp aletleri çalınmıştır. Genç cinayet komiseri Çınar Demir (Taner Ölmez) olayı soruştururken bu kez eski tıp kitaplarının bulunduğu bir sahafta cinayet işlenir. Kitapçı Rıfat Andıç, vahşi biçimde öldürülmüştür. Kızı Defne (Aybüke Pusat) üzerine yoğunlaşan şüpheler kentin ileri gelenlerinden olan eski kocası Akın Saka'ya (Mehmetcan Mincinözlü) ulaşır ve soruşturma giderek genişler.

YERLİ GİZEM DİZİLERİMİZDE OSMANLICA YA DA 'ÖLÜ VE YARI ULU' BİR DİLE RAĞBET

"Alef", ikinci sezonunda geriye dönüşlere başvururken ilk iki bölüm şifahane, bimarhane (akıl hastanesi) gibi tarihi mekânlarda çeşitli yüzyıllarda yaşanan baskın, katliam, işkence içerikli gizemli olaylarla açılmakta... Bu tarihe dönüşler günümüzde geçen olaylara bir derinlik ve zenginlik katarken diğer yandan frene de basılmış oluyor. Dizide gizem öğesinin yaratılmak çabasında şüphesiz Osmanlıca öne çıkıyor! Alfabesi ile merak uyandıran, bir gecede cahil bırakılmışlığımıza seslenen bu ölü ve "yarı ulu" dil, kullanıldığı dönem dâhil olmak üzere yalnız yazıya hizmet ettiği için görsel bir anlam taşıyor. Bu anlam ise çağrışımlara, örtük bir üsluba kapı aralıyor. Dilden ve gündelik yaşamdan soyutlanmış bu sembolik iletişim, dizide gizem unsurunun örülmesine katkı sağlamış.

Çevrimiçi platformlarda yayınlanan yerli gizem dizilerinde hele Anadolu'da geçiyorlarsa Osmanlıca yazmalara, not defterlerine, günlüklere mutlaka rastlıyoruz. "Olaylar geçmişe uzanıyorsa bu çok doğal (değil mi)" diye düşünebiliriz fakat Osmanlıcada siyasi ve toplumsal açıdan kışkırtıcı bir damar da bulunuyor. Çünkü bu dili bilmek, halkın okuryazarlığı göz önüne alınırsa güç erişilir bir konum ve dizilerde Osmanlıca izlerin sürülmesi sınıfsal bir ayrılığın devamlılığını da ortaya koymakta... Yani bir bakıma Osmanlıca en yaygın olduğu dönemde dahi az okunan, daha ziyade 'devlet işleri'yle meşgul olanlara yahut devletle aynı masaya oturanlara hitap eden bir dil ve bilinmezlik, güç erişilirlik hallerinin her zaman gizem duygusuna hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Bu yöntem her zaman çalışır! "Atiye" ve "Hakan Muhafız" gibi Netflix aksiyonları da el yazmalarını, bilinmesi güç, konuşulması imkânsız bir dili ön cepheye sürüyordu. Adını alfabenin ilk harfinden alan "Alef" de bu alana özel bir ilgi gösteriyor. Gayet anlaşılır bir tercih... Tarihi ve mistik bir anlam yüklenen coğrafyalarla, mekânlarla ilişki geliştirmenin, kurmacanın ayağını geçmişe uzatmanın en kestirme yolu bu olsa gerek...

ANADOLU POLİSİYELERİNE GİRİŞ

Şüphesiz henüz böyle adlandıracak düzeyde Anadolu polisiyesi izlemedik fakat eldekilerden yola çıkarak bir çizgi çekebileceğimizi düşünüyorum. Nedir, bu türden polisiyeler Anadolu'ya bilhassa İç Anadolu'ya mı yakışır? "Behzat Ç."yi hatırlayalım. Milyonların yaşadığı bir şehirde, yurdun başkentinde geçmesine rağmen onunla özdeşleştirebileceğimiz bir sahne de cinayet şubenin Ankara çıkışında durup bozkıra doğru küçük abdestlerini yaptıkları sahneydi. Çoraklıktan destek alan ve yalnız o çoraklıkla anlam bulabilecek bir meydan okuma izliyorduk bu sahnede. İstanbul'la özdeşleşmiş “seni yeneceğim” söylemi bozkırda, bozkıra karşı “sana yenilmeyeceğim” anlamı kazanıyor, dahası bu “yenilmeyeceğim” tavrı da bir umursamazlıkla harmanlanıyordu. Böylece bozkırın o çorak, tek tip ve buna bağlı içe atmış, bastırmış sosyal ortamı suça yardım yataklık ediyor, kriminal bir cazibe kazanıyordu.

BluTv "Bozkır" dizisinde bu iddiayı daha ileri taşıdı ve çeşitli sorunları, kimlik bunalımlarını derleyip toplayarak, biraz çocukluktan travma, biraz muhafazakar toplumdan nefret suçu sağarak yeni bir dil kazandırdı. Diyebiliriz ki "Bozkır"la birlikte Anadolu polisiyeleri de bir çizgiye kavuştu. Elbette bu standartlaşma -yeterli veri olmadığını tekrar not düşmekle beraber- çeşitli klişe ve tiplemeleri dayatmaya başladı. Gözüme çarpanlar şöyle.

Bir: Cinayeti soruşturan polislerin tepesinde bir müdür bulunur. Bu müdür özünde iyidir, bazen sevimli çoğu zaman küfürbazdır, olaylara hep sığ yaklaşır. Kaba saba bir üsluba sahiptir. Onu polis değil amir olarak görürüz. İdareden sorumludur ve tüm polislik yetenekleri elinden alınmış, çoktan emekliliğe ayrılmıştır. "Alef"te müdürün makam odasına torununu getirmesi, masasının hemen yanına koyduğu bebek arabasını sallaması da bu duruma bariz bir örnektir. Bu müdür polisliğin yüz karası olduğu gibi aynı zamanda (işsizlikten olacak!) kendini bulunduğu şehrin ekonomisinden sorumlu hisseder. "Alef"te balon esnafının şikâyetlerini dile getirir mesela. Dahası üst makamların baskısından yakınıp durur. Basının ilgisinden rahatsızdır. Bu hamleleri savuşturmak maksadıyla yalana ve hile hurdaya yeltenmekten çekinmez. Özetle müdürümüz “Anadolu'da cinayet işlenmez” yargısının vücut bulmuş halidir. Anadolu'da o kadar cinayet işlenmez ki emniyetin yetkili kişileri, müdürleri bir cinayet soruşturmasının nasıl yürütüleceğini dahi unutmuştur. 

İki: Cinayeti soruşturan komiser idealist ve vicdanlıdır. İçe kapanık olabilir, konuşmayı sevmeyebilir, gözünü bir noktaya dikip boş boş bakabilir. Hepsi teferruat... Bir Anadolu polisiyesinde cinayeti çözmeye en hevesli kişi komiserdir. Üstelik hevesinin asıl sebebi komiser olması değildir, işini yapmaktan ziyade tutunacak bir dal arıyordur. Çünkü derdi, derinlerde bir yarası vardır. Cinayetler kermeyi kaldırıp yarayı kanatmıştır. Bu komiser muhakkak rakı içer, fırsat buldukça rakı sofrasına oturur. Polis emeklisi büyüklerin meyhanesi varsa tercih sebebidir. Öte yandan bu komiserler Can Yücel’e atfedilip imzası kullanılmış, bir anlamda edebiyatta sahtecilik yapılmış şiirlerdeki kadın figürüne de benzer. Cinayet amiri dediğin "...şöyle pastırmalı kuru fasulyenin yanına tereyağlı pilavı konduracak şüphesiz./ Salatasız oturmayacak yemeğe..." vb.

Üç: Müdür ile vicdanlı komiser ve hevesli yamağının çatışması bir zorunluluk doğurur: Cinayetler bir an evvel çözülmelidir! Bunun için de katili tanımak, neyin peşinde olduğunu öğrenmek gerekir. İş böylece bir bulmacaya dönüşür. Söz konusu Anadolu ve özellikle bozkır olduğundan tasavvuf devreye girer. Belli ki Anadolu'da kimse adi sebeplerle cinayet işlemez. Müge Anlı'ya malzeme vermez Anadolu! Bir siyasal, bir sosyal ne bileyim hiç yoksa bir ruhsal arka plan söz konusudur. 

Dört: Bozkırda işlenen cinayetlerin bir ucu mutlaka nüfuzlu kişilere dokunur. Bu kişiler epey kodamandırlar, derhal üst makamlara ulaşıp “siz bunun kim olduğunu biliyor musunuz” ile başlayan telefonlar açtırır, “elinizde delil olmadan gözaltına alamazsınız” talimatı verdirirler. Dokunulmazdırlar fakat ilginç bir aymazlıkla azimli komiserlerin dokunacağı bir uzaklıkta beklemeyi sürdürürler. Bir noktada azimli ve idealist polisler kodamanlarla aynı masaya oturup oyuna ortak olmayı başarırlar. Gerisi gelir.

NEYMİŞ, KATİLİN YÜZÜ GÖZÜKMÜYORMUŞ!

Tekrar "Alef"e dönersek dizide bu klişelerin ötesinde problemler görüyoruz. İki başlıkta toplayabiliriz: Senaryo ve oyunculuklar. Senaryodan başlayayım. Öncelikle "Alef" ilk sezonun gerisinde bir görüntü sunmakta... Öykü seyirciyi içine çekmiyor, tuzağa düşürmüyor; belli bir temposu var, fena da ilerlemiyor ama yani günün sonunda bir tren izleyeceksek neden "Alef"i izleyelim!

İlk dört bölüm itibariyle olayların seriminde bizi kavrayan, diri tutan herhangi bir şey yok. Gizemden söz etmiyorum. Gizem var ve cinayetler nereye bağlanacak yahut melankolinin tedavisini arayan hekimbaşı karşımıza nasıl bir reçeteyle çıkacak merak konusu ama en vasat polisiyede bile olayların nereye varacağı az çok merak edilir. Bunu ölçüt sayamayız. Öte yandan diyaloglar da sıkıntısız akmıyor. Yan roller fazla temiz konuşuyor. Ayrıca sahnenin duygusuna aykırı ifadelere rastlıyoruz. Bir sahnede Defne babasının mezarı başında ağlıyor, tek başına, harap halde; iç döktüğü sıra bir anısını dile getiriyor ve "hemencecik" ifadesini kullanıyor. Gündelik hayatta sık başvurulan bir pekiştirme değil. "Hemen" hâlihazırda "kararlı" bir ifade olduğundan fazladan pekişip, hele bir mezar başında, duygusal açıdan yoğun bir sahnede anılınca sırıtıyor.

Şunu da söylemeden geçmeyelim. Katilin yüzünü görmüyoruz. Bazen soyunup kendince ayinler yapıyor, suya falan giriyor fakat kimliğini deşifre etmiyor. Bu noktada siyah kapüşon devreye giriyor. Katilimiz kapüşonlu bir siyah sweatshirt giyiyor vs. Katili göstermemek bir tercih elbette... Üstelik polisiyelerde katil her zaman kilit roldedir ve kırılma noktasına değin saklanması anlaşılır ancak Alef özelinde söylersek bu bölümlerin daha sade geçilmesi yahut seyirciye salt cesetlerin gösterilmesi isabet olurdu. Çünkü sırttan kapüşonlu, yüzden flu katil, anlatıyı müsamere basitliğine indirmiş. Bir kimlik yaratılmak istenmiş; soyunması ve şifaya ilişkin bir arayışa bağlanması buna işaret fakat bari siyah giyinmeseydi, onu giyinikken öyle görmeseydik!

OYUNCULUKLAR ÜZERİNE

Oyunculuklara değinerek yazıyı noktalayacağım. Lafı dolandırmayayım, Ölmez ile Pusat'ın kimyası uyuşmamış! Başrollerde karşımıza çıkan bu uyumsuzluk ister istemez dizinin geneline yansımış. Yan rollerin de etkisini yitirdiğini görüyoruz. Örneğin komiser yardımcısı Fırat rolünde Cankat Aydos fazla geri planda kalmış. Önümüzdeki bölümlerde yükü artacaktır. Diğer komiser yardımcısı Narin'e (Begüm Bağca Tiryaki) de fark yaratacak bir rol yazılmamış. Ancak bu sorun cinayet şubeyle sınırlı değil. Çınar'ın kardeşi Su'yu canlandıran Hande Soral da bir türlü oyuna giremiyor. Bir diğer sıkıntı ise yetenekli ve geniş bir kadro kurulması... "Kadronun yetenekli ve geniş olmasında ne kötülük var" diyebilirsiniz ancak bu dört bölüme baktığımızda Serdar Orçin, Murat Akkoyunlu, Murat Kılıç ve Emel Çölgeçen gibi rüştünü ispatlamış oyuncuların henüz karakterlerine bir sınır çizemediklerini, senaryonun bir parçası olamadıklarını görüyoruz. Hikâye tam anlamıyla açılmamış olsa dahi bu tereddüt pek normal sayılmaz! Alzheimer’dan mustarip İsmihan Hanım rolünde izlediğimiz Çiğdem Selışık Onat'ı dışarıda tutabiliriz. Tecrübeli oyuncu çok belli bir karakteri canlandırdığı için oyununu ilk sahneden itibaren veriyor.

Başrollere gelirsek; Aybüke Pusat oyunculuğunu geliştirdi ancak hâlâ bir başrolü çekip çevirecek yetenekten yoksun. Oysa platformlar Pusat'ın yüzünü seviyor. "50 m2" ile "Hayaller ve Hayatlar" dizilerinde de izledik kendisini. Taner Ölmez'i de üzerine yapışabilecek riskli bir rolden ("Mucize Doktor"da Ali Vefa) sonra komiser olarak oturtamıyoruz kafamızda. Fakat bu yadırgayışın ötesinde, o da biraz tutuk oynamış. Bu tutukluğu ise yukarıda anmaya çalıştığım cinayet amirlerinin genel çizgisine bağlamak mümkün...

* *

"Alef" özetle ilk sezonki özeni, özgünlüğü yakalayamamış görünüyor. Dizi açıldıkça senaryo toparlayacak, katil polis hesaplaşması uzaktan takibi aşarak aksaklıkları unutturan bir atmosfer yaratacaktır. Bununla birlikte oyuncular arası uyumsuzluk ve klişelerin anlatıda baskın oluşu gibi sorunlar ise pek düzelecek gibi değil. BluTv polisiyelerinin standardını yakalayamayan "Alef"i melankolinin çaresini öğrenmek için izleyebilirsiniz! Yine de…