AKP’nin gizli AFAD’ı: Zafer Partisi

Zafer Partisi, Saray'ın sorumlu olduğu tüm kriz anlarında sorumluyu silikleştiren, nedenler ve sonuçlar arasındaki bağın üzerini örten, afet ve acil durum başkanlığı gibi çalıştı.

Google Haberlere Abone ol

Fırat Çoban

Yaşadığımız felaket kadar, devletin müdahale etmekteki eşi benzeri görülmemiş acziyeti, afet bölgesindeki nüfus ağırlıklı olmak üzere tüm yurttaşlarımızda iktidar ve devlete ilişkin bir kırılma, telafisi oldukça güç bir zihinsel kopuş yaşattı. Yine ilk defa iktidarın şimdiye kadar kısmi olarak başardığı algı operasyonu tüm çıplaklığı ile yüzlere vuruldu. Felaket ve AKP’nin acziyeti öylesine büyük ki algı operasyonları işe yaramıyor; enkaz altında ölüme terk edilmiş on binlerin gerçeği yamalardan fışkırıyor. Tam olarak da böylesine zapt edilmesi oldukça güç bir hale gelen zihinsel kopuşta, kitleler arasında şiddetin ve işkencenin yayılması, korku ve güvensizlik ortamının büyütülmesi, göç temelli toplumsal yarılmaların derinleştirilmesi AKP için bir can simidi işlevi görüyor. Saray’ın biricik AFAD’ı Zafer Partisi ve Özdağ da bu noktada devreye giriyor.

Mültecilere karşı çeşitli provokasyon girişimleriyle mobilizasyon kapasitesini pek çok kez somutlaştıran ve siyasal gücü, geri bıraktığımız 2022 Mayıs’ı ile birlikte anaakım siyaset içerisindeki -şimdilik- doğal sınırlarına ulaşan Zafer Partisi; düzenin açığa çıkardığı sorunlar ile gerçek nedenleri arasındaki bağı örtmeyi, esas sorumluları silikleştirmeyi ve nihai olarak mültecilerden müsebbipler yaratmayı amaçlayan bir ajandayla yola koyulmuştu.

Alım gücü krizi, konut sorunu, genç işsizliği, güvenlik endişeleri gibi müesses nizam tarafından yaratılan yakıcı sorunlar konusunda fail ve fiil arasındaki ilişkinin üzerini örten, memleketteki pek çok sorunun başat sorumlusu olan Saray Rejimi’nin sorumluluğunu görünmez kılarak ona yönelen ya da yönelecek öfkeyi soğuran Zafer Partisi; neoliberalizmin derinleştirip sürdürülemez kıldığı bir dizi sorunlu alanda piyasa karşısında korunaksız kalmış, yarınından bihaber kılınmış, en temel yurttaşlık haklarından dahi yoksun, düzene yabancılaşmış öfkeli yığınlara Türkçülük temelinde yeni bir kimlik ve temsiliyet sahası sundu ve göçmen karşıtlığı temelinde de başka hiçbir düzlemde üretemeyecekleri bir özgüven ve üstünlük duygusu aşıladı.

Böylelikle, tarif ettiğimiz yığınların deneyimlediği geleceksizlik, hayal kırıklığı, öfke, terk edilmişlik ve yalnızlık gibi hislerin; -sistematik dezenformasyon yoluyla- sorunların esas sorumlusu olan iktidara değil, iktidardan ve iktidar sahibi olmaktan oldukça uzak bir gruba, düzenin katmerli bir sömürüye tabi tuttuğu göçmenlere ve mültecilere yönlendirilmesi amaçlandı. Bu sayede sorumlular, tıpkı Avrupa deneyiminde olduğu gibi, hem bu öfkenin düzen karşıtı bir siyasetle eklemlenmesinin önüne geçme hem de kendilerini “aşırı sağ” karşısında “makul merkezler” olarak kurgulama imkanı buldular.

Cumhuriyet tarihinin en büyük vurgunlarına tanık olup bölüşüm şoklarıyla sarsıldığımız günlerden neoliberal yönetimselliğin ideal tipini gördüğümüz orman yangınları sürecine, kadın cinayetlerinden son yaşadığımız deprem felaketine değin Saray Rejimi’nin doğrudan başat sorumlu olduğu tüm kriz anlarında sorumluyu silikleştiren, nedenler ve sonuçlar arasındaki bağın üzerini örten, bu yönüyle Saray’ın afet ve acil durum başkanlığı gibi çalışan, örgütlü ve kısmen başarılı bir yol izledi.

Örneğin, 2021 yılı ile birlikte oldukça yakıcı biçimde deneyimlediğimiz, artık büsbütün kontrolden çıkmış olan barınma sorunu, bugün hala “göç sorunuyla” ilişkili olarak okunmakta; yalnızca İstanbul’da 700 bini aşkın konut stoku bulunmasına karşın, göçmenler/mülteciler yüzünden ev bulunamadığı iddiası yaygınlığını korumaktadır. Yalnızca bu örnekten dahi görülebileceği üzere Saray Rejimi; aşırı sağ aparatlarıyla bu süreci iyi örgütlemiş, konut sorununu bir “göçmen sorununa” indirgeyerek emlak baronlarının, konut spekülatörlerinin, bankaların, inşaat şirketlerinin ve esasen geçtiğimiz 20 yılda inşa ettikleri düzenin, yani esas sorumluların suçlarını gizlemişti. Her ne kadar, İstanbul’da ev bulunamadığı iddiası gerçeği yansıtmasa ve kamu kuruluşlarının verilerine dayanarak 700 bini aşkın boş konut olduğu ortaya konulsa da sistematik dezenformasyonun ve manipülatif taktiklerin karşısında başarılı olamadı. Çünkü bu çağda hakikati ortaya çıkarmak kadar onu kazanıp egemen kılmak da bir siyasal mücadele gerektiriyor. Böylelikle, Saray Rejimi’nin açtığı ve desteklediği alanda yalana dayalı örgütlü nefret siyaseti, mültecilerden müsebbipler yaratmaya devam etti.

Şimdi bu nefret siyasetinin, 10 ilimizi derinden etkileyen büyük felaket sonrası eşi benzeri görülmemiş bir basiretsizlik örneği gösterip yurttaşlarını enkaza terk eden Saray Rejimi’nin tüm kriz anlarında olduğu gibi yine yardımına koştuğuna tanık oluyoruz. Zafer Partisi, depremin ilk anından şimdiye değin, kamu otoritesi tarafından terk edilmiş, soğuktan ve açlıktan enkaz altında adeta ölmeye bırakılmış yurttaşların öfkesini, hayal kırıklığını, korkusunu, bu felaketin esas sorumlularına değil, enkaz altındaki bir başka gruba yönlendirmek için örgütlü faaliyetini sürdürüyor; her kriz anında olduğu gibi ardı arkası kesilmeyen yalanlar bu faaliyete hizmet ediyor.

“Suriyeliler’in Samandağ’da yağma yaptığı” iddiası, kendi partisinin Samandağ İlçe Başkanı tarafından; “Suriyeliler’in Fenerbahçe Spor Kulübünün yardım tırlarını yağmaladıkları” iddiası ise kulüp tarafından, diğer çoğu söylem ve iddiası gibi yalanlansa da gerçeğin ortaya çıkarılması, harekete geçmiş öfkenin yatıştırılmasına ne yazık ki yetmiyor. Yurttaşların duygularını sömüren yalan temelli örgütlü nefret siyaseti, her an yeni yalanlar üretmeye devam ediyor. “Suriyeliler yağma yapıyor” iddiaları ile başlayan çağrılarla örgütlenen linçler, günün sonunda afet gönüllüsü, yağmacı, depremzede, yerli, göçmen ayrımı gözetmeyen bir hınçla katliamlara girişiyor. İşkence ve kötü muamele başta, devlet ve devlet gözetimindeki şiddete karşı insanlık haysiyetini koruyan tüm sınırların allak bullak edildiği, henüz mahkeme yüzü görmemiş zanlıların karakollarda işkenceyle katledildiği kontrolsüz ve sınırsız bir şiddet yaratılıyor. Yaşadığımız büyük felaket sonrası kamu otoritesi tarafından adeta terk edilmiş bir halkın dayanışmayı ve beraberliği örgütlediği vakitlerde halkın birlikteliğini kırmaya, halk arasında nefret tohumları ekmeye, günün sonunda bu cehennemin esas sorumlusu olan siyasal iktidara yönelmesi muhtemel her türlü tepkiyi “ortak kötü/düşman” ilan ettikleri göçmenlere yönlendirmeye çalışan ve ortaya çıkan kaosla devletin iyiler için korunaklı, kötüler için ölümcül ellerine gereksinimi ortaya çıkaran, bu yönüyle ikili iktidar pratiklerine de kesin bir sınır çeken siyaset başarıya ulaşmış oluyor.

Neredeyse her zaman bir eylemin ortaya çıkmasının nedenlerine, eylemin kendisine ve bu eylemin ortaya çıkardığı sonuçlara değil, failin kimliğine odaklanan, onu belirginleştiren, hatta pek çok kez tanık olduğumuz üzere fiilden hareketle faile kimlik atayan bir manipülasyon stratejisi izliyorlar. Örneğin, deprem bölgesinde tanık olduğumuz yağmaların sebepleriyle, devletin bunu nasıl engelleyebileceğiyle, sıradan yurttaşların gözleri yaşlı yaşlı “hırsızlık etmek zorunda kaldık” yakarışlarıyla ilgilenmek yerine, “göçmen” olduğuna hükmettikleri faillerin katledilmesi çağrısında bulunuyorlar. Bir yerde suç olarak tanımlanan bir fiil meydana geldiğinde faili doğrudan göçmen/mülteci ilan eden; bu “kanunsuzluğa” karşı çok daha vahşi, çok daha kanunsuz, insanlık dışı bir çağrı ile yurttaşlar korku ve öfke ile harekete geçiriliyor. Adalet değil intikam arayan bu vigilantizm, geride yaşamları yok ya da en iyi ihtimalle alt üst edilmiş yabancılar, suçlulara karşı daha büyük suçlar işleyip elleri kana bulanmış ve kullanılıp-atılmış yurttaşlar, “göçmen zannedildiği için saldırıya uğramış” talihsiz yerliler ve tüm bu kargaşanın ortasında görünmezleşmiş bir siyasal iktidar bırakıyor.

Öte yandan her türden “karışıklık” çıkaran yurttaşın bir şekilde cezalandırıldığı, gazetecilerin depremin hemen ardından gözaltına alındığı, TİP’li bir gencin depremle ilgili bir paylaşımı retweet ettiği için ev hapsiyle cezalandırıldığı, Saray Rejimi’nin işi gücü bırakıp “dezenformasyonun” peşine düştüğü bir ortamda, onlarca yalan beyanı saatler içerisinde ortaya çıkan, istikrarlı olarak halkı kin ve düşmanlığa tahrik eden, depremzedeler için yardımdan çok vur emri isteyen bu sistematik yalan siyaseti, bu faaliyetlerini, Saray’ın cezasızlık zırhıyla sürdürüyor. Belki de en büyük krizini yaşamakta olan Saray, son yıllardaki en kıymetli AFAD’ı olan Zafer Partisi’ni olağandışı bir cezasızlık zırhıyla koruyor. Göstermelik soruşturmalar, fezlekeler ya da bu yazı sonrasında yapılacak olası kovuşturmalar Saray ve biricik AFAD’ı arasındaki danışıklı dövüşün ötesinde bir anlam ifade etmiyor; atı alan çoğu kez Üsküdar’ı çoktan geçmiş oluyor.

Hayal kırıklığı ve öfke yaşayan yurttaşlarımızın öfkesinin muktedir olmayanlara yönlendirilmesinin önüne geçmek; Altındağ’da, Antep’te, İzmir’de olduğu gibi, sığınmacıların yaşamlarını yok ya da alt üst etmek ve bu memleketin insanlarının eline kan sürmek isteyen odaklara karşı çıkmamız gerekiyor. O binaları yapan müteahhitlerden, imar izinlerini veren yöneticilerden, bu rant düzenini yaratarak mezar-kent düzenini inşa eden siyasetten hesap sormamızın yolu Saray Rejimi odaklı bu nefret siyasetinin tam karşısına halkın dayanışmasını ve örgütlülüğünü koymaktan, adalet ve hesaplaşma talebini yükseltmekten geçiyor.

Enkaz altında kalanlardan değil, enkazı yaratanlardan hesap sormak için bunu yapmaya mecburuz.