YAZARLAR

Akpınar, Demirtaş, Dündar ve Kavala’yı aynı anda savunabilmek

Yeni toplumsal dayanışma akdi, asgari demokrat olmaktan, eski alışkanlıklarımızı bir kenara koymaktan ve dar iktidar alanlarımızı terk ederek, ortak mücadele etmekten geçiyor. Herkes kendi içinde yine devrimci ya da ulusalcı olmaya devam etsin ama “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” demeden kurtuluşun olmayacağını, pratik hayat dinamikleri bizlere açıkça gösteriyor.

Başlık aslında bir soru: “…mümkün mü?” Kürtçü, hatta “terörist” dedikleri Selahattin Demirtaş’ı, çoğu ulusalcı ya da Kemalist, AİHM kararına rağmen net bir tonda savunmuyor. Atatürkçü oldukları için Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’e sol cenahtan tam bir destek (2018’de HDP’nin, Paylan’ın açıklamaları olsa da…) gelmiyor. Bütün Gezi sürecinin tek sorumlusu olduğu iddiasıyla cezaevinde yatan Osman Kavala'nın, liberal-Sorosçu yaftalamasıyla birçok kesimin mesafeli yaklaştığı bir ismin, yakın arkadaş çevresinin çabaları olmasa neredeyse adını duymayacağız. Can Dündar, Perinçek ve Bahçeli’nin zamanında hakkında haberler ya da konuşmalar yaptığı MİT tırları haberiyle müebbete yakın ceza aldı. Ulusalcıların kurgu olduğunu bir türlü kabul edemedikleri “Mustafa” filminden gelen nefretine, iktidarın FETÖ’cü damgası eklendi, o artık sosyal medya hesapları fenomen olan, kitapları milyonlar satan bir isim değil. Hatta Cumhuriyet Gazetesi, eski genel yayın yönetmeninin ceza haberini, kerhen, “yer verdi mi, verdi” denilecek boyutta yayınladı. Oysa eski-yeni yönetim birbirine giredursun, aynı gazete Basın İlan Kurumu’ndan ilan alamıyor, her zaman olduğu gibi yoğun baskı altında. Demezler mi neyi alıp veremiyorsunuz diye?

O zaman sorumuza dönelim, bu dört ismi aynı anda savunmak mümkün değil mi cidden, bu yaklaşım çok mu lüks, hatta “liberal” bir bakış açısı? Öyle bir noktaya geldik ki, parlamentarist muhalefet, kendine ayrılmış alan içinde rejimin meşruiyetini teyit etme rolünü üstlenmiş. Diğer yanda muhalif sivil inisiyatifler de çok sayıda mahallelere ayrılmış durumda. Herkes kendi bahçesindeki insanların hak mücadelesi derdinde. Bu oluşumlar aynı zamanda kendi iktidar alanlarını da asla terk etmeyerek “kazandıklarını” düşünüyorlar. Eğitim-Sen’in son kongresindeki içler acısı tablo ortada. Muhalefetin homojen bir yapıda olamamasını geçtim, her platform kendi içinde bir iktidar alanı yaratıyor. Mikro iktidar alanlarını, geçen hafta gündeme gelen iklim aktivistleri grubunda da, herhangi bir STK yönetiminde de görmek mümkün. Küçük olsun benim olsun temel şiara dönüştü.

Bourdieu’nün tahakküm analizlerinde kullandığı yöntem olan “alan” (champ) kuramı bu iktidar sevdasını anlamamıza katkı sunar. Buna göre bir toplumsal alan, eğitim, siyaset, kültür, sanat, akademi, farklı konumlanmalar arasındaki mücadeleye sahne olur. İnsanlar farklı hacim ve türde sermayeyle, “alan”da bir konum sahibidir ve faillerin alan içindeki hareketleri, ellerindeki sermaye türlerini (ekonomik, kültürel, sosyal ve simgesel) habitus’ları (kişilerin bedenlerinde içselleştirilmiş olan algılama, hissetme, düşünme ve davranmaya yönelik yatkınlık düzeyi) uyarınca yeri geldiğinde kullanabilmelerine bağlıdır Her alanın kendine has bir çıkarı, işleyiş tarzı ve gerektirdiği “habitus”u vardır. Yine, her alanın hükmedenleri ve hükmedilenleri vardır. Konumuza dönersek işte bu iktidar alanlarını terk etmek kolay olmuyor. Asıl mücadele edilmesi gereken 18 yıllık kurumsal iktidara karşı birlikte hareket etmek yerine, “benim dediğim doğru, seninki yanlış” basit yaklaşımını şiar edinmiş, geçmişin alışkanlıklarıyla yoğrulmuş mikro iktidar kavgaları hayatımıza yön veriyor, enerjimizi çekiyor. Ceberrut sistem de, kendisiyle mücadele etmek yerine birbirlerine yönelen bu “alan” kavgalarını ellerini ovuşturarak izliyor. Cumhuriyet gazetesi güzel örnek, eski gazete yönetimi de AKP’ye muhalifti, şimdiki de, ama iki yönetim birbirlerini görseler bir karış suda boğacaklar, aynı durum muhtemelen Eğitim-Sen için de geçerlidir.

Bu noktada karar vermemiz gerekiyor. Çünkü mesele aslında muktedirlerin düzenine adapte olanlarla direnenler arasında yapacağımız pragmatik tercihte saklı. YAE’ciler de dahil, ama öyle ama böyle, bugün direnen, iktidara iki kelam lafı olan herkese saygı duymak ve dayanışmak zorunda olduğumuzu artık anlamalıyız. Bu anlamda Metin Akpınar ve Müjdat Gezen'e sırf Atatürkçü oldukları için mesafeli yaklaşmak, bu direnci bu yaşlarında gösterenlere ve elbette toplumsal belleklerimize kazınmış filmlerine, oyunlarına saygısızlıktır. “Faşizme karşı omuz omuza” sloganı, tahakkümün bu derece kurumsallaştığı bir ortamda, herkesin kendi mahallesindeki bir avuç insanı kapsayamaz. Akpınar’ı ve Gezen’i savunan ve kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlar da sözgelimi Barış İçin Akademisyenler'in yanında olacak, Demirtaş ve diğer tutsaklar için özgürlük isteyecek. Unutmamak gerekir ki asgari bir demokrasi akdi ile bu girdaptan çıkabiliriz. Düşünün, Türkiye’nin bağlayıcı imzalar attığı AİHM’in Demirtaş kararının uygulanmasını isteyen baro sayısı sadece 23… Geri kalan 58 baronun hangi saiklerle metni imzalamadığını tahmin etmek güç olmasa gerek: “Demirtaş şöyle, Demirtaş böyle…” Metin Akpınar günün birinde ceza alsa, bu kez de 58 baro mu kınayacak? Angaje olunan hukuk kuralları son derece açıkken, haklarını savunacak isimler arasında hiyerarşi yaparsanız buradan sağlıklı bir hukuk ortamı çıkar mı? Bu nasıl bir aymazlıktır? Daha birkaç ay önce çoklu baro için eylemler yaparken, “adalet” diye haykırırken, kastettiğiniz bu muydu?

Yeni toplumsal dayanışma akdi, asgari demokrat olmaktan, eski alışkanlıklarımızı bir kenara koymaktan ve dar iktidar alanlarımızı terk ederek, ortak mücadele etmekten geçiyor. Herkes kendi içinde yine devrimci ya da ulusalcı olmaya devam etsin ama “kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” demeden kurtuluşun olmayacağını, pratik hayat dinamikleri bizlere açıkça gösteriyor. Sözcü okurları ile HDP arasında bir köprü kurmak elbette kolay değil ve bu yazıyı okuyanların “yok artık bize küfür mü ediyorsun, senin yaptığın oportünizmin, pragmatizmin dibi” dediklerini duyar gibiyim. O zaman bir seri “olabilir mi” gelsin size… Şöyle düşünelim, başlıkta adı geçen isimler bu gerçeği gördükleri için bugün yargılanıyor olabilir mi? Ömer Faruk Gergerlioğlu herkese eşit mesafede hak mücadelesi verdiği için tehdit olarak görülüyor olabilir mi? Metin Akpınar “tutuklu gazeteciler kahramandır” diyebildiği için bugün yargılanıyor olabilir mi? Demirtaş “Asıl amaç, toplumu temel demokrasi ilkeleri ve ortak bir gelecek fikriyatı etrafında bir araya getirmek olmalıdır" dediği için, AİHM kararlarına rağmen bugün hâlâ cezaevinde olabilir mi?

Kayıtsız şartsız, asgari müştereklerde buluşacak şekilde yeni bir toplumsal muhalefet sözleşmesinin yapılandırılacağı, herkesin sadece kendi mahallesine değil, komşu mahallelere de sahip çıkacağı genişletilmiş bir demokrasi mücadelesinin hayata geçirileceği güzel bir 2021 dilerim.


Azmi Karaveli Kimdir?

İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.