YAZARLAR

Akademik emeğin değeri: Para mı, puan mı, unvan mı?

Üniversiteyi bir piyasa olarak görürseniz bilimsel bilgi amaç olmaktan çıkar, piyasayı ayakta tutmaya yarayan bir araca dönüşür. Bilimsel bilgi kendi içinde bir amaç, bir hedef olmaktan çıktığında artık akademik ideallerden, meraktan, hevesten ve heyecandan söz etmek mümkün olmaz. Piyasanın kâr baskısından, siyasi otoriterinin tahakkümünden bağımsız, bilimi hedef edinen bir bakış açısı olmadan dünya sıralamasına girmeyi beklemek de gerçekdışı.

Temmuz ayında memur maaşlarına yapılan zam oranları belli olduğunda akademisyen maaşlarındaki erime tartışma konusu olmuş, akademik personelin maaşlarının açlık sınırı ve asgari ücrete karşı eridiğine vurgu yapılmıştı. Euronews’un haberine göre profesör maaşı asgari ücretin 4,2 katına gelerek 2013 yılından beri en düşük seviyeye gerilemiş durumda. Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı 9 Ağustos’ta yaptığı bir duyuruyla 15 Haziran 2023 tarihli Yükseköğretim Genel Kurulu’nda alınan doçentlik yönetmeliği değişiklik kararlarını yayınladı. Kararlar doçent olma koşullarını daha etkin kılmayı hedeflese de mevcut ekonomik şartlar, akademideki çalışma koşulları ve siyasi otoritenin etkisi bir bütün olarak düşünüldüğünde etkinlikten çok bir piyasalaşma ve akademik üretimde dünya piyasasına eklemlenme eğilimini temsil ediyor. Üniversite tercih sonuçlarının açıklanacağı şu günlerde üniversitenin nasıl bir yer olduğuna ve nasıl işlediğine biraz daha detaylı bakmak gerekiyor.

BİR PİYASA OLARAK AKADEMİ

Üniversitelerin eğitim ve araştırma faaliyetleri yürüten bilim kurumları olarak devletle ve piyasayla ilişkileri her zaman çetrefilli, karşılıklı çıkara ve pazarlığa dayalı olsa da neoliberal dönemde bu ilişkiler piyasanın çıkarlarına öncelik verecek biçimde dönüştü. Bunu genel olarak eğitimin özelleşmesiyle, özel olarak bütün dünyada üniversite eğitiminin, derecelerinin birer metaya dönüşmesiyle gördük. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa üniversitelerinin Post-Sovyet ülkelerde kampüs açmaları ya da ortak programlar yürütmeleri, Birleşik Arap Emirlikleri’nde kampüs açmaları, uzaktan eğitim programlarıyla diploma satmaları –çünkü buna eğitim demek çok zor-, uluslararasılaşma adı altında aslında akademiyi kendine has dinamikleri olan bir piyasa olarak inşa etmeleri bunun en somut görüntüsü oldu. Süpermarketler kupon dağıtırken bu üniversiteler burs dağıttılar. Zincir mağazalar şube açarken bu üniversiteler yeni kampüsler açtılar. Müşteri çeşitliliğini artırmak için hayat boyu öğretimden uzaktan eğitime, sertifika programlarından özel öğrenciliğe kadar akademik hedefi olmayan ama akademiyi sözüm ona toplumsallaştıran, çift yönlü fayda sağlayan yeni ürünler icat ettiler. İşletme bilimi, üniversiteyi de tıpkı diğer piyasalarda olduğu gibi bir işletmeye dönüştürdü.

Türkiye gecikmeli de olsa hızla büyüyen küresel akademik piyasada payını artırmayı hedefliyor. Bunun için üniversiteler akredite olma konusunda teşvik ediliyor, araştırma üniversitesi statüsü bir motivasyon hedefi olarak öne sürülüyor. Ortadoğu ülkelerinden ve Türki cumhuriyetlerden gelen düzenli öğrenci akışı bu büyüme hedefini kısmen karşılıyor. Benzer bir biçimde Afrika’dan da azımsanmayacak düzeyde öğrenci Türkiye’yi tercih ediyor ve Avrupa’ya göç etmek için bir basamak olarak görüyor. Ancak Karabük Üniversitesi öğrencisi Dina Ibouganga’nın talihsiz ölümü üzerine ortaya çıkan, Timur Soykan’ın araştırmasına konu olan karanlık ilişkiler ağı hızlı büyümenin risklerini gösteriyor. Şimdi asıl üzerinde düşünmemiz gereken, böyle bir ortamda üniversite, üniversite eğitimi, akademisyen nedir, bir üniversite derecesine sahip olmak neye yarar?

Herhangi bir piyasayı analiz etmek için kullandığımız kavramlarla üniversiteleri analiz etmeye çalışırsak neler görürüz? Üniversiteler eğitim ve araştırma hizmetleri sunar. Eğitimi derecelerle, araştırmaları projelerle, patentlerle, yayınlarla ölçeriz. Bu ürünlerin piyasada bir kullanım değeri bir de değişim değeri bulunur. Örneğin bir lisans ya da yüksek lisans derecesinin kullanım değeri sahibine yeni beceriler, vasıflar kazandırması, dolayısıyla yeni iş imkanları yaratmasıdır. Bu tür metaların, yani piyasa için üretilmiş ürünlerin bir de değişim değeri vardır, sıklıkla arz-talep dengesi aracılığıyla ifade edilir. Bir başka ifadeyle, bir üniversitenin işletme yüksek lisans derecesi başka birininkinden daha fazla kullanım değeri potansiyeline sahipse, daha güçlü bir altyapı kullanıyorsa, daha iyi pazarlandıysa, yani sermaye yatırımları daha fazlaysa daha fazla talep görebilir, fiyatı artabilir. Vakıf üniversitelerinin üniversite tercih dönemlerindeki tanıtım faaliyetleri, araştırma görevlilerini otomobil fuarlarındaki mankenler gibi kullanmaları da bundandır.

Böyle bir ortamda akademisyenler söz konusu eğitim ve proje hizmetlerini üreten emekçilerdir. Bütün bu piyasanın kilit noktası bu akademisyenlerin emeği ve bu emeğin değeridir. Akademik metaların, eğitim ve projelerin üretiminde kullanılan emek ne kadar vasıflıysa ne kadar katma değer yaratıyorsa, ne kadar yenilikçi ya da yeniliklere ayak uydurabilen bir durumdaysa piyasada yaratılan değerin niteliği artar, çeşitliliği artar, piyasanın beklediği büyüme gerçekleşir. Ama Türkiye, tıpkı diğer piyasalarda olduğu gibi akademik alanda da ucuz işgücü ve ara mallar üretimiyle dünya akademisine eklemlenmeye çalışıyor, böyle olunca vasatın ötesine geçemiyor. Türkiye’de hala üniversitelerin ve araştırma merkezlerinin önemli bir kısmı devlet kurumları. Bu kurumlarda nitelikli personelin yanı sıra siyasi motivasyonla yerleştirilmiş safra bir kadro var. Kurumsal yaklaşım bir taraftan dünyayı yakalamak, dünya standartlarında ürün sunmak, bu döngüden nemalanmak istiyor, ama diğer taraftan siyasi ilişkiler ağının uzantısı olan bu safra kadroyu, nitelikten yoksun, katma değer üretmeyen kesimi korumak istiyor. Bu ikircikli yaklaşım piyasa koşullarında veya kamu sektörünün korunaklı ortamında değerini bulmasına engel oluyor.

Piyasadaki herhangi bir meta gibi emeğin de kendi piyasası olduğunu düşünürsek, emeğin de bir kullanım değeri ve değişim değeri olduğunu kavramamız gerekiyor. Akademik emek, eğitim, araştırma ve idari işler olmak üzere üç temel işlevi karşılıyor. Bu üç işlevdeki performans, ücretlerin yanı sıra atama ve yükseltme kriterleri, akademik teşvik ve ders değerlendirme göstergelerine göre karşılık buluyor. Ancak bu işlevler ve bunun sonucunda ortaya çıkan kullanım değerine karşılık değişim değeri daha az değişkenlik gösteriyor, kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki tutarsızlık akademik performansı olumsuz etkiliyor. Bir başka ifadeyle, çok çalışan olmanız, idari işlere destek vermeniz, komisyonlarda görev almanız ne gelir olarak ne de gelir dışı sosyal haklar açısından bir fark yaratmıyor; böyle olunca özellikle devlet üniversitelerindeki birçok akademisyen işine devlet dairesi memuriyeti gibi yaklaşıyor. 

Akademik emeğin verimliliğini bir bütün olarak çalışma koşulları, iş güvencesi ve gelir güvencesi etkiliyor. Çalışma koşulları açısından üniversitelerimizin büyük bir çoğunluğu araştırma altyapısından yoksun, TÜBİTAK, YÖK, kalkınma ajansları veya bakanlıklar gibi kurumların akademik araştırmaya yönelik destekleri akademik camianın ne yazık ki küçük bir kısmının araştırma ihtiyaçlarını karşılıyor, üstelik buradaki kaynak aktarımında türlü türlü ayak oyunları söz konusu olabiliyor. İş güvencesi devlet üniversitelerinde -50/d asistanlar ve doktor öğretim üyeleri dışında- yüksek olsa da vakıf üniversitelerinde sözleşmeler sıklıkla yıllık olarak yenileniyor ve Demokles’in kılıcı gibi akademik personelin tepesinde sallanıyor. Gelir güvencesi açısından özellikle büyük şehirlerdeki akademik personelin enflasyon ve ekonomik kriz karşısında kırılganlığı artıyor. Atama ve yükseltme kriterlerindeki araştırma, yayın yapma, konferans katılımı, uluslararası faaliyetlerde bulunmak için gelir düzeyleri yeterli olmuyor, dış kaynaklar ise akademisyenlerin küçük bir kesiminin taleplerini karşılıyor. Kısacası akademik emek piyasası, gerek üretim sürecindeki aksaklıklar gerekse emek değerinin karşılığını bulamaması nedeniyle sosyal eşitsizliğin bir başka yüzü oluyor. Akademik emeğin gerçek değerini bulması için siyasi müdahalelerden, liyakatsiz atamalardan, kayırmacılıktan bağımsız olması, aynı zamanda rekabetçi bir ortamda gerçek değerini bulması gerekiyor. Ama bizde görünen, üniversitelerden üretim, verimlilik ve kârlılık bekleyenlerin buna yönelik yatırım yapmak yerine el çabukluğuyla suyun başını tutmaya çalışmaları.

Piyasa yaklaşımının bir başka klasik unsuru, bir piyasanın aslında birçok farklı metanın küçük piyasalarının bileşiminden oluştuğu. Böyle baktığımız zaman, akademik piyasanın içinde de bir sürü başka metalar ve piyasalar var. Bunlardan biri defalarca haberlere konu olan lisansüstü tez yazım sektörü. Bir başka sektör ise atama yükseltme kriterleri içinde yer alan araştırma projeleri şartları sağlamaya yönelik projecilik sektörü. Bir diğeri YÖK’ün ve ÜAK’ın haberdar olmasına rağmen önüne geçemediği yağmacı yayınevi ve dergi sektörü. Atama yükseltme kriterlerini karşılamakta güçlük çeken akademisyenler para karşılığı bu tür yayınlara yöneliyor, bu döngüyle sektörü ayakta tutuyor. Örneğin yabancı dilde yayın yapma şartı söz konusu olduğunda, doçent adayları alelacele toparladıkları kitap taslaklarını yeni yetme bir çevirmene çevirtip ÜAK tarafından belirlenen “uluslararası yayınevi” şartlarını sağlayan ama aslında sanayi sitesinde iki matbaa makinesinden ibaret merdiven altı yayınevlerinde bastırıveriyor. Üniversitelerin lisans programlarından mezun olanlara yönelik dil kursları, TUS hazırlık kursları, KPSS kursları da bir başka piyasa, oysa nitelikli bir üniversite eğitimi alanların bu tür kurslara veya desteklere ihtiyaç duymaması gerekirdi.

Üniversiteyi bir piyasa olarak görürseniz bilimsel bilgi amaç olmaktan çıkar, piyasayı ayakta tutmaya yarayan bir araca dönüşür. Bilimsel bilgi kendi içinde bir amaç, bir hedef olmaktan çıktığında artık akademik ideallerden, meraktan, hevesten ve heyecandan söz etmek mümkün olmaz. Böyle bir ortamda gençlerin akademinin ihtiyaç duyduğu adanmışlık duygusuyla hareket etmesini, sadece ve sadece bilgiye ulaşma, bilme hevesiyle araştırmaya yönelmesini beklemek oldukça zordur. Piyasanın kâr baskısından, siyasi otoriterinin tahakkümünden bağımsız, bilimi hedef edinen bir bakış açısı olmadan dünya sıralamasına girmeyi beklemek gerçekdışı. Böyle bir ortamda gençleri bilime yönlendirmek de yanıltıcı. Herhangi bir iş güvencesi ya da gelir güvencesi olmadan, gençlerin gelecek kaygısını ortadan kaldırmadan bilimsel hedeflere bir adanmışlık duygusuyla yaklaşmalarını beklemek gerçekçi olmaz. Bilimin sadece ayrıcalıklı sınıfların maddi kaygıları olmayan ve entelektüel meraklarını tatmin etmeye çalışan bir güruha ait olduğunu düşünmek de akademiyi piyasa kurgusu içinde düşünmek kadar tek taraflı ve bilimsel özerkliğe, akademik özgürlüğe, özgür düşünceye aykırı bir yaklaşım. Tam da burada durum piyasadan, paradan, verimlilikten ve kârlılıktan, sosyal eşitsizlikten ve sınıfsallıktan kurtulmuş, yalnızca bilimi merkezine alan bir akademinin nasıl olacağını düşünmek gerekiyor.  


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.