Ağlama sermayeli performans ekonomisi ve sağın kitle melankolisi

Açlıktan kırılan geniş kitleleri isyandan alıkoyan yegane motivasyon, ezilmişlik duygusunun sebep olduğu kitlesel melankoli ve bunun tezahürü olan ağlamadır.

Google Haberlere Abone ol

Çocukluğumdan itibaren başlayıp ilk gençlik yıllarımda iyice anlamlandırmaya başladığım, zaman zaman karşılaştığım babamla ilgili bir kare son zamanlarda daha çok aklıma gelmeye başladı. Belki biraz da olsa bana da bulaşmış bir melankolinin etkisiyle olsa gerek babam zaman zaman daha çok da Musa Eroğlu türkülerini dinleyerek ağlama seansları yapardı. Her ne kadar spontane gibi görünse de, evet seans diyebileceğimiz bir etkinliğe dönüşürdü başladıktan sonra bu ağlama nöbetleri. Ağlarken o kadar hoş sohbet, konuşkan adam birden bir suskunluğa bürünür, gözünden yaşlar usul usul akardı. Ağlayışını bir performansa dönüştürmeden, belki çok zor ve yoksulluk içinde geçen gençliğine, belki genç yaşta talihsiz bir kazaya kurban giden ilk oğluna, belki de hayattan beklediğini alamamış olduğu duygusuna kapılarak ağlardı. Bunların hepsi de bir kayba işaret ediyordu kuşkusuz. Kimisi somut, kimisi kişinin kendine dair tahayyülünün gerçeğe dönememesinin verdiği hayal kırıklığına bağlı kayıplar.

Bu ağlamalar bir yandan belki de onun hayatta yaptığı hataların bir temize çekilmesiydi. Elbette her baba kadar hatalı, her baba kadar şefkatli, belki her babadan biraz daha asabiydi, ama geleneksel bir babanın olabildiği kadar sevgi doluydu. Yıllar geçtikçe hafızamdan silinen yüzünde en çok hatırladığım muzip gülümsemesiydi; bir de çok gerekli olup olmadığından hala emin olamadığım ve bana da fazlasıyla bulaşmış olan titizliğinden kaynaklanan sinirli halleri. Kısaca ağlamaya yol açan bu melankolinin neye nasıl yol açtığını daha çok düşünmeye başladım son zamanlarda. Çünkü içinde yaşadığımız toplum, daha baskın olanı melankoli olmak üzere melankoli ile histeri arasında gidip gelen ruh halinin yol açtığı bir siyasal ortama mahkûm hale gelmiş durumda. Bu melankoliyi iyi anlamadan içinde debelendiğimiz çaresizlik ve açmazı anlamak çok zor. Zira bu melankolinin yol açtığı ağlama, ağlaklık ve bundan neşet eden hınç Türkiye siyasetinin en temel duygu sermayesi olarak karşımızda duruyor. Elbette burada bahsettiğim melankoli psikiyatrinin alanına giren klinik bir teşhis olarak melankoli değil. Popüler kültüre de sirayet etmiş olan yer yer klinik bir boyuta da erişebilen, ancak klinik boyutu çoğunlukla inkâr edildiği için geçiştirilen kültürel ve toplumsal bir haleti ruhiyeye işaret eden melankolidir bahse konu olan. Deyim yerindeyse melankolinin sosyolojik ve performatif halidir üzerinde durmak istediğim.

Mevzuya babamın ağlama seanslarıyla girmiş olmamın nedeni elbette genel ülke ortalamasını anlamak açısından iyi bir örnek olabileceğindendir. Haliyle insan herhangi bir toplumsal fenomeni önce kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak anlamlandırmaya ve sonra da genel bir kategoriye indirgeyerek değerlendirmeye çalışır. Babamın ağlama seanslarından yola çıkarak anlamlandırmaya çalıştığım melankolisi bana bir izlek sunmuş oldu. Yoksa hatırladığım bu ağlamaları bir performans olarak değil daha çok eylem olarak görmek gerekir. Eylemi performanstan ayıran en önemli unsur, eylemin daha çok içten gelen bir duyguyla yapılması, performansın ise daha çok izler kitleyi hedeflemesidir. Ancak sebebi ve motivasyonu ne olursa olsun ağlama eyleminin kendisi bir çaresizlikten gelir. Bu çaresizliği üreten ise içinde kaybolduğumuz ve bizi kucaklamak yerine sürekli dışına atan toplumdur.

Ağlamak insanın en zayıf anında ortaya çıkan ve çaresizliğini dışa vuran bir eylem. Derin bir duygulanma hali;  içlenme, hınç, nefret, şefkat, özlem, hasret gibi neredeyse birbiriyle tamamen aykırı duygu hallerinden neşet eder. Bütün bu olumlusu ve olumsuzuyla birden bire ortaya çıkıveren duygu durumları yerli yersiz ağlamalara yol açabilir. İnsanın en zayıf halidir ağlarkenki hali. Bu nedenle insan, ağlamasını çoğu zaman kontrol edemez. Eğer kontrol edebilirse işte bu bir eylem olmaktan çıkar performansa dönüşür. Yeşilçam yıldızlarının kamera önünde nasıl o kadar iyi ağlayabildiği sorulduğunda hepsinden bambaşka yanıtlar alırdınız. Ama sanırım tek ortak noktaları akıllarına kötü bir anlarını getirmeye çalışmalarıdır.

Ne var ki, insan sadece üzgün, kırgın ve yıkık haldeyken ağlayan bir varlık değildir, sevinçten de ağlayabilir. Belki en çok da bu sevinçten ağlama hali en samimi ağlama hali sayılabilir. Konuyu uzatıyorum belki, belki lafı dolandırıyorum sanılabilir de. Maalesef ben lafı dolandırmadan toparlayabilenlerden değilim. Önce lafı dolandırıp, sonra toplayabiliyorum. Demem o ki, her ağlama samimidir, ancak her samimiyet ağlama getirmeyebilir. Sahabeden, peygamberden risaleler, anekdotlar anlatarak hem kendiniz ağlayıp hem de dinleyicilerinizi ağlatabilirsiniz. Buradaki ağlamanın samimiyetini elbette kimse sorgulayamaz. Bu samimiyeti ne akan gözyaşının miktarı ne de gözyaşını silen mendilin adedi ölçebilir. İnanmış bir insanı dinleyen diğer inanmış insanların yaşadığı ağlama deneyiminin samimiyetini ölçebilecek tek birim o kişinin ayinesidir. Siz peygamberin yardımseverliğini ve diğerkâmlığını, onun misal tek çift ayakkabıyla yıllarını geçirdiğini salya sümük halde anlatırken, beş yıldızlı bir otelden başka bir yerde kalmayı reddediyorsanız, bu ağlama temalı seanslardan banka hesaplarınıza milyonlar ekleniyorsa, ayineyle ağlama arasındaki uyumsuzluk sizi ele verir. Elbette bu nedenle burada ağlamanın samimiyetini ölçmek ister bu ağlamaya katılan insanlar; yine elbette düşünme yetisini henüz askıya almamış olanlar. Eğer düşünme yetinizi askıya aldıysanız sadece gördüğünüze ve duyduğunuza inanır ve ona göre davranırsınız. Bu performanslar da zaten gördüğüne inanmakla yetinenlere yöneliktir. Çünkü bizim insanımız, uzun yıllar filmlerdeki kötü film karakterlerini sokakta gördüğünde pataklamaya, çok sevdiği dizi karakterinin ölümünden sonra gıyabında cenaze namazı kılmaya alışmıştır.

Bir felakette ihmaller yüzünden ölenlerin ardından resmi bir toplantı sırasında bir türkü dinleyerek ağlayabilirsiniz. Ağlamak belki de bu dünyadaki en insani eylemlerden birisidir. Çünkü insan sadece ağlarken insandır belki de. Sevmek ve sevilmek de dâhil bütün duygu ve eylemler insana içinde büyüyüp yaşadığı kültür tarafından giydirilmiş duyuş ve davranışların eseridir. Ancak ağlamak bütün kültürlerde ve coğrafyalarda aynıdır. Çaresiz kalmış, haksızlığa uğramış, bu haksızlığa uğrama halini değiştirmekten aciz hale gelmiş, ne yapacağını bilemeyen her insanın gözlerinden yaşlar gayri ihtiyari akar. Bu gözyaşlarına ve hıçkırarak ağlamaya hiçbir otorite engel olamaz. Bunu en iyi küçük çocuğu olanlar bilir. Kendini çaresiz ve haksızlığa uğramış hisseden, ya da isteklerini ağlayarak elde etmeye alışmış bir çocuğun ağlamasına ne koşulda olursa olsun engel olamazsınız. O ağlama gerçekleşecek ve bir süre sonra belki de kendiliğinden geçecektir. Ancak siz anayasaya uymakla yükümlü, siyaseten seçmenleri tarafından topluma umut vermekle yetkilendirilmiş, insanlara mevcut iktidarın yapamadıklarını yapacağına dair söz vererek yola çıkmış, iktidarın yaptıkları yanlışları topluma anlatarak iktidarın yanlışlarından dönmesi için mücadele edeceğini ilan etmiş bir siyasetçi olarak elinizden ağlamaktan başka bir şey gelmiyorsa, üç yaşında bir çocuktan farkınız yoktur. Eğer geniş kitlelerin önünde yapılan bir yanlış karşısında yaşanan kayıplarla ilgili olarak sadece ağlıyorsanız, bu ağlamayı iki şeye yormamız gerekir: Bir sizin topluma vereceğiniz tek bir umut kalmamıştır ve siyaseten yok olmuşsunuzdur. İki siz bu ağlamayı bir sermaye olarak kullanıp varlığınızı bazı ağlak din adamları gibi bu ağlamaya bağlıyorsunuzdur. Bu her iki varsayım da aynı kapıya çıkar. Sanırım ikinci ihtimal son yıllardaki Türkiye sağının alametifarikalarından birisi haline gelmiştir. Milliyetçisiyle dindarıyla Türkiye sağı mağduriyeti ağlamaya, ağlamayı sermayeye çevirme konusunda giderek daha çok mahir hale gelmiştir. Kuşkusuz bu konunun geçmişi daha da eskiye gidiyor.

Türkiye sağını melankoliyle kurduğu ilişki konusunda soldan ayıran belki de en önemli fark sağın melankoliden güç ve sermaye devşirebilmesi, ancak solun melankoliyi yenilgiyi meşrulaştıran bir nostalji olarak deneyimlemesidir. Üstelik bu sadece Türkiye soluna özgü bir durum da değildir.(1) Dünyada da solun melankolisinden bir iktidar, bir güç ve bir sermaye devşirebilmesi mümkün olamamıştır. Bunun iyi ya da kötü olduğu başka bir tartışmanın konusu elbette. Ancak aslında kişisel düzlemde yaşandığı zaman, kişiyi gündelik yaşamdan koparmaya kadar götürebilen bir patalojinin bir politik hareketin sermayesine nasıl dönüşebildiği konusu bir hayli önemli gibi duruyor.

Temelde bir kaybın yasını tutmayı beceremeyip, uzun soluklu bir içe kapanma şeklinde zuhur eder melankoli. Ne var ki toplumsal ve politik düzlemden baktığımız zaman sağda yalınkat bir ağlama, hedefi muğlak bir kitle olan ve sahibi tarafından bir belagat sanatı olarak nitelendirilen öfke nöbeti, zevahiri kurtarmak için sürekli derinlerde ve uzaklarda sorumlular arama gibi eylemlerin tezahür zemini olarak karşımıza çıkar. Bu, her türlü şeyin müsebbibi olan sorumluların sorumluluktan sıyrılma biçimidir. Şener Şen’in oynadığı bir filmde kocasını sürekli cürmü meşhut halde yakalayan kadının kocasından aldığı yanıta benzer. “Yaptım evet, ama sor bakalım niye yaptım”. Hatta bu yanıtın bile verilmesine gerek yoktur politik düzlemde. Mağduriyet, ağlama, hüzne garkolma bu yanıta bile hacet bırakmaz. Ağlamayı duyan, hisseden hedef kitle zaten ağlayanın bu ağlamayla pirüpak hale geldiğini derinden anlar. İşte bunu bilen ağlayıcı, bu eylemin bitmez tükenmez bir maden, biriktikçe daha da biriken bir sermaye olduğunu anlar ve bu haleti ruhiye siyaset yapmanın en temel dinamiği haline gelir. Bunu solun değil de neden sağın maharetle yapabildiği ise, duyguların hikmetinden sual edilemez niteliğinden kaynaklanır. Son kertede sol duyguları bir yana bırakıp rasyonaliteyle çıkar halkın karşısına. Misal neden eşitliğin savunulması gerektiği, reel durumdaki eşitsizliklerin yol açtığı sorunlardan örnekler verilerek anlatılır sol jargonda. Yine melankoli, yenilginin bir gerekçesidir evet ve bu yenilgiden neşet eden ezilmişlik, dışlanmışlık duyguları dile gelir ve getirilir. Ancak bunun güç istencine dönüşebilmesi için, rasyonel aklı bir yana bırakıp duyguların tekinsizliğine teslim olmak gerekir. Misal eşitsizlik konusundan devam edersek, sağ eşitsizliğin nedenlerine değil, neden olması gerektiğine odaklanır. Karşınıza birden bire “on parmağın onu bir mi?” sorusuyla dikildiği anda, siz kalakalırsınız. Mantık safsataları, sağ melankolinin güç istencinin bitmez tükenmez sermayesidir. Bu safsatalar, her olayla, her durumla, her konuyla ilgili hakikati sulandırabilir. Bir noktadan sonra safsataları temel politik retorik haline getirerek güçlenen iktidarın yegâne gücü halkı muğlak bir kayıp, sebebi belirsiz bir ezilmişlik, failleri flulaştırılmış düşmanlardan neşet eden bir melankoli haline gelir. Melankoli bireysel düzeyde yaşandığı zaman faili hareketsiz hale getirip içe döndürürken, toplumsal düzeyde yaşandığı zaman kitlesel seferberliğin en temel dinamiği haline gelebilir. Bu nedenle bütün sağ otoriter liderlerin mühimmat deposunun en nadide silahıdır kitlesel melankoli. Açlıktan kırılan geniş kitleleri isyandan alıkoyan yegane motivasyon, ezilmişlik duygusunun sebep olduğu kitlesel melankoli ve bunun tezahürü olan ağlamadır.

*AÜ iletişim Fakültesi Öğretim Üyesi, Sorbonne Üniversitesi misafir araştırmacı. 


(1) Enzo Traverso (2017), Solun Melankolisi: Marksizm, Tarih ve Bellek, (Çev. Elif Ersavcı), İstanbul: İletişim Yayınları.