YAZARLAR

12 Eylül’de devrimci siyasikırımı

12 Eylül cuntasının, ‘siyasi düşman’ ilan ettiği devrimcilere yaptığı, kırım harekâtıydı; bu, siyasikırımdı, yani ‘Devrimci Siyasikırımı.’ 1980’ler başında sokakta geniş bir muhalefet cephesi vardı. Cephedeki hiçbir örgütün/teşkilatın, iktidarı alacak ve programına göre düzeni değiştirecek ne gücü ne de potansiyeli vardı. Zaten olsaydı, kırım yaşanmaz ve hemen bir yılda teşkilatların varlığı sorgulanır olmazdı.

Türk devleti 1920’lerde sokağa da hâkim olacak tarzda kurumsallaşmıştı. Devletin direkt kontrolü dışında hiçbir kurum yaşatılmadı. Devletiyle sınıfsız, zümresiz ve kaynaşmış millet söylemiyle de işin teorisi yapıla geldi.

1950’lerde sendikalar kurulsa da esasta pek değişiklik yoktu. O kadar ki sendikaların bir kısmı, DP hükümetinin kontr-planı 6-7 Eylül’de sokakta yağmanın ve talanın sorumlusuydu.

Sendikalar ve üyeleri, 6-7 Eylül’de devlet, basın ve sokak üçlü sacayağında sokağın önemli gücüydü. 6-7 Eylül pogromunun sokaktaki koçbaşı teşkilatı Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin yanı sıra 34 sendika(1) da kapatılmıştı. Tutuklananların çoğu da işçiydi; Selimiye’deki 1000 tutukludan 607’si işçi, 86’sı seyyar satıcı, 71’i hamal, 33’ü boyacı, 29’u işsiz, 22’si çırak, 54’ü talebe, 20’si tüccar ve diğerleriydi.(2)

100 yıllık Cumhuriyet tarihinde 70’ler, can ve mal güvenliği ihlalinin yoğunlaştığı ve can derdine düştüğümüz, ama her şeye rağmen mücadelenin, direncin örgütlendiği ve sokağın güçlendiği yıllardı. Elbette 60’ları da hatırlamalıyız.

Her mahallede ve sokakta filizlenen devrimci hareket, komando kamplarıyla örgütlenen devletin aparatı faşist çetelere rağmen varlığını korudu ve güçlendi.

Ve milleten Türk ve dinen Sünni İslam olmayanın demografik ve iktisadi yapıdan tasfiyesinde hedef, Alevi-Kızılbaşlardı. Toprağıyla ilişkisini kopartmadan kentleşen Alevi-Kızılbaşlar, Türk Nüfus Mühendisliği’nin risk analizinde yeniden gündem maddesiydi. Öncesinde devlet Dersim’de dâhili harbi planlamış ve icra etmişti; on binlerce Dersimli Alevi-Kızılbaş öldürülmüş ve toprağından kopartılmıştı…

70’lerde devrimciler ve sosyalistlerle, solcular dâhil Alevi-Kızılbaşlara saldırı planı, Malatya ve Sivas’ta sınırlı mahalli düzeyde kalırken, Maraş ve Çorum’da genişletildi. Amaçlanan, toprak (ve kentsel) bağlarının kopartılmasıydı.

Saldırıların failleri mi? Bulunamadı; çünkü, bunlar devletten azade değildi. Maraş imha harekâtıyla ilgili dönemin Başbakanı sosyal demokrat Bülent Ecevit, 3 Ocak 1979’da MİT’teki faillerle ilgili tek tek isimleri öğrendiğiyle kaldı.(3) Oysa Ecevit’in bizzat kendisi de birçok kez kontra saldırısının hedefi olmuştu. Hiçbir şey yapmayan Ecevit, raporu yaklaşık 30 yıl sonra Can Dündar ve Rıdvan Akar’la paylaştı. Başbakan Ecevit’in görevdeyken ne yapmadığını, ancak o zaman öğrenebildik.

12 Eylül 1980’de askeri darbeyle son vuruş yapıldı…

Çünkü 12 Eylül askerî harekâtının hedefi, sosyal ve ekonomik kazanımların imhası ve devrimci hareketlerin kırımıydı! 43 yıllık icraatla sonuç ortadadır…

Fatsa dâhil ismini verdiğim harekâtların 12 Eylül’e giden yolda döşenen taşlar olduğu iddia edilir. Kurgulu yaklaşımı anlamlı bulmuyorum. 12 Eylül, faşist çeteleriyle her gün canımızdan parçaların kopartıldığı günlerde örgütlenen direnişi bastırmanın harekâtıydı. Ancak 12 Eylül askeri darbesiyle, direniş bastırılabildi.

12 Eylül’de sadece örgüt/hareket olarak kırılmadık, mücadele ve direnme kültürümüz de hayli örselendi. Kapsamı öylesine derindi ki 43 yıl geride kalmış olsa da ayağa kalkmayı başaramadık.

Oysa 12 Mart’ta böyle olmamış, kısa sürede toparlanma sağlanmış ve kendini ifade etmek mümkün olmuştu.

12 Eylül'de kitlesel gözaltılar gerçekleştirildi. 

100 BİNLERE İŞKENCE

12 Eylül 1980’de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının darbesi, Washington’da sevinçle karşılandı, “Bizim çocuklar başardı” dendi.

Kendilerine Milli Güvenlik Konseyi adını veren generallerin yönetimi, TBMM Başkanlık Divanı’nın oluştuğu 7 Aralık 1983’te sona erdi. İnsan Hakları Derneği (İHD), Milli Güvenlik Konseyi (12 Eylül 1980-6 Aralık 1983) yönetiminin neden olduğu ihlalleri belirledi (bazıları):

- 650 bin kişi gözaltına alındı ve 90 günlük gözaltı süresinde işkence yapıldı [1980’de Türkiye nüfusu 50,6 milyondu, NO].

- 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

- 210 bin dava açıldı.

- 7 bin kişiye idam cezası istendi, 517’sine idam cezası verildi.

- 50 kişi idam edildi (18’i sol görüşlü [devrimci], 8’i sağ görüşlü [faşist], 23’ü adli suçlu, 1’i ASALA militanı).

- 30 bin kişi ‘sakıncalı’ olduğu için işten atıldı.

- 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkartıldı.

- 30 bin kişi ‘mülteci’ olarak yurtdışına gitti.

- 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi ve cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi.

- 937 film ‘sakıncalı’ bulunduğu için yasaklandı.

- 23 bin 677 dernek faaliyeti durduruldu ve siyasi partilerle sendikalar kapatıldı [ve grevler yasaklandı].

- 400 gazeteci yargılandı ve 3 bin 315 yıl ceza verildi, 31 gazeteci cezaevine girdi.

- Yüzbinlerce yayına el kondu ve imha edildi. Sadece Bilim ve Sosyalizm Yayınlarına ait 113 bin 607 kitap yakıldı. Yayıncı İlhan Erdost işkence yapılarak öldürüldü.

Buna 12 Eylül bilançosunun tamamı diyemeyiz. Çünkü bunlar, döneme ilişkin resmi ve kesin veriler değildir.

12 Eylül idaresinin temel iki unsuru, şiddet ve keyfilikti. Bunun için ne yapıldığının tam bilançosu çıkartılamamıştır. 2009’da DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal’ın Adalet Bakanı’na verdiği yazılı soru önergesine verilen resmi yanıtta, “Bu dönemde yaşanan yargılamaların kapsamının fiilen bilinmesinin imkânsız olduğu” dile getirilmiştir. İdarenin egemen tarzı keyfilik olunca, devlet ne yaptığının kaydını bile tutmamıştır.

Askeri darbeyle yüz binlerce insanın yaşama, örgütlenme, çalışma, ifade etme ve yayma hakkı ihlal edilmiştir.

Türkiye, resmen açık cezaeviydi!

‘DEVRİMCİ AVI’ MEVSİMİYDİ

12 Eylül’den itibaren sadece mevsimsel olarak değil, sosyal ve siyasal mücadelenin de sonbaharında olduğumuzu hemen anlayacaktık.

12 Eylül’de şiddet, hayatın her anına egemen kılındı.

ABD’nin Sovyetlere karşı Yeşil Kuşak Projesinin bölgede aktif aktörü (darbe lideri) Kenan Evren, masada bildiri ve mitinglerde ayetler okuyarak, ne yaptığını ve neler yapacağını açıklıyordu.

Ezilecekler ve yol verilecekler bir bir sıralandı.

Enver Gökçe’nin ifade ettiği gibi, “Tanrı Dağı kadar Türk’tü bunlar/Hira Dağı kadar Müslüman

Hedef belliydi: Devrimciler, sosyalistler ve komünistler, siyasi düşmandı…

12 Eylül’ün özel gündem maddesi, sosyal mücadeleyi bastırmak için yer altı-üstü/illegal-legal tüm devrimci, sosyalist ve komünist teşkilatların/örgütlerin ve liderlerinin imhasıydı. Genel olarak ‘sol’ nitelendirmesini, belirsizliği artıran bir tanımlama olarak değerlendiriyorum. Kuşkusuz liderlik potansiyeli olanlar da imhanın kalıcı kılınmasının hedefindeydi. Böylesi planlamayla milyonların, insan olma hakkının ve özgürlüğünün kısıtlandığı bir askeri rejim inşa edildi.

Yol verilecekler ya da birlikte yürünecekler de belliydi: Komünizmle Mücadele Dernekleri'nde ve 60’larla 70’lerde aynı saftaki, Türk-İslam sentezcileriydi

Bildiklerimizdi. Tesadüf değildi; Sünni İslamcıların örnek modeli Fethullah teşkilatı böylesi toprağın ürünüydü. Onunla kalınmadı. Paylaşım kavgasında, tasfiye edilen Fethullahçıların yerini İsmailağa, Menzil ve saire teşkilatlar aldı; çünkü can suyunu devletten alan toprak çok verimliydi.

Ne gariptir ki bildik Sünni İslamcı teşkilatların lideri, vaktiyle devlette çalışan ve sonra da emekli olanlardı: Fethullah Gülen, Cemalettin Kaplan, Mahmut Ustaosmanoğlu, Süleyman Hilmi Tunahan gibi…

O kadar ki, “din ve ahlak eğitimi” ambalajıyla Sünni İslam öğretisi, artık anayasal (madde 24) zorunlu eğitimdi. AİHM’e kadar giden davanın “zorunlu din dersi olamaz” kararı yok sayılmaya devam ediliyor. Öte yandan utanmadan “kimsenin yaşam tarzına karışmıyoruz” deniyor.

12 Eylül’de devlet silahlı gücünü öylesine seferber etti ki, onlar nazarında her devrimci bir avdı… Öldürülmeden yakalananlar da üç ay, 90 günlük gözaltında işkencede sorgulandı. Üç ay yetmezse, altı ay olmasını da engelleyecek hiçbir hukuki kaide ve kurum yoktu. Her karakol veya şube, birer can pazarı mekânıydı.

12 Eylül’ün yılı dolmadan on binlerin örgütlendiği (yer altındaki ve üstündeki) tüm devrimci teşkilatlar darbe yedi, lider kadrosu yakalandı ve varlığı sorgulanır noktasına geldi. Kalanların gayreti ilişki kurmanın ötesine pek geçemedi. Bir süre sonra onlar da avlandı.

Hareketler/teşkilatlar hakkında kısaca yazacağım şudur: Bazısı partileşmiş, ideolojik-siyasi hattını netleştirmiş ve bazısı da bu süreci tamamlama gayretindeydi. Her hareketin millî mesele politikası vardı ve bazı örgütler de Kürt meselesi çözümünde yoğunlaşmıştı. Hareket adında ‘devrimci’, ‘işçi’, ‘sosyalist’, ‘komünist’ ve ‘Marksist-Leninist’ kavramları vardı. Üye veya taraftarların/sempatizanların kendisini tanımlamada kabul ettiği kimlikse, ‘Devrimcilikti.’

Başbakan Süleyman Demirel’e işkence aleti soruldu, ama cevap vermedi.

12 Eylül’le dernekler de kapatılmıştı. Devrimcilerin, sosyalistlerin örgütlendiği 100 binlerin teşkilatı Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) de kapatılan kurumlardandı. 3 Eylül 1971’de Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) devamı olarak kurulan TÖB-DER’in, 670 şubesi ve 200 bin üyesi vardı (s. 502).

Yasal ya da yasadışı örgüt üyesi veya sempatizanı demeden yakalanıp karakol ve belli merkezlere götürülenler, 90 güne yakın gözaltında tutuldu. Bu günlerdeki sorgunun tek yöntemi işkenceydi.

Yıllarca cezaevleri de farklı değildi. Diyarbakır’da tutsaklar kendisini yakmıştı.

Hayatın garip cilvesi işte. Oysa darbeden üç ay önce basında işkence aleti gündeme getirilmiş ve hükümete sorulmuştu. İşkence aleti, Demokrat gazetesinin yan manşetiydi. Gazetenin logosunun yanında “Sayın Demirel bu nedir?” hitabıyla “Fotoğrafını verdiğimiz alet nedir?” diye soruldu. Ne olduğu, 13 Mayıs 1980’de açıklandı. “Sayın Demirel bu bir işkence aletidir” başlığıyla kaleme alınan metinde, “İşkence insanlık suçudur. Kim olursa olsun ister sanayici olsun ister işçi, ister tüccar, ister bakan ve ister siz olun, işkence işkencedir” denildi.(4)

Dinamoyla elektrikli işkence, yeni değildi, 1930’lardan beri biliniyordu. Cumhuriyet’in ‘Polisimiz son sistem bir aletle teçhiz ediliyor’ başlıklı fotolu haberinden öğreniyoruz ki, polis Amerika’dan getirilen elektrikli aleti kullanacaktır.(5) Aletin vereceği elektrikle sokakta suçlular kolaylıkla yakalanacakmış. Telsiz telefonlar da gündemde olup, yenilik peşindeki polis, Almanya’dan da köpek getirtmiştir.(6) Polisin sorgulama tarihi ortadadır ki, haberde yazıldığı gibi elektrik veren alet sadece sokakta kullanılmamış, sorgu merkezlerinde devletin demirbaşı olmuştur.

Ve 12 Eylül politiğinin ekonomi ayağı da kamuculuk olarak nitelendirilecek ne varsa tasfiyesini hedefleyen liberalizmdi. Hak mücadelesi veren her kurum hedef olduğu için, yeni sermaye birikim modelinde sendikalara yer yoktu.

Anlaşıldı ki 12 Eylül, tankla ve topla yol verilen Türk-İslam sentezinin teşkilatlarıyla, ekonomik liberalizmin ve örgütleri darmadağın edilen devrimcilerle kitlelerin mücadelesini imhanın programıydı.

12 Eylül’ün bedenimizdeki ve zihnimizdeki 43 yıllık yarası o kadar derin ki halen kapatamadık. Hatta darbeciler gitti, ama 12 Eylül askeri faşist rejiminin nasıl kurulduğu ve ne zaman nasıl yıkıldığı ya da yıkılmadığı analizini tamamlayamadık (ve mücadeleyi örgütleyemedik).

DEVRİMCİ KIRIMI

12 Eylül’de ‘devrimci avı’nın niteliği üzerinde duracağım.

Rejimi kalıcı kılmanın, yeniden toparlanmayı ve sosyal mücadeleyi engellemenin yolu, mücadelenin dinamosu örgütlerin/teşkilatların (ve liderlik/mücadele yeteneği olanların) imhasından geçiyordu. Aynen de öyle yapıldı.

Cuntanın ilk aylarında varlığı sorgulanacak kadar darbe yemeyen teşkilat kalmamıştı. Yılı dolmadan bilinen kitlesel devrimci hareketlerin hemen hemen hepsi faaliyetsiz kılınmıştı. Her operasyonda, elebaşları şu-bu diye bitmez tükenmez resmî açıklamalarla, TRT televizyonundan yayın yapmak da unutulmamıştı.

Devrimciler, 12 Eylül cuntasının, siyasi düşmanıydı. O anlamda devrimci kırımıydı. Sosyal demokratların sol olmadığı iddiasında değilim, ama yaşanılan buydu. Hareketlere katılan 20’li yaşların biraz yukarısında ve aşağısında olanlar esas hedefti.

Hareketlerin çizgisi, birbirine yönelik değerlendirmesi bir yana, programı düzen değişiminin mücadelesini esas alıyordu. Böylesi mücadelenin militanı devrimcilerin, beton döken darbecilerin hedefinde olmasından başka ne olabilirdi ki.

12 Eylül generallerinin bu icrası, Hitler’i hatırlattı. 1939’da Polonya işgalinde Genel Vali’ye verilen özel emir şuydu: “Polonya’da liderlik yeteneği olanlar tasfiye edilmelidir.” Emir gereği 3500 Polonyalı aydın imha edildi.(7)

Benzer emir, Hitler’den çeyrek asır önce 24 Nisan 1915’te Dahiliye Nazırı Talât’ın şifresiyle(8) de tüm idari birimlere gönderilmişti. Siyasal, sosyal ve ekonomik alanda liderlik yeteneği olan Ermeni mebuslar, partili, aydın, gazeteci ve önde gelelerin tutuklanıp sürülmesi emredildi. Hemen bir ay sonrasında da Ermenilerin kitlesel sürgününe başlanmıştı.

1915 rakamları hep tartışmalıdır, çünkü kayıtlar neler olduğu bilgisini vermemektedir. Eldeki Osmanlı evrakında, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklanan 610 Ermeni aydınının ismi sıralanmıştır. Puzantion gazetesi 1800 Ermeni’nin tutuklandığını yazdı. Fransız belgesine göreyse 2500 Ermeni tutuklanmıştı.(9)

Devrimcilerin kırımı Türkiye’ye özgü değildi. Benzeri harekât 11 Eylül 1973 askeri darbesiyle Şili’de yapılmıştı. Şili’den yedi yıl öncesinde de Endonezya’da yine askeri cunta iktidarında 1965-1966’da 500 bin komünist öldürülmüştü.

1915’te Ermeni ve 1939’da Polonyalı aydınlara/liderlik yeteneği olanlara, 1965-1966’da Endonezyalı komünistlere, 1973-1974’te Şilili ve 1980-1981’de Türkiyeli devrimcilere yapılanlar birer kırımdı. Bunun içindir ki, ‘Sol Kırım’ tanımlaması, mevcudu tarif etmemektedir ve de devrimcilere haksızlıktır.

Kuşkusuz, komünistler de devrimciler de sosyal mücadelenin emekçileri ve liderlik yeteneği olanlardı. Toplumsal mücadelenin doğrudan kalem erbabı olan yazanı ve çizeni de kırımın kurbanıydı.

Sosyolog Michael Mann, 2004’te devletlerin kırım icraatını inceledi ve ‘soykırım’ın yanı sıra, siyasikırım ve sınıfkırım ayrımıyla analizini derinleştirdi. Buna göre, Hitler iktidarının Yahudilere ve İttihatçı hükümetin Ermenilere yaptığı soykırımdı; Kamboçya’da Pol Pot’un kitlesel imhası sınıfkırım ve 1965-1966’da Endonezya’da askeriyenin 500 bin komünisti öldürmesi siyasikırımdı.(10) Sınıfkırımla ilgili Stalin ve Mao dönemine de dikkat çekilmiştir.

Soykırım, bir milletin soyunun kırımıydı. Holokost özelinde 1944’te Raphael Lemkin’in çalışmalarıyla bir düşünce birliği sağlanmış ve 1948’de BM Soykırım Sözleşmesi imzalanmıştır.

Mann’ın, kırımın ‘soy’dan başka ‘siyasi’ ve ‘sınıf’ boyutuna dikkat çekmesi, çok önemliydi. Ona göre siyasikırım, “Genel olarak mağdur edilen ve korkulan grubun tüm liderlerini ya da potansiyel liderlerini öldürme niyetini” göstermektir.

12 Eylül cuntasının, ‘siyasi düşman’ ilan ettiği devrimcilere yaptığı, kırım harekâtıydı; bu, siyasikırımdı, yani ‘Devrimci Siyasikırımı.’

12 Eylül Sergisi afişindeki Erdal Eren (25 Eylül 1961-13 Aralık 1980), darbe sonrası idam edilen devrimcilerden biriydi.
TABANDAN DEMOKRASİNİN İMHASI

12 Eylül cuntacılarının ‘Devrimci Siyasikırımı’nda yaptıkları, birer insanlık suçuydu. Bu kapsamda cuntacılardan hesap sorulmadı; ‘mış’ gibi yapıldı. Darbecilerin yargılanması için 2012’de başlayan dava on yıl sürmüş, ama sonuçsuz kalmıştır.

İHD’nin darbecilerin yargılandığı davayla ilgili değerlendirmesinde vurgulandığı gibi, dava cezasızlıkla bitmiş ve suçlular korunmuştur. İnsanlık suçu hiçbir icraatın faili ortaya çıkartılmamış ve cezalandırılmamıştır.

AKP de dava sürecini kendi rejimini pekiştirmenin aracı olarak kullanmıştır. AKP’nin demokrasi adına söyleminin takiyeden öte bir anlamı olmadığı netleşmiştir, ama köprünün altından çok su akmıştır. Çünkü, 12 Eylül’ün 2010’lar versiyonunu yaratmıştır. 

1980’ler başında sokakta geniş bir muhalefet cephesi vardı. Cephedeki hiçbir örgütün/teşkilatın, iktidarı alacak ve programına göre düzeni değiştirecek ne gücü ne de potansiyeli vardı. Zaten olsaydı, kırım yaşanmaz ve hemen bir yılda teşkilatların varlığı sorgulanır olmazdı.

Sokaktaki muhalefetin, Türk devletinin kuruluş paradigmasını sorgulamaya evrilmeden imhasıyla, demokrasinin tabandan güçlenmesi engellendi ve Türk-İslam sentezcilerine ‘dikensiz’ ortam yaratıldı. Bu sayededir ki AKP, 20 küsür yıldır iktidardadır.  


NOTLAR:

(1) 6-7 Eylül Olayları, Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul-2005, s. 261.

(2) 6-7 Eylül Olayları, Fahri Çoker Arşivi, s. 303.

(3) Rıdvan Akar-Can Dündar, Ecevit ve Gizli Arşivi, İmge Kitabevi, Ankara-2008, s. 237-241.

(4) Demokrat, 10-13 Mayıs 1980, s. 1.

(5) Cumhuriyet, 8.5.1930, s.1, 2.

(6) Cumhuriyet, 28.5.1930, s. 1, 3’te (başlık, aynen): Mektep, medrese görmüş bir köpek polise alındı!

(7) William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu, cilt: 2, Çeviren: Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul-1968, s. 1018-1026.

(8) BOA, DH.ŞFR, 52/96, 97 ve 98.

(9) Prof. Dr. Yusuf Sarınay, 24 Nisan 1915’te Ne Oldu? İdeal Kültür-Yayıncılık, İstanbul-2012, s. 185-189, 263-322.

(10) Michael Mann, Demokrasinin Karanlık Yüzü, çeviren: Bülent O. Doğan, İthaki Yayınları, İstanbul-2012, s. 20-22, 130-324.


Nevzat Onaran Kimdir?

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre muhasebecilik yaptı ve ardından ekonomi muhabiri olarak Özgür Gündem, Evrensel dâhil birçok gazete ve dergide çalıştı. Yakın dönem okumalarını Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğinin analizinde yoğunlaştırdı. 1915-1940 dönemini inceleyen dört kitabı yayımlandı.