Bombalar, simitler, eskiciler...

Ölüm her gün biraz daha ensemizi sızlatırken nasıl gülerek var olabiliriz ki? Bir çay fokurdaması, alt komşunun evinden gelen nohut yemeğinin kokusu, betona çizilmiş bir çiçek resmi gibi saniyelik sebepler edinebiliriz belki.

Google Haberlere Abone ol

Okşan Dede *

Ülkenin vahameti ile alakalı o kadar çok şey yazılıp, çiziliyor ki. Ekonomik analizler, siyasi çıkarsamalar, Kendi alanının pratisyenleri ile yapılan söyleşiler, mensur yazılar, manzumeler, aklınıza ne gelirse işte. Evvelinde kahvaltı sonrası, keyif çayına mukabil gazetemizi okurduk hani şu matbu olanından. Ana haberlere bakar, köşe yazılarını okur, sonra da arka sayfadaki tabir-i caizse cancanlı haberleri okurduk. O haberler ağır bir yemek sonrası içilen maden suyu gibi rahatlatırdı bizi… Şimdi ise, dijital dünyamızın sonsuz opsiyonları ile anında kara haberlere ulaşıyoruz. Öyle ki yataktan kalkmamışken bile, çapaklardan gözümüzü açamazken de telefona sarılıp, bugün bir bomba patladı mı? Biri alındı mı? Diye bakar olduk. Evirildiğimiz noktaya bakınca, endişeli olduğumuz vakitlerin münferit olduğu günler de varmış diyoruz zira endişe şimdinin Türkiye’sin de rutin bir pratik oldu. Kelimelerin terminolojik karşılıklarının bile mutasyona uğrayıp, eğilip bükülerek ucubeleştirildiği, muktedirin kendi hükmünce dönüştürdüğü bir vakitteyiz… Bir bomba haberi almamanın adı; Normal. Bir yazarın tutuklanmaması; Sevinç. TV’lerin mühürlenmesi, Radyolara yapılan baskın, kuşluk vakti alınan yazarlar, gazeteciler; Demokrasi! Olarak yer alıyor artık sözcük hanelerinde!

Epey vakittir ben de böyle düz yazı telaşına düşmemiştim. İş-güç, senaryo yazımına tabi olmuş kalem derken bir solukluk cümlem kalmadığını gördüm. Önceden cümleler benim kurtarıcımdı. Yan yana dizili, anlamsız, boş sözcük kümeleri bile içimdeki taşları toza çevirirdi. Nicedir kelimelerimi ticari bir alan için kullanmaya başladığım an kendim için bir şey kalmadığını fark ettim. Her eli kalem tutanın çıkınında biraz cümle biriktirmesi şart! Kötü günlerde çıkarılıp kullanılsın diye. Ben de dibini silkelediğimde avucuma düşenleri bir araya getiriyorum şimdi. Özenle boncuk dizer, kasnağa nakışı yerleştirir gibi. Andreas Huyssen “Alacakaranlık Anıları”nda insanın zamanla sıkıntısını anlatmıştır. “Şimdi’den sıkılan insan, geçmişi yeniden kurgular. Önceden daha mutlu olduğuna inandırır kendini ve bunun adı nostalji hastalığıdır.” Der. Ben de yazının başından beri “eskiden, önceden, evvelden” kelimelerini kullanarak açtım tümcelerin kapısını. Bu ülke hiçbir zaman pir-u pak bir ülke olmadı! Eskiden de kıyım, katliam, savaş, ölüm vardı! Şimdiki zamanda onlar için yaptığımız anmalardan ayrı bir kronoloji çıkarsak, kronik depresyona girer, evlerimize kapanıp ikindi vakti yayınlanan günlük dizileri izleriz. Peki, o zaman neden yine de geçmişe sığınıyor, onun dizlerinde uyumak istiyoruz? Kötü hep kötüydü ama haber kasırgası bu denli hızlı ve soluksuz değildi. Anlık duyduğumuz ortalama bilgiler ve kötülükler ile de o denli sarsılıyoruz ki duymasaydık yeğdi diyoruz. Keşke ana haberlerle kalsa bildiklerimiz diye belki de geçmişin o elimizi, kolumuzu mürekkep lekesi eden gazetelerini istiyoruz! Anlık havadis hayatla olan savaşımızda güçsüzleştiriyor bizi. Bu kadar değil, en azından bir iki saat sükûnetle çay içebilsek kâfi gibisinden normal ama anormalleşen düşlerimiz olmaya başladı. Dün bir fotoğraf paylaştım sosyal medyadan. Yeni evimin penceresinin baktığı duvarda kocaman bir resim var hemen altında da bir simit fırını. Dün pencereyi açar açmaz yüzüme çarptı o resim sonra da aşağıdaki simit fırınından gelen simit kokusu..Bir saniye durdum ve o anın tadını çıkardım çünkü az sonra da demini alacaktı çayım..Binaların logo gibi yıkılıp, yeniden yapıldığı bu küflü metropolde bana eskiyi hatırlatan bir an’a denk gelmiştim…Ne bomba sesi, ne ağıt, ne kargaşa, ne zift kokusu, ne yanık insan eti kokusu..hiçbiri yoktu. Duvardaki kocaman resim, simit kokusu ve eskicinin çatallı sesi vardı…Dakikalar sonra bilgisayarımın başına oturup, türlü türlü katran karası haberleri okuyacaktım halbuki..Dingin kalbim o kadar şişecekti ki patlamasına ramak kala kalkacaktım o haberlerin başından. Sonra birden eskiciye seslenip, “Bir iki kanlı haber, kötü anı, toplu kıyım, bombalı katliamlar var alır mısın? Alıp da bir daha hiç ulaşamayacağımız bir yere atar mısın?” diyesim geldi. Keşke dedim, kötülüğü bir torba mandal ile takas edebilseydim. Hayat bu kadar basit, anlaşılır, sempatik ve travmasız olsaydı keşke..Ama hayatın bizi içine bir çuval gibi fırlattığı ülkedeydi kusur! Daimi mutsuzluğun kader diye empoze edildiği, hatta ikna edildiği bir ülkede mutluluğu, çöplüğe düşmüş bir inci tanesi gibi hararetle arıyoruz. Yara açanların, yara alanlardan daha evla olduğu bir ülkeden söz ediyorum! Gocunmadan, yüksünmeden, eli titremeden, yüzü kızarmadan çocuk öldürenlerin mülki amir olduğu bir ülke! Normal olanın, bize artık lütuf gibi dayatıldığı bir ülke! Hüküm giymeden mahpustan çıkana çığlık atmak tek neşemiz, şamatamız oldu artık! Bomba patlamadığı bir gün sıradan bir günümüz oldu. Bu yanılsamanın içine soktular sağ kalanları da! Gerçekliğin, üst gerçeklikle yer değiştirdiği simülatif bir döngünün içinde yine de hakiki olan için çabalıyoruz!

Son bir iki kırıntı kalan cümlelerimi de yazacak olursam; Bu buhran ve keşmekeşin içinde bir şekilde mutlu olacak bir kapı aralığı bulmak zorundayız! Yoksa insan olma güdümüzü de yitireceğiz! Belki sebepleri yok denecek kadar az hatta sebep üretemez olduk o vakit elimizdeki mutluluk kaynaklarını tasarruflu kullanacağız. Yakınarak, ah ederek, gövdemizi yumruklayarak, battaniyelerin altına girerek, sek kahvelerle ayılmaya çalışarak savaşamayız bu meczup düzenle! Ankara Katliamında göğe savrulan canlarımızın yıl dönümü, Dilek Doğan’ın evinde yüreğinden vurularak öldürülmesinin yıl dönümü ve daha niceleri yaklaşırken nasıl tebessüm edebiliriz ki? Dediğinizi duyar gibiyim. Ölüm her gün biraz daha ensemizi sızlatırken nasıl gülerek var olabiliriz ki? Her dem buna yetecek kahkahamız zaten yok ama yukarıda da yazdığım gibi saniyelik sebepler edinebiliriz; Bir çay fokurdaması, alt komşunun evinden gelen nohut yemeğinin kokusu, yandaki marangozun talaş kokusu, betona çizilmiş bir çiçek resmi, eskicinin gırtlağını kanattığı sesi veyahut bir simit kokusu…

* Senarist