Gökhan Akçura: İnsanlar sanatsal ve kültürel açıdan geliştirilmiyor, sanat ve kültür aşağı düzeye çekiliyor...

Kültür sanat dünyasının birçok alanında üreten Gökhan Akçura, Bu Şehr-i İstanbul ki ve İstanbul Şarkıları ile başlayan serisine yeni kitabı Zaman Ötesi İstanbul ile devam ediyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR- 'Bu Şehr-i İstanbul ki' ve 'İstanbul Şarkıları' isimli kitaplarıyla İstanbul’u anlatmaya başlayan yazar, radyocu, sinemacı, öğretim üyesi kısaca söylersek düşün insanı Gökhan Akçura, serinin son kitabı 'Zaman Ötesi İstanbul'u yayımladı. Oğlak Yayınları’ndan çıkan kitapta, İstanbul’un son yüz–yüz elli yılına dair anılar, anekdotlar, öyküler anlatan yazar, geleceğe dair tasvirlerde de bulunuyor.

Akçura, şehrin kültür, sanat ve sosyal yaşamını odağa alan yazılarında, geçmişten geleceğe bir köprü kuruyor. Akçura'yla 'Zaman Ötesi İstanbul'u konuştuk. 

Neredeyse 50 yıldır kültür ve sanat alanında üretim yapıyorsunuz. Kitaplar, senaryolar yazıyor, sergiler düzenliyor, öğrenci yetiştiriyor ve daha birçok şey… Akıp giden zamanda Türkiye’nin kültür ve sanat dünyasında olumlu ya da olumsuz bir değişiklik olduğunu düşünüyor musunuz?

Olumlu şeyler çok daha az. Siyasi ortamın da etkisiyle kültür ve sanat ortamı da en kısır dönemlerinden birini yaşıyor kanımca… Pandemi, ekonomik sorunlar derken kültür-sanat alanında adım atmak gitgide daha zor, hatta imkânsız hale geldi. Yayın dünyası da öyle, müzik dünyası da…

İstanbul, kabaca söylersek anlatıcılar için çok cazip bir şehir… Yüzyıllardır üzerine söz söyleniyor. Bu şehri anlatılır kılan şey ne?
Elbette çok yoğun olan tarihi. Şehrin fiili, yapısal tarihi de önemli ama benim açımdan “anlatılacak hikâyelerin” zenginliği bu cazibenin nedenini oluşturuyor. İstanbul Türkiye’nin tarihinde hemen her şeyin başladığı ve geliştiği kenttir. Diğer bütün kentler burada filizlenen olgular üzerinden sahne alırlar. Kitap ve gazetelerin, yani yayıncılığın; tiyatronun, sinemanın, müziğin varlığını gösterdiği kenttir İstanbul. Hangi konuyu araştırmak istesem ilk adımı buradan atmam gerekiyor…

Kitapta İstanbul ve sanat ilişkisini küçük anekdotlar, hikâyeler ve masallar aracılığıyla

Zaman Ötesi İstanbul, Gökhan Akçura, Oğlak Yayınları

yeniden üretiyorsunuz. Bu şehir bugün de “sanat camiasının” kalbinin attığı yer. Her gün Anadolu’da sanat eğitimi almış gençler, üretim yapmak için bu kente geliyor. Başka türlüsü mümkün değil mi?

Bu çok derin bir konu. Her şeyin, herkesin en büyük kentte toplanması elbette yanlış. Ama bu durumun hangi yanlışlıklar üzerine inşa edildiği; üstesinden -mümkünse- nasıl gelineceği gibi konular beni aşar. Kültür ve sanatın Anadolu’ya yayılması için elbette geçmişte yapılmış çabalar var. Ama bu merkezi ve kararlı bir politikanın aşabileceği bir durum. Güncel politikanın da bunu pek önemsediğini sanmıyorum…

Kitapta ele aldığınız bölümleri aktarırken, masalsı bir dil tercih ediyorsunuz sanki. Okur, bir nostaljik filmin içinde hissediyor kendini. Sohbet eder, hikâye anlatır gibi anlatıyorsunuz. Başlangıçta bir üslup belirlemiş miydiniz, yazarken mi çıktı?

Üslup aslında benim hep kaçtığım bir şey. Nedeni de üslup için üslup yapanların bolluğu ve başarısızlığı. Üslup, Eşref gibi, Attila İlhan gibi, Salâh Birsel gibi yapılınca anlamlı oluyor. Benim yaptığım, anlattığım şeylerin zaten yapısında olan bir üslubu koruma çabası. Yani kendiliğinden bir üslup. Üslup sayılabilirse elbette…

Kitapta, sadece İstanbul’un değil, tüm ülkenin değişen kültür ve sosyal dünyasını da anlatıyorsunuz. Örneğin “Büyük Sünnet Düğünü” yakın zamana kadar da vardı. Ancak bugünlerde yapılmıyor. Bu tip, sosyal olgulardan neden vazgeçildi sizce?

Sadece sünnet düğünleri mi? Kitaplarımda anlattığım İstanbul artık bir masal gibi, rüya gibi geliyor kulağa. İstanbul’un eğlence tarihiyle ilgili yazılarıma baktığınızda örneğin 1940’larda onlarca gazino, 1960’larda sayısı pek fazla kulüp görüyorsunuz. Konserler, festivaller, operetler ilginçtir ki eski zamanlarda çok daha fazla. Bunlardan vazgeçildi mi? Yoksa her şey biçim mi değiştirdi? Bence iki faktör belirliyor değişimleri. Birincisi kapitalist gelişme, her şey metalaşıyor, pazar için üretiliyor. Üretim yaparken de alıcının kültürel düzeyi belirleyici oluyor. İkincisi de bunun sonucu aslında: “poplaşma”… Tarih boyunca üretilen “kaliteli” her sanat ve kültür ürününe “lüzumsuz entellik” yakıştırması yapılıyor. İnsanlar sanatsal ve kültürel açıdan geliştirilmiyor, sanat ve kültür aşağı düzeye çekilerek geniş kitlelere uyarlanıyor. Reel politika gibi… Günü kurtar, insanların istediğini ver, “entel” damgası yeme… Gidişat endişe verici. Rus düşmanlığı Dostoyevski’ye, Çehov’a kadar uzanırsa, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamamız gerekir.

Kitapta, İstanbul’un radyo ve gramofon kültürüyle olan ilişkisine de değiniyorsunuz. Bu bölüm, radyo üzerine okuru düşünmeye sevk ediyor. İlginç bir şey var burada. Radyo; televizyona, sinema salonlarına ve internete rağmen dönem dönem popüler oluyor yine. Sebebi ne sizce? Bu şehrin insanları radyoyla daha farklı bir ilişki mi kurdu?

Bu şehre özgü değil elbette bu durum. Sinema, özellikle de televizyon giderek tam anlamıyla sermayenin eline geçince ve iktidarın sözcüsü durumuna gelince insanlar alternatif ararlar. Şimdilerde internetten de yayın yapılabildiğinden, farklı bir ses duymak isteyen radyo kanallarında dolaşıyor. Tabii radyonun her dönem evde, işte, sokakta, taşıtlarda dinlenebilen bir iletişim organı olduğunu da unutmamak gerekir. Popülerliği biraz da buralardan.

Hüseyin Rahmi’den Refik Halid’e, Orhan Pamuk’tan yeni dönemin yazarlarına kadar pek çok yazara, farklı bölümlerde atıfta bulunuyorsunuz. Bir yazar olduğunuz için de merak ediyoruz: Edebiyatçılarımız, İstanbul’un hakkını gerçek anlamda verebildiler mi sizce? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yeni dönem hakkında fazla bir şey söyleyemem. Yeteri ölçüde izleyemiyorum zaten… Ama geçmişte İstanbul hakkında yazan ve yazdıkları önem taşıyan o kadar çok isim var ki… Ben her zaman başvurduğum isimleri sıralayayım: Koca bir ansiklopedi yayınlamayı beceren Reşat Ekrem Koçu, İstanbul’un “avami” bölgelerini ve insanlarını öğrenmemizi sağlayan Osman Cemal Kaygılı, bir İstanbul külliyatı oluşturabilecek sayıdaki yazılarıyla Sermet Muhtar Alus, Tuncay Birkan’ın çabalarıyla yazılarının büyük çoğunluğuna artık ulaşabildiğimiz Refik Halid Karay… Ulunay, Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim, Burhan Felek, Ercüment Ekrem Talu, Mahmut Yesari… Bu liste uzar gider. Adını andığım bu yazarların dergi ve gazetelerde kalmış binlerce yazısı var. Raflardaki kitaplarından çok daha fazlası var bu kaynaklarda. İstanbul’un geçmişini araştırmak isteyen her fani bu denize dalmak zorunda.

Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Günlerim sürekli çalışarak, araştırarak, yazarak geçiyor. Geçtiğimiz aylarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi için hazırladığım Ertem Eğilmez kitabını teslim ettim. Erkan Serçe ve Ömer Durmaz’la birlikte İzmir Ticaret Borsası için eski İzmir’le ilgi bir kitap hazırladık. Bunlar baskıyı bekliyor. Manifold, İSTanbul, Yemek ve Kültür gibi dergilerde sürekli yazıyorum. Bilgisayarımda sırasını bekleyen dört beş kitaplık birikmiş yazı var. Bütün bunlara son dönemde dizilere yaptığı tarih danışmanlığı da eklendi. Yani nefes almaya bile zor zaman buluyorum…