YAZARLAR

Z-Raporu: Salgın, kriz, savaş

Foucault’nun modern iktidarın belirleyici özelliği olarak tarif ettiği ekonomi politik, bu dönem edebiyatının estetik kuramının da merkezinde oturuyor. Edebiyat çalışmaları finansal krizlerin empati kavramına ve nihayet toplum tahayyülüne yaptığı etkiyi vurguluyor. Kriz de salgın gibi bireylerin arasındaki ilişkilerin bireyler üzerinde bağımsız bir güç olarak etki ettiği bir süreci işaret ediyor.

Nisan ayında başladığım yazı dizisinin çıkış noktası Covid-19 salgınının iktidar ilişkilerinde nasıl bir değişim yaratabileceği sorusuydu. Michel Foucault’nun biyopolitika tezlerini takip ederek 18'inci yüzyıldan 19'uncu yüzyılın başına (yani modern iktidar mekanizmalarının ortaya çıktığı dönem boyunca) edebiyat ve plastik sanatlarda, tıp ve siyaset kuramında, devlet politikalarında salgın hastalıkların nasıl tasavvur edildiğini ve bu tasavvurun toplumsal ve siyasal çatışmalara etkisini incelemeye çalıştım. Araştırmam hala devam ediyor. Dolayısıyla bulguları sistematik bir şekilde değerlendirmek için henüz erken. Lakin bu aşamada bazı izlenimleri paylaşmak istiyorum. Böylece birbirinden bağımsız okunabilecek denemeler olarak kaleme aldığım araştırma notlarını derleyip, bir ara rapor -tabiri caiz ise bir “z raporu”- çıkarmak istiyorum.

FOUCAULT VE SALGINLAR 

Evvela araştırma stratejimi tarif edeyim:

1- Başlangıç noktam Covid-19 sonrası gözlemlediğim manzarayı tarif edebilmekti. Yani amacım 'salgınlar siyaseti nasıl etkiler' şeklinde genelgeçer ve soyut bir toplum kanunu keşfetmek değil, bu salgının özgünlüğünü belirleyebilmekti.

2- Foucault’yu takip etmemim nedeni kendisinin salgın, kamu sağlığı ve siyaset ilişkisi üzerine tezlerinin çağdaş siyaset teorisindeki öncülüğü ve ağırlığıydı. Nitekim Covid-19’a ilişkin birçok tartışmanın merkezinde bu yazarın biyopolitika kavramı oturmaktaydı.

3- Sosyal bilimlerde teori adı altında yapılan birçok çalışmanın aksine amacım, Foucault’yu teoriler tarihi içinde bir yere oturtmak, başka teorilerle karşılaştırmak veya teorisinin bir uygulamasını (“Foucaultcu” bir analiz) gerçekleştirmek değildi. Teori benim için gördüğümü resmetmeye denk düşüyor ve bu bakımdan somut bir durumun özgüllüğünü anlatmanın bir aracı olarak işlev görüyor.

4- Bu amaçla öncelikle Foucault’nun çalışmalarında (salgınlar ve kamu sağlığı bağlamında) biyopolitika kavramının nasıl uygulandığını ele aldım ve bazı kör noktaları tespit ettim. Bunların başında düşünürün salgınların siyaset ve edebiyatta algılanışı üzerine yaptığı temel bir ayırım geliyordu: Buna göre, tarih boyunca salgınlar siyasi düşüncede düzen, edebiyatta ise kaosla bağlantılı olarak tasavvur edilmişti. Yeterince desteklenmemiş bu ayrıma odaklanmaya karar verdim ve 18'inci yüzyılın başından itibaren salgınların Avrupa sanatında nasıl ele alındığını incelemeye koyuldum.

SANAT, EDEBİYAT VE SİYASET TARİHİNİ BERABER OKUMAK

Mensubu olduğum sosyal bilim adetlerinin gereği olarak, incelememin bulgularına geçmeden önce araştırma kaynakları ve bunları değerlendirme yöntemim üzerine bir açıklama yapmalıyım:

1- Araştırmanın kapsamını edebiyatla kısıtlamayıp, çalışmaya resim ve heykel tarihini de dahil etmeye çalıştım. Nitekim, toplumsal tahayyüle ilişkin bir incelemeden görselliği ve performansı dışlamanın hiçbir gerekçesi yok. Teoriyi öncelikle bir bakma/seyretme işlemi olarak gören bir araştırmacı için sadece edebiyat kaynakları kullanmak, bunları diğer kaynaklara nazaran “kayırmak” analizi taraflı hale getiriyor. Bu benim için çok önemli bir yöntemsel bulguydu: Sanat tarihi, edebiyat tarihi, tıp tarihi ve siyasi tarihi beraber okuyan bir analiz, fakülteler arasındaki keyfî (idari ve elbette siyasi) ayrımlara kurban edilmemeli. İdareden bütçe ve piyasadan fon bulmaya çalışan fakültelerin, disiplinlerin kendi konularının, kendi teorilerinin, tarihlerinin ve kendi yöntemlerinin biricikliğini kanıtlamak için yeterli nedenleri var. Oysa benim gibi mesleğini icra etmesi engellenmiş bir akademisyenin Gazete Duvar’da yazarken bu disiplinlerden herhangi birini kayırmak için –kendi cahilliğim ve tembelliğim dışında- hiçbir makul sebebi yok.

2- Güzel sanatları analize dahil etmenin mühim avantajları var: İçinde yaşadığımız dönemde, iletişimde metinden ziyade görsel malzeme ve performans hakim. Bu bakımdan görsel, plastik ve performatif sanatlar bugünü yorumlamak için vazgeçilmez bir kaynak oluşturuyor. Resim, heykel ve tiyatronun propagandada oynadığı merkezi rol araştırmada öne çıkan bir tespit. Dolayısıyla sanat tarihi iktidarın toplumsal karakterini belirlemek açısından önemli bulgular sağlıyor.

3- Disiplinlerarası çalışmanın çetrefilli bir yönü var: Uzmanı olmadığınız bir alandaki tezleri nasıl değerlendireceksiniz? Bu değerlendirmeyi köşe yazısı biçimdeki bir metinde okuru bezdirmeden nasıl aktaracaksınız? Bu sorunları şöyle çözmeye çalıştım: İncelediğim eserlere dair uzmanlık iddia eden disiplinlerin en güncel araştırmalarını okudum. Örneğin, tek başına Daniel Defoe’nun bir romanını ele almak yerine yazarın ve eserinin İngiliz edebiyatı tarihinde nasıl tartışıldığını tarif etmeye çalıştım. Literatürde yarışan tezleri değerlendirdim. Bu yaklaşım beni zaman zaman dönemin eleştiri akımları ve estetik teorilerine yönlendirdi ve bunlar dönemin siyaseti ve ekonomisine ilişkin önemli bulgular sağladılar. Ancak bu mesai yazılarımın arasındaki bağlantıların silikleşmesine neden oldu. Daha mahir bir yazar (ve umarım araştırmayı tamamladıktan sonra ben) yazı dizisinin bütünlüğünü ve akıcılığını daha iyi kurabilirdi.

4- Eserleri üretildikleri dönemin toplumsal bağlamı içinde tarif etmeye çalıştım ve İngiltere, İskoçya, ABD, Fransa ve Rusya (siyaset, tıp, edebiyat, sanat, ekonomi) tarihlerine yöneldim. Bu tarihlerde salgınlar -isyanlar, ekonomik kriz ve savaşlarla beraber- toplumların en ciddi kriz ve karar anlarını temsil ediyor.

TOPLUMUN İKİ HALİ: KAOS VE DÜZEN 

Araştırmadaki izlenimlerimi şöyle özetleyebilirim:

1- Foucault’nun yaptığı siyasi ve edebi tahayyül ayrımı incelediğim eserlerde tutmuyor. Defoe, Brown, Shelley, Wilson, Puşkin ve ele aldığım resimler vebada medeni düzenin çöküşü ve kaosla beraber iyi yönetim, doğru ahlakı da anlatıyorlar. Daha doğrusu kaos ve düzen kavramları, tanımlarında birbirlerini içeriyorlar. Biri olmadan diğerini tanımlamak, tarif etmek mümkün olmuyor.

2- Sanatta salgın tasviri mutlaka birey ve topluma dair bir tezi yansıtıyor. Salgın, sosyal bilimlerde toplumsal olguların kendine özgü bir varoluşunun olup olmadığı meselesinin merkezinde oturan bir hadise. Toplumsal olgulardaki temel nitelik salgında iyice belirginleşiyor: Bireyin hikayesini diğer bireylerle kurduğu ilişkiden bağımsız açıklayamıyoruz. Başka bir deyişle: Toplum birey üzerinde bireyden bağımsız, ama yine de bireyler vasıtasıyla uygulanan bir güç olarak etki ediyor.

3- Bu yorumu kabul edersek, kaos ve düzeni toplumun farklı halleri veya anları olarak kavrayabiliyoruz. Kaos da düzen de toplumun birey üzerindeki etkisiyle tanımlanıyorlar. Defoe’dan Puşkin’e incelediğim bütün yazarlar hükümet, kilise, ordu, polis, belediye işlemez hale gelse de toplumun ayakta kaldığı bir hikaye anlatıyorlar. Yani kaos anında da toplum devam ediyor. Puşkin’in “Veba Zamanında Bir Şölen” adlı trajedisinde veba sırasında ziyafet sofrası kurmuş “düşkünlerin” bile bir toplum oluşturduğunu ve bireyin kendini salgından ve toplumdan yalıtmasının mümkün olmadığını görüyoruz. Robinson Crusoe’nun yazarı Defoe, “Veba Yılına Ait Bir Anı Defteri” adlı romanında medeni (sivil) toplumun ortadan kalkıp tamamen doğa haline dönüldüğü bir durumda toplumsal ilişkilerin nasıl yeniden örgütlendiğini ayrıntısıyla anlatıyor.

KARAKTER VE PERSPEKTİF

4- İncelediğim eserler toplumsalı siyasaldan ayırt ediyorlar; dahası toplumsalı bir müdahale aracı olarak belirliyorlar. Nitekim edebiyatı geçim kapısı yapan bu yazarlar için yazmak belirli bir toplum, yani bir okur kitlesi oluşturmanın, toplumsal müdahalenin aracı. 18'inci yüzyıldan itibaren “okur neyi satın alır, neye inanır, neden zevk alır” soruları bu yazarların estetik anlayışlarını azımsanamayacak ölçüde belirliyor. Estetiğe yön veren psikoloji, romanlardaki karakterlerin tarifinde muazzam bir perspektif yaratıyor. “Aydınlanma” romanı, resimde “Rönesans’ta” elde edilen sahne derinliği ve kompozisyona ulaşılıyor. Bu romanda portre var, natürmort (ölü doğa) var, iç mekan var, peyzaj ve dış mekan var. Kuşku, risk hesapları ve hile de var; dayanışma, dostluk, bağlılık da.

Manzum tiyatro: İzleyiciden okura

MANZUM TİYATRO: İZLEYİCİDEN OKURA 

5- Perspektif derinlik 17'inci ve 18'inci yüzyıl İngiliz ve Fransız manzum tiyatrosunda var olan bir özellik. Roman, karakter tahlili tekniğinde Shakespeare ve Racine’e çok şey borçlu olmalı. Aralarındaki farklara rağmen her iki tiyatro ustasının hikayesinin merkezinde kuşku içinde diğer karakterleri yorumlamaya çalışan karakterler var. Her ikisinde de tiyatro metni usta bir şairin ürünü. Nancy Anderson “şiirde sinizm zor bir iştir” diyor, çünkü “sinizm hayal gücünü öldürürken, şiir yükseltir” (1). Bu güçlükte tiyatroya performans yardımcı oluyor: Sonuçta bu metinler izleyiciyi hedefliyor, okuru değil.

Wilson’ın “Veba Şehri” ise oynanmak değil okunmak için yazılmış. Eğer Shakespeare ve Racine’in karakter ve sahne derinliğini takdir etmek isterseniz Wilson’ın manzum tiyatrosunu okuyabilirsiniz. Wilson’ın piyesi, üniversitede okuttuğu ahlak ve ekonomi politik doktrinlerinin bir temsili gibi. Foucault’nun iktidar analizinin merkezinde oturan ekonomi politik ve ahlak disiplinleri profesörü Wilson’ın edebî tahayyülü, düşünürün temel tezlerini test etmek için iyi bir fırsat sunuyor.

Wilson’ın oyununun bir sahnesinin Shakespeare ve Racine hayranı olan Puşkin’in elinde kazandığı derinlikte şairin yakın plana geçmesi önemli bir rol oynuyor. Wilson’ın ana hikayesini kesip atan Puşkin, orijinal metinde ikincil bir hikaye olan “veba particileri” üzerinden toplumsal meseleyi anlatıyor. Çerçeve boyutunu küçültüp karakterleri belirginleştirmek Puşkin’in etkileyici bir kompozisyon yaratmasını sağlıyor. Nitekim, incelediklerim içinde Puşkin’in küçük trajedisi müziğe ve resme uyarlanan yegane eser.

YENİ SORULAR, YÖNLER 

Foucault’nun modern iktidarın belirleyici özelliği olarak tarif ettiği ekonomi politik, bu dönem edebiyatının estetik kuramının da merkezinde oturuyor. Edebiyat çalışmaları finansal krizlerin empati kavramına ve nihayet toplum tahayyülüne yaptığı etkiyi vurguluyor. Kriz de salgın gibi bireylerin arasındaki ilişkilerin bireyler üzerinde bağımsız bir güç olarak etki ettiği bir süreci işaret ediyor. Dahası: Krizler, salgınlar ve savaşlar arasında dikkate alınması gereken tarihsel ilişkiler var. Bu üç olgunun beraber belirdiği dönemler az değil ve bu dönemlerde salgın sık sık krizi, savaşı tarif edecek bir mecaz olarak karşımıza çıkıyor (örneğin, borç salgını veya savaş salgını).

Kriz, salgın, isyan ve savaş modern yönetim biliminin ve tekniğinin asli konuları olduğu için bundan sonra yönetim meselesine yönelmeyi düşünüyorum. Burada -kanımca Foucault’nun ihmal ettiği- doğa hukuku ve toplumsal sözleşme doktrinlerinin yönetim teorisi ve pratiği açısından nasıl bir işlev gördüğüyle ilgileniyorum. Böylece Foucault’nun deyişiyle salgının edebî tahayyülünden siyasî tahayyülüne geçeceğim. Bunun yanında, sanat ve edebiyat tarihi incelemelerinin ortaya çıkardığı bazı soruların da peşine düşeceğim. Akımlar, türler ve sanat dallarının özerkliği meselesi sosyal bilimlerdeki disiplinlerin (siyasetin, ekonominin, jeopolitiğin) özerkliği meselesine benzer bir manzara sunuyor. Her biri bağımsızlığını ilan etmiş disiplinlerin arasında destursuz bir şekilde ilerleyen bu yolculuğun günlüğünü takip etmek zaman zaman okuru yorabilir. Bu yorgunluk kısmen yazarın yorgunluğundan ve acemiliğinden, kısmen de yolculuğun kendisinin yoruculuğundan kaynaklanıyor. Nihayetinde amacım belirli bir başlıkta okurun kolayca tüketebileceği ve aktarabileceği kanaatler üretmekten ziyade kendi düşüncelerine dalabileceği metinler üretmek. Yeni sorumluluklarımdan ötürü aynı sıklıkta olmasa da, buna elimden geldiğince devam edeceğim.

1- Nancy K. Anderson, “The Little Tragedies in English: An Approach”, The Little Tragedies içinde, Nancy K. Anderson (Çev), New Haven, Yale University Press, 2000, s.28.