Yüzyılın seçimi: Türken Raus!* ya da faşizmle mutabakat / mücadele meselesi!

Gelinen noktada vadedilen, faşizan fikirlerin demokratik değerlere üstün geldiği, (sosyal) demokrasinin ancak sos haline geldiği, sosyal demokrasi soslu faşizmdir.  

Google Haberlere Abone ol

Necat Keskin*

Son bir haftadır bize inandığımız düşüncelerimizi, durduğumuz yeri, nerede durmamız gerektiğini sorgulatan gelişmeler yaşanıyor. Seçim sonuçlarından ve her iki ittifakın kazanmak için giriştikleri çabalardan bahsediyorum. Malum her iki ittifakın adayı da oyların yüzde 50+1’ini alamayınca, seçim ikinci tura kaldı ve bu arada yüzde 5,17’lik bir oy alan “milliyetçi” ATA ittifakı da haliyle kıymete bindi. İttifakın adayı Sinan Oğan tercihini Recep Tayyip Erdoğan’dan kullanınca da, Kemal Kılıçdaroğlu’na da ATA ittifakı içinde yer alan “büyük parti” konumundaki Zafer Partisi kaldı. Gide gele, sonunda bir “mutabakat” metni ile Zafer Partisi ve lideri Ümit Özdağ ikinci turda Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceklerini birlikte ilan ettiler. Bu mutabakat metninde dikkat çeken 3 nokta var bence. Suriyelilerin geri gönderilmesi; hepimizi “Türk”leştiren 66. Madde ve “kayyım” uygulamasına devam edilmesi, ama “yargı kararıyla”! Yağmurdan kaçarken, doluya tutulma ile karşı karşıyayız sanki!

Mutabakat metni ve antlaşma kameralar önünde kamuoyuna açıklanmadan önce de bir haberin görseli ve Ümit Özdağ’ın buna yönelik cevabı sosyal medyada yayıldı. “Sosyal Demokrat” CHP’nin gençlik kollarından gençler “Suriyeliler Gidecek!” diye duvarlara yazılama yapmışlar, ırkçılığı ayan beyan ortada Zafer Partisi lideri de onları etiketleyip “İçişleri Bakanı” olarak Suriyelileri göndereceğini ifade etmiş! Türkçesi “Türkler Dışarı!” olan yukarıdaki başlıkla ne kadar tanıdık değil mi? Ek’te yer alan görsellere lütfen bir daha bakın! Birinci fotoğraf DiasporaTürk’ün twitter hesabından alındı:

https://twitter.com/diaspora_turk/status/636239257338822656). İkinci fotoğraf ise CHP Gençlik Kolları Başkanı’nın twitter hesabındaki kısa videodan alınma: 

Başlık bu yüzden seçildi, hikaye bilindik. Almanya (Federal olanı!), İkinci Dünya Savaşı sonrası ülkenin yeniden inşası için yabancı işçilere ihtiyaç duyar, aralarında Türkiye’nin de olduğu birkaç ülke ile “misafir işçi” antlaşmaları yapar. 1961’de Türkiye’den ilk misafir işçiler (Gastarbeiter) Almanya’ya ayak basar. Bunların “misafir” oldukları ve nasılsa “iş”leri bitince gidecekleri (ya da gönderilecekleri) düşünüldüğünden olsa gerek, ilk kafileler çiçeklerle, güllerle karşılanır. Sonra bunların sadece işçi değil, “insan” oldukları anlaşılır; gitmedikleri gibi yenileri gelir arkalarından, aileleri, çocukları, akrabaları gelir! Türkiye’deki baskılardan kaçan, ekonomik sıkıntılardan kaçanlar soluğu Almanya’da alır. Gittikçe çoğalırlar bu “misafir”ler! Problemler o zaman başlar ve Neo-Nazi faşistleri başlıktaki yazıyı özellikle Türkiye kökenlilerin olduğu semtlerdeki duvarlara yazılamaya başlarlar… Açık açık faşizmdir bunun adı ve ülkenin Solcuları, Sosyal Demokratları hatta sonraları Hristiyan ve Liberal Demokratları da bu “faşizm”e karşı dururlar… Ve böylece bugüne gelindiğinde, sorunlar devam etse de, kimse açık açık bu şekilde bir sloganı Almanya’da bir duvara yazma cesareti gösteremez duruma gelir. Örneğin aşırı sağcı, yabancı düşmanı AfD (Almanya için Alternatif) partisi ile kimse herhangi bir konuda yan yana bile görünmek istemez!

Şimdi hikayenin bu taraftaki kısmına gelelim. 2011’de bizzat Türkiye’nin ortaya çıkmasında büyük bir pay sahibi olduğu iç savaştan kaçarak sınırı geçen binlerce, yüzbinlerce kişi “misafir” olarak kamplara alındı; kamplar dolup taşınca ve AB’den de “para yardımı” gelmeyince, kendi hallerine bırakıldılar bu “misafirler”. Kimi büyük şehirlerde, kimi küçük şehirlerde ucuz işgücü haline geldiler ki sonradan iktidar bu durumu “Suriyeliler giderse ekonomi çöker” diye itiraf etme durumunda kaldı. Bu arada çoğu burada iş-güç sahibi oldular, evlendiler, çocukları burada doğdu, burada okula gitti/gidiyor ki, Türkçe öğrendiler, üniversiteye gittiler, bir kısmı vatandaşlık aldı bu yıllar boyunca… “İnsan”ın olduğu her yerde doğal bir “adaptasyon” süreci geçirdiler yani… Bir kısmı düpedüz buralı oldu yani, sınırın karşı tarafında akrabaları olan buralı “Suriyeli”ler… Tıpkı Almanya’daki Türkiyeliler gibi… Ve artık “misafir” olmadıkları anlaşılınca da bütün ırkçı, milliyetçi öfke onlara yönelmeye başladı… Öyle ki “Suriyeliler Gidecek!” sloganı kendisini sosyal-demokrat olarak da tanımlayan, ya da öyle gördüğümüz- görmek istediğimiz- parti tarafından bile kullanılır duruma geldi.

Seçimler ikinci tura kalınca ve milliyetçiliğin “iş” yaptığı da görülünce herkes var gücü ile basbayağı faşizme varan bu milliyetçiliğe sarılmaya başladı. Değişim ve Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesi hedefi ile yola çıkan bir ittifak olan “millet” ittifakı ve adayı bile birdenbire faşizan söylemleri kabul eder bir konuma geldi.

Şimdi, diyelim ki yaklaşık 4,5-5 milyon Türkiye kökenli vatandaşın yaşadığı Almanya’da ani bir kararla, ırkçı bir parti ile 1 yıl içinde Türklerin –zorla gönderilme seçeneği de dahil olmak üzere!- ülkelerine geri gönderileceğine dair bir mutabakat metni imzalanırsa, bunun adı ne olur? Ve sorsan kendilerini büyük ihtimalle “sosyal demokrat” olarak tarif edecek CHP’nin lideri ve gençleri ve adı geçen partinin “en milliyetçi”(!) liderinin bu duruma cevabı ya da tepkisi ne olur? Aynı soruya Almanya’da yaşayıp da bu “arkadaşlara” oy verenlerin cevabı ne olur, ya da hiç düşünüyorlar mıdır böyle bir sorunun üzerinde acaba? (Yazmaya başlayınca Banu Güven’in yıllar önce aynı konuya ilişkin bir yazısına denk geldim.

Onlar ne derler, ne düşünürler, hatta düşünürler mi bilemem ama, nerede olursa olsun, kim tarafından ifade edilirse edilsin, kim tarafından uygulamaya geçirilirse geçirilsin, bunun adı düpedüz yabancı düşmanlığıdır, ırkçılıktır, faşizmdir. Nokta!

Faşizm ile uzlaşılmaz, mutabakat yapılmaz, mücadele edilir çünkü o insanı etnik kökeninden, yaşam biçiminden, dilinden, dininden, kısacası kültüründen dolayı ayrıştırır, birisini diğerine “üstün” kılmaya çalışır!

Mutabakat metninde yer alan 7 maddeden bir tanesi de Anayasanın “Türk”lüğe vurgu yaparak vatandaşlık tanımı yapan 66. maddesinin olduğu gibi korunmasıdır. Yani, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan hepimizin “Türk”lüğünü yeniden tescil etmek istiyorlar bu arkadaşlar! Değişim ve Cumhuriyet’in demokratikleşmesinden çıka çıka “fabrika ayarları”na dönüş çıkıyor!. Bir sonraki aşama ne? Vatandaş Türkçe Konuş! mu? Kürtçe konuşmanın yasaklanması mı?

Gelelim “kayyım” meselesinin ele alındığı mutabakatın 4. maddesine. Üzerinde mutabakat sağlanan bu maddeye göre “…Terörle mücadele çerçevesinde, terörle bağlantısı hukuki kanıtlarla sabit olan mahalli idare yöneticileri yerine devlet görevlileri ataması uygulamasına yargı kararı çerçevesinde devam edilecektir…”. Yani? Bakmayın cümleye “hukuki kanıtlar” ve “yargı kararları” ifadelerinin serpiştirildiğine, demek istenilen çok net bir şekilde şudur: Biz tanımayız halkın iradesini, bizi ilgilendirmez oradaki halkın kimi seçtiği, istediğimiz zaman buradan istediğimiz kişiyi yerine atarız! Sanki “hukuki kanıtlar” öne sürmek çok zormuş gibi, bugün yapılanlar bir şekilde “yargı kararları” çerçevesinde değilmiş gibi! İstanbul Barosu eski Başkanı Turgut Kazan’ın hatırlattığı gibi, karşı çıkılan Recep Tayyip Erdoğan’ın OHAL rejiminden yararlanarak uygulamaya soktuğu ve kalıcılaştırdığı, hukukla, demokrasi ile bağdaşmayan bir uygulamayı devam ettirmeyi vadeden bir madde!

Hukukun üstünlüğünün tam anlamıyla yaşandığı, insanların özgürce kendilerini ifade ettikleri, demokratik değerlerin üstün olduğu güzel, güneşli günler vadeden adayın geldiği nokta;  yüzde 2,3 oy oranı alan ırkçı, yabancı düşmanı bir parti ile en ufak tabirle sorunlu, demokratik değerlerle bağdaşmayan bir protokol yapmak, hatta belki de bakanlık vermek; fakat yüzde 8,5 oy alan Yeşil Sol parti ile fotoğraf vermekten bile imtina etmek; en önemli bileşeni olduğu, yüzde 10,5 oy alan Emek ve Özgürlük İttifakı'nın adını anmamak ve sonra da onların tabanından oy istemek! Gelinen noktada vadedilen, faşizan fikirlerin demokratik değerlere üstün geldiği, (sosyal) demokrasinin ancak sos haline geldiği, sosyal demokrasi soslu faşizmdir.  

Tüm bunlara HDP’nin, sol, sosyalist, demokratik, emekten ve halkların kardeşliğinden yana hareket eden Emek ve Demokrasi güçlerinin cevabı nedir? Öyle ya, şimdiye kadar taban “Tek adam rejimi”nden kurtulmaya ikna edilmeye çalışıldı. Bu mutabakat’tan sonra tabanı nasıl ikna edecekler? Bu yazı yazılırken gelen haberlere göre HDP kurullarını toplamıştı ve ilk açıklamayı da eski Eş başkanlardan Sezai Temelli twitterden yapmıştı: “Boykot, moykot yok! Sandığa gideceğiz, faşizmi yıkacağız, iktidarı değiştireceğiz.” 

Akabinde, büyük ihtimalle MYK’da tartışmalar yaşanmış olacak ki “protokol”e yönelik kararın alınmasının yarına (25 Mayıs) bırakıldığına ilişkin yazılı bir açıklama yapıldı. Evet bu bir tuzak olabilir, aşırı milliyetçilerin her kesimden demokrasi isteyenlerin bir araya gelmemesi için onların önüne koydukları sinsi bir tuzak; fakat bu tuzağa düşenlerin hiç mi kabahati yok? Diğer yandan, Emek ve Özgürlük İttifakı'nın diğer bileşenlerinden ise şimdiye kadar herhangi bir ses seda olmaması da garip!

Bu şartlar altında ve bir yanda sosyal demokrasi soslu faşizm, diğer yanda siyasal İslam soslu faşizm vadeden bir durum karşısında, HDP/Yeşil Sol ve Emek ve Özgürlük İttifakı bir açıklama yapmak, açık bir tavır almak durumundadır. Emekten, demokrasiden, halkların eşit birlikteliğinden, özgürlükten yana olanlar, sonu faşizme varan iki yoldan birisini seçmek zorundalar mı?!

*Öğretim Üyesi- Mardin Artuklu Üniversitesi