Yine mi “82 Halep” meselesi?
Ve saatli bombayı eline alıp bu kadar rahatça oynayabilmenin sırrı da, tıpkı İdlib açmazına herhangi bir inandırıcı çözüm formülünün kimse tarafından bulunamayışındaki acımasızca kesinliğe benzer şekilde, şu an için İdlib’e hükmeden Heyet Tahrir el-Şam devletçiğinin tek hayat kaynağının Cilvegözü (Türkiye-Suriye) sınır kapısından gelen mal ve para oluşunda. Ankara usulca kapıyı çekiverse, HTŞ de, İdlib’deki yapı da çöker.
Suriye’de denge değişiyor, yeni hesaplar ve temaslar yolda, Ankara’nın başrole soyunduğu oyun gündemimizin ortayerine oturmak üzere. Suriye’de cihatçı silahlı örgütlerle ordu arasında dört-beş yıldır büyük can kayıplı çatışmalar yaşanmıyordu. Korkulur ki sınırlı sükûnet son buluyor.
İdlib şehrinin adıyla anılan, Suriye devlet güçlerinden arındırılmış bölgenin silahlı örgütleri, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) komutası altında Halep’e doğru taarruza geçtiler ve kayda değer dirençle karşılaşmaksızın üç günde 20 km ilerleyerek şehre girdiler. Bu satırlar yazılırken şehrin batısındaki dış semtlerden bazılarını ele geçirmiş, merkeze ilerlemekteydiler. “Düştü düşecek”çilerin yüzü gülüyor.
İdlib şehri ve çevresinde HTŞ yönetiminde kurulan ve Türkiye tarafından yaşatılıp korunan devletçiğin yalnız imha tehdidiyle karşı karşıya kalmış Suriyeli cihatçılara ve Şam’ın denetimi altındaki yerlerden kaçan iç göçmenlere sığınak temin etme işleviyle sınırlı kalmadığı, fırsatı bulunduğu anda Suriye içindeki nüfuz-hakimiyet dengesini değiştirmek üzere harekete geçirilebilecek bir ordu barındırdığı böylece anlaşıldı.
Bu ordu İdlib’den doğuya, Halep’e doğru üç cepheden saldırıya geçti ve bu satırlar yazılırken Halep’in birkaç semtine girmiş, bazı mahalleleri ele geçirmişti.
Cihatçı ordusunun hem de süratle yaklaşması Halep halkı arasında paniğe yol açtı, şehirden göç başladı. Suriye’de yalnız devlet işlerinin ve askerî hareketlerin değil gündelik yaşamın da sürebilmesi için hayatî önemi olan ve biri kabaca kuzeyden güneye, öteki batıdan doğuya ülkeyi kat eden iki karayolu, bir ara adlarını sık duyduğunuz M4 ve M5, çok kritik yerlerinden kesildi. Halep’ten kaçmaya çalışanlar, çölden geçen eski uzun yolu kullanmak zorunda kalıyorlar.
Oysa bu yolların açık tutulması, Moskova ile Ankara’nın vardıkları anlaşmanın gereğiydi, ikisinin ortak sorumluluğundaydı. Öyle ki, M4 karayolunun, İdlib cihatçı bölgesinin güneyinde kalan (Lazkiye’ye uzanan) parçası ve iki yanındaki altışar km’lik güvenlik şeridi, o anlaşmadan bu yana yöre kaynaklı kimi haberlerde “Putin-Erdoğan Bölgesi” diye anılıyordu.
Bileşik cihatçı ordusu, Halep’e şehrin batısından saldırdı, tam da en sıkı korunması beklenecek yerden, neredeyse M5 karayolunun üzerinden ilerledi. İlerleyişin sürati, karşılarındaki savunma hattının çabucak çöktüğünü gösteriyor. Yani Suriye (+Rusya +İran), Halep için üç-beş gün dayanabilecek savunma imkânını bile meğer yitirmiş. İsrail’in Hizbullah ve İran’a verdiği hasarın Suriye’deki askerî dengeyi tepetaklak ettiği anlaşılıyor.
Belli ki sarsılan yalnız askerî denge değil, moral-maneviyat bakımından da İsrail’in Suriyeli cihatçılara büyük katkısı olmuş.
İdlib deyince ne anlıyoruz?
Batman ilinden büyük, Sakarya’dan küçük, Trabzon’a yakın büyüklükte bir yer. Savaştan önceki nüfusu 2 milyonun biraz üzerindeydi. Ne kadarı şu anda orada, ne kadarı yurtdışına göçtü, kesin bilinmiyor. İç göçmenler ve yabancı cihatçılarla hâlihazırdaki nüfusu 5 milyona yaklaşıyor.
Sırf savaşın ağırlaştırdığı geçim şartlarını da gözönüne alarak bütün bu nüfusun buraya sıkışıp kaldığını söylemek isabetli olur. Kaldı ki, silahlı on binlerce militan, şimdilik kısmen güvence altına alınmış bu bölgeden çıktıkları anda imha edileceklerini bilerek yaşayageldiler; ilaveten, Orta Asya, Kafkasya ve Mağrip’ten, kimi aileleriyle birlikte gelip buraya yerleşmiş cihatçıların dönebilecekleri yer de yok. Sırf Alevi nüfusun katliamlarla sürüldüğü Cisr el-Şuğur’a yerleştirilen Uygurların, beş yıl önce, çoluk çocuk 15 bin kişiden fazla olduğu söyleniyordu.
İdlibli cihatçılar, Suriye İçsavaşı’nın başlarında dışarıdan bol yardım alabiliyorlardı. Çatışmanın Rusya-Türkiye-İran anlaşmalarıyla denetim altına alınması ve rejimin silahlı muhaliflerinin -Ankara korumasıyla- geçici de olsa yaşam güvencesine kavuşturulmasıyla, Beşar Esad’ı devirme peşindeki Arap devletlerinin Suriye’ye ilgisi azaldı, yakın zamanda da Esad’ın yeniden benimsenmesiyle, Suriyeli cihatçılar için önemli kapılar kapandı.
Ankara’nın Şam’la anlaşma yolları aramaya başlaması, hoşnutsuzlukların basbayağı isyana yaklaştığı çeşitli protesto gösterilerinin de ortaya koyduğu üzre, İdlibli cihatçılar ve muhalifler için alarm zillerinin çalmaya başlaması anlamı taşıdı. “Savaşları bitirme” iddiasıyla atıp tutan, üstüne üstlük Putin sevdalısı yeni ABD başkanının başlarına açabileceği belaları da düşününce, İdlib cihatçılarının ne yapıp edip acil çıkış yolu araması mâkûl. Ellerine bir nevi hayat garantisi olarak kullanabilecekleri pazarlık kozları geçirmek istemelerinden daha doğal şey yok. Aslına bakarsanız, başka çareleri de yok.
Dolayısıyla, Moskova ve Tahran’a Ankara’nın verdiği, Suriye’deki kocaman saatli bombayı patlatmadan tutma güvencesi geçersiz kaldı. Şu anda yaşanan, muhtemelen tenhada kendini imhaya sürüklenmeden önce bu saatli bombadan Ankara’nın anlık azamî yararı sağlama operasyonu.
Ve saatli bombayı eline alıp bu kadar rahatça oynayabilmenin sırrı da, tıpkı İdlib açmazına herhangi bir inandırıcı çözüm formülünün kimse tarafından bulunamayışındaki acımasızca kesinliğe benzer şekilde, şu an için İdlib’e hükmeden Heyet Tahrir el-Şam devletçiğinin tek hayat kaynağının Cilvegözü (Türkiye-Suriye) sınır kapısından gelen mal ve para oluşunda. Ankara usulca kapıyı çekiverse, HTŞ de, İdlib’deki yapı da çöker.
Esad veya muadili herhangi bir müstakbel Suriye yönetimini, İdlib’deki silahlı elemanların pekâlâ sivil siyasete katılabilecek uyumlu yurttaşlar haline getirilebileceğine ikna etmek herhalde mümkün olmayacaktır. Bu yüzden, İdlib nüfusunun istikbali hayli karanlık. Çaresizsen, birilerinin oyunlarında rol alıyorsun. Oyunları kuranlar içinse “fırsat” kavramı, “açığını bulma”, “zaafını kollama” deyimleriyle birlikte, Ortadoğu sözlüğünün en çok başvurulan sayfalarında yer alıyor olmalı.
Buna, İdlib’deki militan takımından bazısının, eylemsizlikten ve birilerinin oyunlarına alet olmaktan duydukları hoşnutsuzluğu, HTŞ’yi rejime karşı eylemsizlikle suçladıklarını ekleyelim.
Yani on binlerce cihatçının, aylardır şimdiye kadar görülmemiş disiplinle hazırlanıp eyleme geçtiği söylenen son saldırının neden bu kadar geciktiğini sorsak yeridir.
O halde, niye şimdi?
En kısa geçeceğim fasıl bu. Muhtemelen bir-iki gündür, zamanlamanın Suriye rejimine karşı saldırıya geçmek için neden bu kadar uygun olduğuna dair pek çok şey okumuşsunuzdur.
Suriye yönetiminin, bırakın ülkenin bütününü, Şam’ın denetiminden çıkmış birçok parçayı mâkûl zayiatla yeniden ele geçirecek, elde tutacak, düzene sokup yönetecek gücü yok. Rusya’sız, İran’sız kendini ne ölçüde savunabilir, şüpheli.
Ukrayna savaşına odaklanmış Rusya, her ne kadar o savaşta üstünlük sağlamış bulunsa da, meseleyi halledecek ölçüde uçağını, pilotunu, askerini Suriye’ye ayıramıyor. Kuzey Kore’den takviye asker temin etmek zorunda kaldı. Son cihatçı saldırısının hemen başında, Tel Rıfat’tan, Menagh hava üssünden, hattâ bizzat Halep’ten askerlerini çekti. İran’sa, bildiğiniz üzre, zorda. İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbe ile Suriye’deki İran milisleri ve Kudüs Gücü’ne verdiği hasarlar çok ağır. Irak’taki milislerden Halep’e takviye yaptı, ancak Hizbullah’ın kırılan etkinliğini telafi etmesi zor. Ayrıca Suriye’deki İran varlığı her an yeni İsrail saldırılarıyla kan kaybedebilir.
Rusya ile İran’ın etkisizleştirildiği ortamda Esad yönetiminin, bırakın İdlib’deki yapıyı ortadan kaldırmayı, Halep düşerse onu nasıl geri alabileceği bile belirsiz.
Madem öyle…
Yani ortam hamleye elverişli, ama bunu daha da münasip kılan, anlaşılıyor ki, Ankara’nın “madem öyle” tepkisi. Çekilmeyi öngörmeyen “görüşme” arayışına Şam’ın yanaşmayışı, Moskova’nın yardımcı olmayışı, üstüne üstlük, Rusya yetkililerinin ağzından “işgalci güç”, “çekilme” gibi kavramların dökülmeye başlaması, Ankara’da cihatçıların “zayıf bulmuşken saldıralım” hevesini teşvik arzusu yaratmış olmalı.
Elbette, askerî vaziyetin nasıl gelişeceği bu yazı yazılırken belirsizdi. Ancak Halep’in kaderi şimdilik belirlense bile yarın ne olacağı yine belirsiz. Saldırı bugün püskürtülse yarın ne olur? Aksi ihtimalde Şam hangi güçle, nasıl geri alır? Cihatçılar koca Halep’le ne yapar? Yoksa oraya da Urfa valisi mi bakar?
Halep’e saldırı üstüne konuşulurken, daha önce niyetlenildiği ama Ankara’nın -Cilvegözü kozunu kullanarak- HTŞ’yi durdurduğu söyleniyor. Ancak “Esad açılımı” girişimlerinin sonuç vermeyişi üzerine, “madem öyle” tepkisi galiba “yürüyün böyle”ye varmış.
Türkiye’nin bu işteki rolü ne?
HTŞ komutasındaki orduya SİHA’lar vermek gibi doğrudan katılım söz konusu değil anlaşılan. Cihatçıların elindeki SİHA’ları Ukrayna’nın verdiği söyleniyor.
Ancak harekâta en azından meşruiyet kazandırma düzeyinde iştahla sahip çıkıldığı ortada. Resmî görevli olmayıp yönetenler adına temsilî roller oynayan ve düpedüz vazifeli sayılmaları gerekirken nesnel değerlendirmeci muamelesi yapılan “Tink Tonk”çulardan biri, bir uluslararası yayında şunları söyledi, silahlı örgütlerin askerî başarıları kalıcı kılıp kılamayacakları konuşulurken: “… Suriyeli isyancıların henüz oynamadıkları önemli bir kartları daha var: Türkiye’nin dolaylı desteği. 2020’de temelde Türk dronları ve Türk topçusu İdlib’i Esad ve Rusya’nın almasını önledi… Şimdi de isyancılar açısından zor bir durum doğarsa onlar Türkiye’nin desteğine güvenebilecekler… ve Esad birtakım geri adımlar atmak zorunda kalacak.”
Göz yumma ve teşvikten epey ötesinin kastedildiği açık. Resmî düzeyde de yeterli açıklık var. İdlibli cihatçılar, aylardır hazırlandıkları saldırının gerekçesi olarak, denetimleri altındaki bölgenin Rusya uçakları ve Suriye topçusunca sık sık vurulmasını gösterdiler ve Halep taarruzuna “Saldırıları Caydırma” türü bir isim verdiler.
TC Dışişleri de birkaç gün sonra bu gerekçelendirmeye katıldı ve, “İdlib’e saldırılar”ı bugünkü gelişmelerin kaynağına yerleştirdi: “İdlib’e yönelik son dönemdeki saldırıların, Astana mutabakatlarının ruhuna ve işleyişine zarar verecek boyuta ulaştığı ve ciddi sivil kayıplara yol açtığı konusunda gerekli uyarıları çeşitli uluslararası platformlarda yapmış ve bu saldırıların durdurulması gerektiğini kayda geçirmiştik. Nitekim, son günlerde yaşanan çatışmalar, bölgedeki gerginliğin istenmeyen şekilde artmasına sebep olmuştur.”
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli’nin sözleriyle, “Türkiye bakımından büyük önem teşkil eden” bir sorunla karşı karşıyayız ve Ankara, “Gelişmeleri, Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğüne atfettiğimiz önem ve terörle mücadeleye verdiğimiz öncelik çerçevesinde çok yakından takip ediyor”.
Burada “terörle mücadele”den kasıt elbette İdlib’in on binlerce silahlı cihatçısı değil, “mevcut istikrarsızlık ortamından istifade etmeye çalışan Tel Rıfat ve Münbiç’teki terör grupları” (YPG). Ve zeytinyağı: “Bu bölgelerdeki terörist varlığının sonlandırılması amacıyla paydaşlarla daha önce varılan mutabakatların gereğinin yerine getirilmemiş olması endişelerimizi artırmakta”.
Sözcü gerçi, Ankara’nın, “2017 yılından bu yana”, “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’yle ilgili” olarak “tesis edilen mutabakatlar”ın “gereğini hassasiyetle yerine getirmekte” olduğunu ileri sürüyor, ancak HTŞ öncülüğünde bileşik cihatçı kuvvetinin giriştiği harekât bunun aksini gösteriyor. Zira söz konusu mutabakatlara göre, Ankara’nın, İdlib’deki sayısız askerî mevzisi ile, oradaki silahlı güçleri denetimi altında tutması, oraya buraya saldırmalarını önlemesi gerekiyor. Oysa şu anda yaşananı en kısa yoldan ifade etmemiz gerekirse, “Soçi, Astana, vs. bitti,” diyebiliriz.
Moskova ile Ankara’nın Suriye’deki dansı zaten birlikte uyumlu harekete hiç dönüşmemiş, Ankara açısından, otuz üç askerin katledilmesinin hesabının sorulmayışı ölçüsünde tavizlerle, Moskova açısından, Ankara’nın icabında istediği yere savurabileceği sözkonusu saatli bombayı elinde tutmasını kabullenme eşliğinde sürdürülebilmişti. Uğursuz S-400 macerasının, âdetâ Türkiye’nin NATO üyeliğini Vladimir Putin’in kafasına kakmak üzere yazılmış TV dizisine dönüşmesi ve Ukrayna savaşının doğurduğu pürüzler, Ankara’nın zayıf haliyle yakaladığı Esad’a birşeyler dikte etmekten ibaret görünen “görüşme” ısrarıyla üstüste binince, Rusya’nın yetkili ağızlarından Suriye’deki TSK varlığı için “işgalci güç”, “çekilme” gibi kavramlar döküldü.
Gelsin konuşsun??
HTŞ öncülüğündeki Halep harekâtı, Suriye’deki kanlı savaş dengesinde Tahran’ın -eğer Hizbullah’ın boşluğunu bizzat Devrim Muhafızları’nın özel birlikleriyle falan gidermeye kalkmayacaksa- giderek geri plana sürükleneceğini, Moskova’nın -eğer gücünü Ukrayna’ya hasretmişliği yüzünden burada yeni bir atılıma girişemiyorsa- caydırıcılığının ve olaylar üzerindeki etkisinin azalacağını, Şam’ın -eğer hâlihazırda kimsenin ihtimal vermediği bir silkinişle otoritesini yeniden tesis etmesini sağlayacak mucize yaratamayacaksa- içeride denetimi altında tutabildiği toprakları, uluslararası düzlemde kaale alınırlığını bütünüyle yitireceğini, Ankara karşısında da büyük ölçüde dezavantajlı konuma düşeceğini gösteriyor.
Ya Ankara? Eğer bileşik cihatçı ordusunun şu andaki askerî başarısı sürer ve Halep düşerse, Ankara herhalde Şam’a “n’oldu bizim iş?” diyecek, belki bunu bile yapmayıp Esad’ın kapıyı çalmasını bekleyecek. Şart dayatma konusunda “elde Halep” pozisyonu elbette büyük avantaj. Yani topluca bir defa daha, “Bi top mermisi kaç para, biliyonuz mu siz!” fırçası yememiz ihtimal dahilinde. Yine Devlet Bahçeli’nin çıkış yapması, “Esad gelsin, burada konuşsun, derdi neyse anlatsın,” demesi ihtimali de… neden olmasın?