YAZARLAR

'Yeni anayasa' ve üniversite

Bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde üniversite özerkliğini ve bilim özgürlüğünü savunan gençler, öğretim üyeleri taleplerinin “yeni anayasa”nın gerçek konusu olduğunu ve bu anayasada üniversitelerin saygın bir yerinin bulunacağını kanıtlıyorlar. Bunu üniversitenin bir kurum olarak şahsiyetini koruyarak yapıyorlar. Dolayısıyla talepleri siyasal, anayasal talepler. Bu nedenle de Türkiye rejiminin bütün anayasal sorunlarını kesen bir düzlemden sözlerini kurabiliyorlar.

AKP-MHP’nin kuvvetler ayrılığı ve temel hak ve özgürlüklerin güvenceye alınması anlamında bir anayasaya ihtiyacı yok. Darbe anayasasının 7 Kasım 1982’de hâkim olan ruhunu oluşturan üç öğe; yürütmenin yasama karşısında güçlendirilmesi, devletin yurttaşa karşı kutsallaştırılması ve temel haklara ilişkin katmerli sınırlamalardır. Bunu içselleştirmiş rejimin ittifak halindeki sahiplerinin “yeni anayasa” ruhu, sokak ortasında ters kelepçe ile işkence yapılan öğrencilerin üzerinde dolaşırken seçilebiliyor. Bu ruh, Türk İslam sentezini formüle eden ve yayan, darbenin ardından devlet makamlarında kısmetleri açılan Aydınlar Ocağı’nın ruhudur. Devlet ve demokrasi arasında tercih sorusunu ortaya atıp bu durumda anayasanın rafa kaldırılabileceği fikirlerini gündeme getiren Tercüman gazetesi anayasa seminerleri katılımcılarının ruhudur. İşçi sınıfından intikam almayı kollayan ve darbe ile bunu başaran, anayasaya ilişkin her istedikleri yerine getirilen Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun ruhudur. “Sıkıyönetim komutanlıklarının terör ve zorbalık odaklarına karşı başarı kazanmasına yardımcı olduğunu” Kenan Evren’e yazan Aydınlıkçıların (1) ruhudur. Gençliğe, üniversite düşmanı olarak yaklaşan, anayasayı beklemeden kurduğu YÖK ile üniversite kurumunu tasfiye eden Kenan Evren’in ve onun YÖK’ün başına getirdiği, tesadüf ki yine “tırnak işareti koymayı unutarak” yazılmış Annenin Kitabı’nın müellifi İhsan Doğramacı’nın ruhudur.(2) Eğer yeni anayasayı konuşacaksak, bugün AKP-MHP ittifakında tecessüm eden bu ruha karşı bir anayasa hareketini konuşmak zorundayız. Darbeci ruha karşı, anayasal sorunlarımızı ve demokratik zeminlerimizin yeniden inşasını konuşmak, hükümet sistemi tartışmasının ötesine geçmeyen tartışmaları da aşacak, adım adım örülecek bir demokratik anayasa, demokratik cumhuriyet tartışmasının başlangıcı olmalıdır. Bu tartışma neden üniversite gençliğinin ve öğretim üyelerinin akademik demokratik talepleriyle başlamasın? Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ve öğretim üyeleri zaten anayasal tartışmayı başlattılar.

ÜNİVERSİTELER SAYGINLIKLARINI NASIL KAZANIR, NASIL YİTİRİR?

Öncelikle bir soru ve bu soruya yanıt olacak birkaç hatırlatma ile başlamak isterim. Türkiye’de üniversiteler nasıl saygın kurumlar haline gelmişlerdir, bunu nasıl kaybetmişlerdir? Akademik özerklik ve bilimsel özgürlük bakımından üniversite kurumunun en parlak olduğu 1960-1980 arası dönemdeki kurumsal statünün nedenlerini 1950-60 arasında aramak gerekir. Üniversiteler 1946 yılında çıkarılan yasa ile özerk kurumlar haline gelmişlerdir. 1945-50 arasındaki çok partili yaşama geçiş sürecinde Demokrat Parti’nin anayasaya aykırı bütün yasaların ve anti demokratik hükümlerin temizlenmesi ve adil seçim güvencesinin sağlanması üzerine oturttuğu muhalefetin liberal programının CHP üzerinde yarattığı tazyikle üniversite özerkliği oy birliği ile kanunlaşmıştı. Fakat Demokrat Parti iktidarı, “46 ruhunu” daha ilk döneminde kaybetmiş, devraldığı baskı araçlarını tek parti döneminde olduğu gibi kullanmaya başlamıştı. (3) Üniversiteler üzerinde, ayrıca bir baskı vardı ki bunun nedeni DP’nin üniversiteler üzerinde bir fikri hegemonya kuramıyor oluşuydu. 1953 yılında, üniversite öğretim üyelerinin siyasi partilerde görev almasını yasaklayan kanun çıkarıldı. 1954 yılında üniversite öğretim üyelerinin senatonun onayıyla bakanlık emrine alınmasını da kapsayan başka bir kanun daha çıkarıldı. 1954 yılına Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden anayasa hukukçusu Prof. Dr. Bülent Nuri Esen bakanlık emrine alındı. Esen’in bunun üzerine söylediğini not edelim: “Tarihin hiçbir çağında ve kürenin hiçbir bucağında hükümetlerin ilim müessesesine karşı muzaffer olmuşlukları kaydedilmiş değildir.” (4)

Bugün 12 Eylül ruhunu üniversitenin üzerinden eksik etmeyen Erdoğan rejiminin, AKP-MHP ortaklığının sürekli yaptığı gibi üniversite öğrencileri ve öğretim üyeleri aşağılandı. Başka birçok isim daha bakanlık emrine alındı. SBF Dekanı Turhan Feyzioğlu’nun bakanlık emrine alınması ve Doç. Dr. Muammer Aksoy’un emniyete götürülmesi üzerine asistan Şerif Mardin’in istifa dilekçesi üniversitenin nasıl saygın bir yer haline geldiğinin belki de en önemli göstergelerinden biridir:

“Amerika’da üniversite tahsilimi tamamlayıp vatana döndüğüm günlerde Ankara’daki ilm müesseselerinin birinde yetiştiğim üniversitelerde teneffüs edilen hür havanın estiğini, milletlerarası akademik atmosferin yerleşmiş olduğunu müşahede etmiş olmam, üzerimde büyük tesir bırakan olaylardan biri olmuştu. Bu müessese Siyasal Bilgiler Fakültesi’ydi. Daha sonra müessese mensuplarıyle tanıştıkça bu havanın yapmacık bir hava olmadığını, mevcut atmosferin fakülte içindeki münasebetlerde demokratik usullere yer verilmiş olmasından doğduğunu, hakikate ancak serbest münakaşa yoluyla varılabileceği inancının kökleşmiş olmasından ileri geldiğini anladım. …” Mardin bu sözlerinden sonra, özerklik alanının giderek daraldığını belirtir ve en sonunda dekanının bakanlık emine alınması ve Muammer Aksoy’un emniyete götürülmesi ile fakültedeki görevine devam etme olanağının kalmadığını söyleyerek istifa eder.(5)

Bu dönemde Mardin’in tepkisi münferit değildir ve üniversitenin saygınlığını sağlayan da bu tepki olmuştur. Yoksa Türkiye’deki her üniversite reformu tasfiye demektir. 1933’te meşrutiyetin sağladığı özerklik cumhuriyet tarafından kaldırılırken de 1946’da üniversiteler yeniden özerk hale getirilirken de tasfiyeler yaşanmıştır. DTCF’nin iki gün önce ırkçı tazyiklerle Dünya Yunan Dili Günü etkinliğini iptal etmesini, 1945’de aynı ırkçı tazyikle ve hedef göstermeyle başlanan Muzaffer Şerif Başoğlu, Niyazi Berkes, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav’ın tasfiyesinden ayrı düşünemeyiz. Cumhuriyetin en eski üniversiter kurumlarından biri olan DTCF’nin 75 yıl önce bu tasfiyelerle kaybettiği şahsiyeti geri alınabilseydi böyle bir rezillik üniversitede mümkün olabilir miydi?

Üniversite özerkliğini ve bilim özgürlüğünü anayasal güvence altına alan 1961 reformu da tasfiyeyi getirmiştir. Fakat 1960-80 arasındaki kurumsal özerkliğin kaynağı, üniversite üyeliğinin saygınlığının kaynağı akademik özerklik ve bilimsel özgürlükteki ısrardır. Bu özerklik kurumu 1980 darbesinin öncüsü olan 1971 darbesinin ardından yapılan değişikliklerle budanmıştır, ki yine SBF Dekanı Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın tutuklanmasıyla taçlandırılacak bir budamadır bu. 12 Eylül 1980 darbesi ve 1981 yılında çıkarılan 2547 sayılı YÖK kanunu ile de kurumsal özerkliğin gerçek özü fakülte özerkliği kaldırılmıştır. Elbette üniversitenin bu parlak dönemiyle gözlerimiz kamaşmasın, İsmail Beşikci olayı, tek başına, bilim özgürlüğünün özerkliğin çok ötesinde bir anayasal gerçeklik olarak karşımızda durduğunu kanıtlamaya yetecektir. Özerklik, ancak bilim özgürlüğünün çatısı olarak üniversite bakımından anlamlıdır. SBF, 12 Mart’ı hatta belki çok daha yaralı olarak 12 Eylül’ü uzun vadede karşılayabilecek duruma gelse de Beşikci olayının yarattığı şahsiyet kaybını karşılayabilmiş midir? KHK tasfiyelerini, süreç içinde bilimi değil, kurumu korumaya dönük yaklaşımları bundan ayrı düşünebilir miyiz?

DARBECİ RUHA KARŞI DEMOKRATİK ANAYASA

12 Eylül darbesi ve onu ruhunu temsil eden AKP-MHP ortaklığı, üniversitenin şahsiyetine aynı biçimde saldırıyor. 12 Eylül, 1402 sayılı sıkıyönetim kanununa dayanarak gerçekleştirdiği tasfiye ve YÖK Kanunu ile yaptı bunu, AKP-MHP ortaklığındaki Erdoğan rejimi olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile. Muhalif akademisyenler bu kararnamelerle tasfiye edildi. Rektörlük seçimleri bu kararnameler ile kaldırıldı. Üniversitelilerin akademik demokratik taleplerini terörize etmenin aracı bu kararnamelerle kurulan düzen oldu.

Bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde üniversite özerkliğini ve bilim özgürlüğünü savunan gençler, öğretim üyeleri taleplerinin “yeni anayasa”nın gerçek konusu olduğunu ve bu anayasada üniversitelerin saygın bir yerinin bulunacağını kanıtlıyorlar. Bunu üniversitenin bir kurum olarak şahsiyetini koruyarak yapıyorlar. Dolayısıyla talepleri siyasal, anayasal talepler. Bu nedenle de Türkiye rejiminin bütün anayasal sorunlarını kesen bir düzlemden sözlerini kurabiliyorlar. Anamuhalefetin korktuklarından korkmadan ve Türkiye halkı tarafından hiç yadırganmadan üniversite bileşenleri arasında ayrımcılık yapmadan; adalet, eşitlik, özgürlük, LGBTİ, Kürt, Ermeni demekten çekinmeden, 12 Eylül darbecilerinin ruhunu karşılarına alıyorlar.

Anayasalar, bir anlamda hesaplaşma metinleridir. Anayasa yapım süreçleri, sadece geleceğe ilişkin bir düzen kurma faaliyetini değil, siyasal topluluğun gerçek bir özeleştirisini yapıp geçmişiyle hesaplaşmasını da içerir, özellikle uzun ve ağır, hesaplaşılmamış tiranlık süreçlerinin ardından geliyorsa. Yeni anayasa tartışması, bu yüzden sadece geleceğe ilişkin bir adaletin değil, geçmişe ilişkin bir sağaltımın da aracı olmalıdır.

Yeni anayasa tartışmasının; demokrasinin öznesi, anayasanın sahibi olan halkın talepleri bakımından iki anlamı olabilir. Birincisi, herhangi bir anayasanın herhangi bir maddesinin savunulması değil; somut olarak çiğnenen işkence yasağı, yaşam hakkı, özgürlük ve güvenlik hakkı, ifade özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, seyahat hakkı, çalışma hakkı, örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı, grev hakkı, eğitim ve sağlık hakları ihlallerinin karşısına anayasal düzeyde ilkeler bütünüyle çıkılmasıdır. Bu ilkesellik içinde “ama”ya yer bırakmayacak bir tutarlılık taşımazsa; anayasaya aykırı ama evet, faydasız doğrular gibi sonuçlar yeniden kaçınılmaz olur. İkincisi baskı görmeme arzusunun karşılığı olacak biçimde anayasal yetkilerin tek bir güçte toplanmamasını sağlayacak siyasal süreçlerin yaratılmasıdır.

Rejimin yeni anayasa tuzağına düşmemek, Türkiye’nin anayasa sorununa siyasal alan açmakla mümkün olacaktır ki o alanda 12 Eylül darbecilerinin ruhunu üfleyenler yer bulamayacaktır.

  


(1) https://t24.com.tr/haber/oral-calislarin-12-eylulde-aydinlik-icin-askere-yazdigi-mektup,240576

(2) https://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/ihsan-dogramaci-24702

(3) Cem Eroğul, Demokrat Parti, İmge Yayınları, Ankara, 1998.

(4) Gökhan Atılgan, “Tarımsal Kapitalizmin Sancağı Altında”, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, Yordam, İstanbul, 2015, s. 464-467.

(5) Gökhan Atılgan, “Tarımsal Kapitalizmin Sancağı Altında”, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, Yordam, İstanbul, 2015, s. 468.

 

Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.