YAZARLAR

Utanç ortaklığı

Geçmişin ve şimdinin tanıklıklarının, boyumuzu aşan çamurlu bir su birikintisine dönüştüğü dünyamızda, kendisinin payı olmamasına rağmen, ”başka”sına yaşatılanın utancını duyan insanların “bağı” bir şeyleri tekrar düşünmeye sebep olabilir. Gerçekten, utanılacak olan karşısında bu duyguyu ortak hissedebilmek bile kıymetli olabilir ama çok sık tanık olduğumuz gibi bu bile olmadığında çıkışın yolu kapalı, kapıları kilitli, nefes yok.

"Duygular, bize hayata ve dünyaya dair neler söylüyor?" sorusunu sorduğumuzda farklı cevaplarla karşılaşabiliyoruz. Özellikle Türkiye siyasetinin politik tahayyülleri açısından baktığımızda, duyguları politikaya dâhil etmenin pek hoş karşılanmadığına da sıklıkla tanık oluyoruz. Oysa duyguları sadece bireye dönük yorumlar olmanın dışına çıkardığımızda, topluluklar ve bireyler arası ilişkilerin değerlendirilmesinde, geçmişin ve şimdinin yaşanmışlıklarına anlam kazandırmada epey işlevsel olabildiğini görürüz. Çünkü acı, nefret, korku, utanç, iğrenme gibi pek çok duygunun politik ve kültürel anlamları hem güncel politikayı hem de geçmişin bugüne bıraktıklarını başka açılardan değerlendirme imkânı verebilir.

Dünyanın ve coğrafyamızın tarihinde, yüzleşilmemiş, üzerine konuşulmamış, bellekteki yeri bir yarık olarak kalmamış onca yük yokmuş gibi, son günlerde yine öyle şeylere tanık oluyoruz ki işkence, yabancı düşmanlığı, kendinden olmayana karşı saldırının meşrulaştırılması, nefret, ayrımcılık yaşamın bir parçası hâline gelmiş durumda. Sosyal medyanın akışında bir görünüp bir kaybolan onca şiddet içerikli görsel, hayatımızın tam ortasında yer alıyor. Hızın içinde kaybolup giden insanın, hayvanın, doğanın hayatı, her şey öyle hızlı olup bitiyor ki yas tutmaya vakit bile yok. Böyle bir gündelik gerçeklikle yaşarken, paylaşımların başına yapılan alıntılarda son zamanlarda çok sık rastladığım bir kelime dikkatimi çekiyor: Utanç. İnsanı kendi içine kapatan, benliğini yaralayan, çaresiz hissettiren, tanık olunup hiçbir şey yapamadığın yaşanmışlıklar karşısında, ‘imkânsıza bakan’ konumunu bir türlü kıramamanın getirdiği mahcubiyetle yaşamaya devam eden varlığın duygusu anlamında utançtan bahsetmeye çalışıyorum. Bu nedenle utanç duygusu üzerine biraz düşünmek istedim. Bunu düşünmeye iten sebep, bu duyguyu hissedenler kadar konu ne olursa olsun utanç ortaklığı yerine yaşananların neyi alıp götürdüğünü sorgulamadan, suç ortaklığını tercih edenlerle de ilgili. Son yıllarda coğrafyamızı ve dünyayı esir alan (derin kökleri olsa da ve sadece şimdiye özgü olmasa da) çoğunluğun dışında kalana yönelik düşmanlaştırıcı siyasetin de bir getirisi olarak, ortaklaşılamayan yas, utanç ve acı durumlarına çok sık rastlıyoruz. Birazcık olsun insani yanını koruyabilen herkesin karşısında durması gereken, işkence, katliam, adaletsizlik gibi konularda bile nefret dilini gündelik hayatının bir parçası hâline getirmiş kitlelerin kulakta çınlama bırakan cümleleri, yaşananın dehşeti kadar etkili olabiliyor. Egemenlerin yukarıdan belirlediği siyasetin de getirisi olarak, dışlanmış bedeni değersizleştirmek, onu düşmanlığı besleyen cümlelerin öznesi yapmak ve yukarının söylemini devam ettirmek uğruna kendi varlığını hiçleştirmek çok sık rastladığımız bir tavra dönüştü. Oysa eğer bir arada yaşanacaksa insanın beklediği asgari düzeyde bile olsa yaşananlar karşısında ortak utanabilmek, acı çekebilmek, hiç değilse bu duyguları hissettiğin için en azından kriminalize edilmemek.

Tüm bunlar sadece utanç kelimesi üzerinden yorumlanabilecek kadar kolay değil elbette ama düşünmenin de zararı olmaz sanırım. Bu nedenle utanç, daha çok bireye yönelik bir duygu olarak tanımlansa da bir arada yaşamanın önemli parçalarından biri olabilir mi sorusunu sormak gerektiğini düşündüm. Hem geçmişe dönük suçlarda hem de şimdide topluluğu yaralayan yaşanmışlıklarda ortak utanç duymak mümkün olsaydı nasıl olurdu? Toplumun dışlanmış bedenine karşı işlenmiş suçlar, yok etmeler, düşmanlık, kendi sorumluluğunuzda olmayan, yaşandığına tanık olduğunuz veya geçmişle yüzleşme deneyimlerinizde karşınıza çıkan tarihin yatay hattından, tanıklık anlatılarından öğrendikleriniz karşısında duyduğunuz utanç, sizden çıkıp geniş ortak bir utanca dönüşseydi, dönüşebilseydi. Bu açıdan Carlo Ginzburg’un “Utanç Bağı” (1) adlı yazısında söyledikleri kafamdan geçenlerle epey ilişkileniyor, Ginzburg diyor ki: “Uzun süre önce bir gün şunu anladım ki insanın ait olduğu ülke, hep dendiği gibi sevdiği ülke değil, adına utandığı ülkedir. Utanç, sevgiden daha güçlü bir bağ olabilir. Bu keşfimi farklı ülkelerden arkadaşlarımla tekrar tekrar sınadım, hepsi de aynı şekilde tepki gösterdi: Önce şaşırıyor ve hemen ardından, apaçık bir hakikati dile getirmişim gibi, tamamen hemfikir oluyorlardı.” Açıkçası yaşadığımız coğrafya için de benzer duygular hissediyorum bazen, başka hissedenler de olduğunu tahmin ediyorum. Coğrafyanın kendisi değil elbette, sorun; onu inşa edenler, kendi hayallerindeki cemaatin peşinde, onu bir ülke olarak biçimlemeye çalışırken, egemenlik kurup, çoğunluğun dışında kalanı yok saymaya yönelik politikalarıyla yaşayanlarını yurtsuzlaştıranlar. Ginzburg’un bahsettiği de içinde bulunulan coğrafyada geçmişin veya şimdinin yaşanmışlıklarından ortaya çıkacak bir “utanç bağı”, bu duyguyu taşıyanların kendi aralarında kuracakları ortaklık. Elbette utanç her yerde her zaman aynı etkiyle yaşanabilecek bir duygu olarak görülemez, burada amacımız ahlâkçı bir yön bulmak da değil ama bizi yaşananların yükümlülüğünden dolayı ortaklaştıracak bir bağın doğurabileceği etikten bahsedebiliriz. Bu, yukarının büyük anlatılarına karşı yatay bir hattın kurulmasında da işlevsel olabilir. Ginzburg utancın bir seçim meselesi olmadığından söz ederken şöyle devam ediyor: “Utanç, ani bir hastalık gibi üstümüze çöker ve bedenimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi istila eder. Biyoloji ile tarihin kesişim noktasındaki bir etkilenimdir utanç.” Bu tür bir utanç, bedeni sadece biyolojik olmaktan çıkarır, duyulan ortak utancın karşılaştırdığı bedenlerin utancı “biyoloji ve tarihi” kesiştirirken, utanca da kişiye dönük bir duygu olmanın dışında politik bir anlam kazandırır.

Utanç, üzerinde durdukça farklı bağlamlarda düşünebileceğimiz bir duygu. Örneğin; kimlik, tanınma ve barış mücadelelerinin de bir parçası olabiliyor. Avustralyalıların Aborjinlere karşı işledikleri suçlarla yüzleşmeleri bahsinde, Raimond Gaita şunları söylüyor: “Avustralyalıların, atalarının geçmişte Aborjinlere yaptıkları yanlışları ve onların halen acı çekmelerine neden olduklarını kabul ederek utanmaları, bir yas için çekilen acı kadar değerlidir.”(2) Bu bir ulusun başka bir topluluğu tanıması anlamına da gelir. Ama ulus olarak utanç belirtmenin sorunlu yanları da var. Çünkü şimdide, geçmişten sorumlu olmayanların utanç duyması her ne kadar olumlu görülebilecek bir bu durum olsa da suçun faillerini göz ardı etmeye neden olabilir. Ayrıca bireyi dışarıda bırakan, bütünün içinde kaybeden bir yaklaşım ortaya çıkarabilir. Sara Ahmed, utancın “ulusal utanç” olarak devreye girmesini sorunlu bularak şuna dikkat çeker: “Utancın tekil bedenden ayrılması anlatı içinde belirli bir işlev görür. Bireyler ulusa ait oldukları, zaten ulusa bağlılıklarını sundukları müddetçe ulusal utanca da dâhildirler ve ulus söyleminin öznesi olabilirler. Zaten onlarla ‘birlikte’ olduğum, ‘bizim’ kelimesi benim tarafımdan ifade edildiği sürece, bizim utancımız ‘benim utancımdır’.”(3) Böyle bir durumda utanç, bireyi ulusa dâhil eder, onu ulusa ait biz kimliği içinde görür. Bu asıl sorumluyu görünmez kılmaya, yaşananın utancını ancak seni dâhil ettiği bizin içinde olduğunda duymaya ve tarihi geçmişte bırakarak, şimdide devam eden etkisini unutturmaya sebep olabilir. Kısacası bu tanımaktan çok içinde eritmek anlamına gelebilir. Bu açılardan düşünüldüğünde geçmişte veya şimdide yaşananlara dair duyulan utancın her durumda olumlu olarak değerlendirilemeyeceğini de görmüş oluyoruz.

Elbette sadece utanarak işin içinden çıkamayız, bedeni, şiddete, işkenceye, her türlü dışlanmışlığa maruz bırakılmışı tam olarak anlamamız da mümkün olmaz ama şunu söyleyebiliriz: Utanç diye bir duygu var ve herhangi bir olay karşısında hissettiğimiz utanç, gerektiğinde epey politik anlamlar içerebiliyor. Yoksa Andrey Tarkovski’nin, 1972 yılında yaptığı “Solaris” filminin o ünlü cümlesiyle her gün bir yerlerde, neredeyse klişe olmuş bir biçimde karşılaşmazdık, ne diyordu filmin karakteri: “İnsanlık kurtuluşunu utançta bulacak”. Hâlâ buna inananlar varsa, hâlâ en başta bahsettiğimiz “utanç bağı” insanlar arasında bir köprü kurabiliyorsa bu duygu üzerinden gelişecek bir politik tahayyül de olabilir. En azından bu konuda sorular sormaya devam edebiliriz.

Geçmişin ve şimdinin tanıklıklarının, boyumuzu aşan çamurlu bir su birikintisine dönüştüğü dünyamızda, kendisinin payı olmamasına rağmen, ”başka”sına yaşatılanın utancını duyan insanların “bağı” bir şeyleri tekrar düşünmeye sebep olabilir. Gerçekten, utanılacak olan karşısında bu duyguyu ortak hissedebilmek bile kıymetli olabilir ama çok sık tanık olduğumuz gibi bu bile olmadığında çıkışın yolu kapalı, kapıları kilitli, nefes yok.

Dipnotlar

  1. Ginzburg, C., (2019), “Utanç Bağı”, (Çev. Derya Yılmaz), e-skop Dergi (http://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-utanc-bagi/5590)
  2. Akt. Ahmed, S., (2015), “Duyguların Kültürel Politikası”, s. 130, (Çev. Sultan Komut), İstanbul: Sel Yayıncılık.
  3. Ahmed, S., (2015), “Duyguların Kültürel Politikası”, s. 131- 132, (Çev. Sultan Komut), İstanbul: Sel Yayıncılık.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.