YAZARLAR

Kırmızı Oda'dan terapi odasına

Bir sarılma, danışan için her zaman sadece bir sarılma olmayabilir. Terapistin bu iyi niyetli görünen özellikleri danışanın iç dünyasında başka türlü yankılanabilir. Her ne kadar aktarım psikanalitik literatüre ait bir kavram gibi gözükse de terapi ekolünden bağımsız psikoterapi odasında konulacak sınırlar ve terapötik çerçeve hem danışanı hem de terapisti koruyacaktır.

Geçtiğimiz haftalarda yayına giren Kırmızı Oda, terapi odasında geçen insan hikayelerinin sahnelendiği bir dizi, eğer terapiyle haşır neşirseniz kendi terapinizi ve terapistinizi sorgulamanıza da yol açıyordur eminim ki;

- Benim terapistim sadece dinliyor. Bazen iki soru soruyor o kadar. Pek yorum yapmıyor. Zaten deliydim, şimdi zır deli oldum.

- Karımla sorunlarımdan bahsediyorum, aynısı bizde de var diyor. Ne bu, bel fıtığı mı?

- Çok içten bir kadın benim terapistim ya. Çay getirmiş bana. Bir de kitap getirmiş. Hele o seans bitiminde bana sarılmaları yok mu, nasıl da iyi geliyor. Canım benim.

- Ben ağlıyorum, o benden beter üzülüyor. Bu gidişle kadın benim yüzümden mesleği bırakacak.

-  Valla benimkini Instagram'dan takip ediyorum, bizden aldığı paralarla dünyayı geziyor adam, helal olsun.

Bu cümleler daha da uzar gider.

Kırmızı Oda’ya, bizi terapi odasının içine bu denli yoğun bir şekilde sokan ilk Türk dizisi de diyebiliriz. Meraklısı In Treatment, Sopranos’u çoktan izlemiştir zaten. Daha da meraklısı Brandy Engler’ın, Gary Small’ın ve en önemlisi de Irvin Yalom’un kitaplarını yalayıp yutmuştur. Dizi, danışanların hikayelerinin ticari bir amaçla kullanıldığını düşünenler tarafından epey eleştiriliyor. Bana sorarsanız, kişilerden mutlaka izin alındığını, hikayelerin belirli bir zaman aşımına uğradığını ve değiştirilmiş olduğunu düşünüyorum. Böyle uyarlamalar zaten yıllardır yapılıyor, vaka öykülerini okuyoruz, hatta onlar sayesinde epey farkındalık geliştiren, psikolojiye/psikoterapiye ilgi duymaya başlayan insanlar biliyorum, o öyküler mesleki olarak da zaman zaman geliştirici olabiliyor. Ayrıca unutmayalım ki Freud’un derdini de en çok vakalar üzerinden anlıyoruz; Anna O., Dora, Schreber, Küçük Hans vakaları ilk aklıma gelenler…

Dizi yaşadığımız coğrafyada bize tanıdık gelen birkaç vaka hikayesinden oluşuyor. Bolca travma, yas, kişilik bozukluğu izliyoruz, bunların izlerini de en çok çocuklukta arıyoruz. Şiddete dikkat çekmesi açısından önemli bir yerde duruyor dizi. Özellikle kuşaklar arası şiddet aktarımını epey vurguluyor. Burası güzel. Dizi birçok kişiyi bir vakadan yakalayacaktır ve çoğu kişiyi de psikolojik destek alma konusunda cesaretlendirecektir diye düşünüyorum. Buraya kadar da güzel. Ancak haydi dizide danışanına gazoz ısmarlayan terapisti konuşalım biraz. Binnur Kaya’nın oyunculuğu, senaryo filan oralara girmeyeceğimi peşinen söyleyeyim.

Bu yazıyı hem danışan koltuğunu deneyimlemiş hem de terapist koltuğunda oturan biri olarak kaleme alıyorum. Manzarayı her iki taraftan da bilen biriyim. Burada en önemli olan şey -dizide göremediğim- terapötik çerçeve ve terapistin yansız, yüksüz, yargısız olmasıdır. Terapist yetiştiren yetkin enstitüler, terapisti takip eden süpervizörler en çok bunun üzerine eğitir terapistleri, bu sebeple uzmanın kendi terapisinden geçmesi son derece elzemdir ki danışanın anlattıklarıyla terapist kendi ruhsal çıkmazlarında bir uçuruma sürüklenmesin. Sabahtan akşama kadar travma dinleyip, zor hikayelere tanık oluyoruz, elbette terapist olarak zorlandığımız yerler oluyor robot değiliz ancak o zorlandığımız yerlere karşı farkındalığımızın çok güçlü olması gerekiyor ki danışanımıza yardımcı olabilelim. Elimize, kolumuza, duygumuzu ifade ediş şeklimize dikkat etmemiz gerekiyor. Danışanın gerçekliğine belli bir mesafeden bakabilmemiz gerekiyor. Onun öfkesiyle öfkelenir, travmasıyla travmatize olursak, onunla aynı döngünün içine girersek, danışanla ağlayıp sızlarsak, duygu yoğunluğuna dayanamadığımız yerde asistanımızı arayıp “bize iki sade gazoz” dersek, o gazoz her iki kişinin de midesine oturur maazallah. Bu sözünü ettiğim şey empatik olmamak değil, ancak iş sempatiye vardı mı orada durmak gerekiyor. Hem kendimize hem danışanımıza zarar.

Dizideki terapisti izledikçe hocalarımın, analistimin, güvendiğim meslektaşlarımın epey soğuk nevaleler olduğunu düşündüm. Yani kim istemez ki terapisti ona sarılsın diyeceğim ama içimden bir itiraz yükseliyor, yahu niye istensin, sarılacak başka kişi mi kalmadı! Hem terapistin o mesafede durması, belli bir nötralitede danışanını dinlemesi danışanın daha sansürsüz olmasına da yol açıyor. Terapide dirençlerin ortadan kalkması, sansürsüzce olan biteni anlatabilmek zaten dönüşüme giden yol, buna yol açan şey de terapistin danışanına alan tanıması, kendi duygusuyla odayı işgal etmemesi. Yani karşımda bana dizideki terapist gibi üzgün, acıyan gözlerle bakan biri olsa onu üzmemek adına susardım herhalde ya da sürekli aslansın kaplansın deyip beni onaylayan ve pohpohlayan bir terapistle de rahat olamazdım, kendimi hep performans göstermek zorunda hissederdim. Ben döküldükçe karşımda sağlam duran birini görmek isterdim, elbette beni anladığını bana bir şekilde hissettirmeli ama ahlanıp vahlanarak ya da alkışlayarak değil…

Terapötik çerçeve dediğimiz şey, psikoterapi sürecinin çalışma koşullarını ifade eder. Psikoterapi uygulamasının “psikoterapi” olarak adlandırılabilmesinin ilk koşulu öncelikle bir psikoterapistle çalışılmasıdır. Şu yazımda psikoterapist olma sürecinden bahsetmiştim. Sonra da “terapötik çerçeve”ye uyulmasıdır. Çerçevenin ihlali, psikoterapinin uygulanışını ve verimliliğini sorgulamaya neden olur. Elbette ben ideal bir düzenden bahsediyorum, çerçeveyi ihlal eden terapistlerden bolca olduğunu söyleyebilirim henüz bir meslek yasamız da olmadığından kimseye herhangi bir yaptırım da uygulanamıyor.

Terapötik çerçevenin en temel özelliklerinden bahsedecek olursak öncelikle güven ve gizlilik ilkesi olduğunu söyleyebilirim. Psikoterapide gizlilik ve mahremiyet, kişinin aklına gelenleri mümkün olduğunca sansürlemeden söyleyebilmesi için -buna serbest çağrışım diyoruz- ve güvenli bir çalışma ortamı sağlanması açısından oldukça kıymetlidir. Bunun dışında danışanla tokalaşmak dışında herhangi bir fiziksel temasın olmaması, terapi süreci devam ederken terapi odasının dışında danışanla herhangi bir ilişkinin geliştirilemeyeceği, danışana karşı yüksüz, yansız, yargısız olunması (bu sebeple eşimize dostumuza, akrabalarımıza psikoterapi hizmeti vermiyoruz, objektif olamayacağımız için), aynı zamanda hangi aralıklarla görüşüleceği, ücret tanımı, tatiller, mekân meselesi de çerçeveye dahil edilecek hususlardır.

Elbette bu çerçeve psikoterapinin ekolüne ve terapistin tarzına göre bazı yöntemsel ve biçimsel farklılıkları içerebilir ancak yılların deneyim ve birikimiyle genel hatları bu şekilde belirlenmiştir. Bu konuya dair yüzlerce bilimsel makaleye ulaşabilirsiniz, ben bu yazıda o kadar detaya girmek istemiyorum.

Dizideki terapiste dönecek olursak, en özetle şunu söylemeliyim ki danışanın dramı terapistin dramı oluyor. Sarılmalı koklaşmalı seanslar izliyoruz. Bazen terapist bilgi, birikim açısından öyle yetersiz oluyor ki, bu yetersizliğini ancak sarılarak, danışanıyla birlikte ahlanıp vahlanarak yani ona sözde bir yakınlık göstererek gidereceğini sanıyor, buna karşı uyanık olmalı. Ha bir de ağladığında danışanına sarılan terapistin erkek terapist olduğunu düşünelim, sanırım yer yerinden oynardı.

Terapistiniz arkadaşınız, ananız babanız değildir, fakat bazen tüm bu rollerin aktarıldığı kişidir ve alanında uzman bir psikoterapist bu aktarımı danışanıyla birlikte yorumladıkça onun içsel dinamiklerini daha iyi anlayacak ve danışanının da bunu anlamasını sağlayacaktır. Aktarım ilişkisi özellikle psikanalitik literatürde karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri. Çok kısaca özetleyecek olursam, terapötik ilişki profesyonel bir ilişki olmasının yanında insan olmaktan kaynaklanan meseleleri de içinde barındıran, kişiler arası etkileşime dayanan, çok kapsamlı, karmaşık, mekanik olmayan bir süreçtir. Bu süreç terapist ve danışan arasındaki biricik ilişkiyi kapsar. Aktarımı, danışanın geçmiş ya da güncel duygularını, tavırlarını ya da arzularını terapistine yansıtması ve danışanın geçmiş deneyimlerini terapötik süreçte terapisti üzerinden tekrar yaşantılaması olarak tanımlayabiliriz. Kişinin geçmişte anne, baba, kardeş gibi kendisi için önemli kişilerle yaşamış olduğu duygu ve tutumları, şimdi ilişki kurduğu terapistiyle, öğretmeniyle, sevgilisiyle vb. yeniden yaşaması ve bu kişileri kendi çocukluğundaki algı ve duygularına göre değerlendirerek tepkiler vermesidir. Ez cümle “aktarım”, geçmişin, terapi odasında tekrarlanmasıdır.

Terapist, terapi odasında herhangi bir etnik, dini, siyasi ya da ideolojik bir topluluğun temsilcisi değildir, yansızdır. Özel hayatında dindar olabilir ancak terapi odasında dinci olamaz, ahlaklı olabilir ancak ahlakçı olamaz. Terapist, herhangi bir fikri, ideolojiyi ya da anlayışı danışanına dayatamaz. İşte oda içindeki bu yansızlık, yine aktarım ilişkisine imkan vermektedir. Dizideki terapist öncelikle bu aktarıma alan tanımayan, onu yorumlamayan ve kendi duygusuyla odayı çok kaplayan biri. Danışanlarıyla oda içerisinde kurduğu mesafe ayarı oldukça sıkıntılı; ya masanın arkasında oturuyor ya da danışanın ağladığı yerde onun yanına geçip ona sarılıyor veya elini tutuyor. Evet şefkatli, evet kapsayıcı, evet iyi bir dinleyici; ancak psikoterapistlik bu özelliklerden çok daha fazlasını hak eden bir meslek. Aktarımın önemi de en çok burada devreye giriyor. Bir sarılma, danışan için her zaman sadece bir sarılma olmayabilir. Terapistin bu iyi niyetli görünen özellikleri danışanın iç dünyasında başka türlü yankılanabilir. Her ne kadar aktarım psikanalitik literatüre ait bir kavram gibi gözükse de terapi ekolünden bağımsız psikoterapi odasında konulacak sınırlar ve terapötik çerçeve hem danışanı hem de terapisti koruyacaktır.

Dinlenmek, duygularımızın kabul gördüğünü bilmek, gerektiğinde sırtımızın sıvazlanması elbette önemli ve bize iyi geliyor. Bu toplumda ağlamalar da gülmeler gibi bastırılıyor, gerçek bir dinlenme deneyiminden mahrumuz, dinlemeyi ve dinlenilmeyi bilmeyen bir toplum olduğumuz aşikar ve psikoterapi odası gibi buna alan açan bir yer olduğunu bilmek müthiş rahatlatıcı. Evet dizi bunu gösteriyor bize, ağla diyor, utanma, onlar senin duyguların, destek alacağın yerler var. Ancak yine de oradaki gibi bir terapist beklentisiyle terapiye gidiyorsanız umarım hayal kırıklığına uğrarsınız. Umarım terapistiniz mesafe ayarı yapabilen biridir. Terapistinizin tutumu, arkadaşlarınızın, üst kat komşunuzun tutumundan daha farklı olmalı ki size yardımcı olabilsin.

Velhasıl terapi sürecinden fayda görebilmek için gazozu öncesinde ya da sonrasında tüketmenizi öneririm. Gazoz içip rahatlamanın yeri terapi odası değildir. Ülkemizde terapi kültürü ne yazık ki gelişmiş değil. Hap çözümler istiyoruz, sarılmalar, sıvazlanmalar… Süreçlere tahammül edemiyoruz, bir an önce sonuç alalım istiyoruz. Hiçbir travma dizideki gibi 1-2 seansta çözülmez, bunu da not düşmüş olayım buraya. Bazen yıllar sürer bir insanın yaşadıklarına temas edebilmesi, duygularını anlayabilmesi… Terapi odası en temelinde kişiyi kendisiyle ve yaşadıklarıyla yüzleştirir, onu rahatsız eder, dağıtır. Dağıttıkça da toparlanabilmesini sağlar. Derli toplu, acısız terapi olmaz. Bir şeyi yıkmadan yeniden yaratamazsınız.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.