YAZARLAR

B.ktan işleri mesele etme mecburiyeti

Ne diyordu postmodernciler? Büyük anlatılar bitti, diyor, başka bir şey demiyorlardı. Bütüncü ideolojiler, toplum kuramları sadece imkansız, hayali şeyler değil, tehlikeli işlerdir. Totaliterizme, despotizme gider. Ulus ya da sınıf gibi toptancı, aynılaştırıcı kavramlar da öyledir, toplum da, hakikat da… An ve durum’un ötesi yoktur bu paramparça postmodern dünyada. Bitti.

Daha baştan ilan edildiği üzere, salgın sonrası başka bir dünya bekliyor bizleri.

Aslına bakılırsa çoktandır o dünyanın içinde debeleniyoruz. Ben diyeyim otuz, siz deyin kırk yıldır büyük çaba içinde entelektüeller. İçinde debelendiğimiz tahakküm, atalet ve işlevsizlik girdabına cilalı adlar bulma, girdabın kendisine yaraşır derinlikte kuramlar üretme çabasıyla helak oluyorlar.

Bilim insanları, gün yirmi dört saat dünyanın ve toplumların nabzını ölçen “think-tank” ekipleri, onların elde edip kodladıkları bulguları bozuk paraya çevirip girdaptan habersiz biz bilcümle ölümlülere nakleden iletişimciler, bu “başka dünya”nın her gün başka bir yüzünü, başka bir yönünü, adını, başka bir sıfatını, başka bir başkalığını biz yüzde 99’a anlatmaya çabalıyorlar.

Ve biz hep afallıyoruz.

Dünyanın artık bildiğimiz dünya olmadığı ilan edildi kırk yıl kadar önce:

1 - Halihazırda Postmodern Çağda yaşıyoruz. Dünya değişti; kimse bundan sorumlu değil, bu değişim sadece geri dönüşsüz süreçlerin bir sonucu olarak meydana geldi; yeni koşullara uyum sağlamaktan başka bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok.

2 - Postmodern durumumuzun bir sonucu, dünyayı ya da insan toplumunu kolektif politik eylem yoluyla değiştirecek şablonların artık uygulanabilir olmamasıdır. Her şey bozulmuş ve parçalanmış haldedir; her halükarda, bu tür şablonların ya imkansız oldukları ya da totaliter kabuslara yol açacakları kaçınılmaz olarak görülecektir.

3 - Bu durum insanın failliğine –Batı’da 18. yüzyılda Aydınlanma düşüncesiyle ifadelendirilen insanın kendi yazgısından sorumlu olmasına, buna kendi eylemiyle yön vermesine- çok az yer bırakıyor gibi görünmekle birlikte, büsbütün umutsuz olmaya gerek yoktur. Kişisel düzeyde olmak kaydıyla, altüst edici kimlikler oluşturma, yaratıcı tüketim biçimleri geliştirme gibi yollarla meşru politik eylemler gerçekleştirilebilir. Böyle bir eylem bizatihi politiktir ve potansiyel olarak özgürleştiricidir.*

20. yüzyılın son yirmi yılından beri ciltler dolusu makaleyle, kitapla söylenen ana hatlarıyla budur. Elbette çok daha kapsamlı, çok daha derinliklidir yazılanlar. Kimsenin emeğini, çabasını küçümsemek, şematize etmek haddim değil. Ama yukarıdaki üç eksen ve tez, postmodern zamanları çözümleyip anlamlandıranlar için temeldir, aslidir.

POSTMODERN AİLE ORTAMI

Tarih, bize değişimin bilgisini verir. Yukarıda ilk maddedeki Postmodern Çağ adlandırması, tarihin akışına dair değişimin, “zamanın ruhu”nu ve bunun oluşum halini ifade etmektedir. İkinci madde, bu değişimin cereyan ettiği alanı; topluma ve onu izleyip açıklamakla –hatta kimilerine göre değişimi yönlendirmekle- yükümlü toplumsal bilimlere, bilim insanlarına, kuramlara yöneliktir. Ve nihayet üçüncüsü bireyi, hayatı, özgürlüğü, eylemi, politikayı konu eder.

Kısaca üç başlık ve içeriği hayatidir. Kırk yıldır yazılıp çizilen, söylenen hiçbir şey boşuna değildir. Sonuçta postmodern kuram, entelektüel dünyanın ötesine geçmiş, sokağa inmiş, gündelik pratikte kendine yer bulmuştur.

Dış dünyayı bırakın, Orhan Pamuk, memleket edebiyatında çığır açan “ilk postmodern romanımız” olarak ilan edilen Kara Kitap’ı boşuna mı yazdı-yayımladı 1990’da! Peşi sıra Süreyyya Evren de postmodernliğin kendisi gibi parodi-fantezi sever öykülerle çıktı karşımıza: Postmodern Bir Kız Sevdim, 1993.

Kuramda söylendiği üzere, dünyayı - toplumunu kolektif eylemle değiştirme şablonları geçerliliğini yitirmiştir. Hayali ya da totaliter kabuslara yol açması kaçınılmaz bu şablonların, onları dillendiren politika yapıcıların da devri geçmiştir. Değişim ve devrimler iş dünyasında gerçekleşmekte, insanların bilgisine, kullanımına sunulmaktadır. Tanıdığımız, başarısına –ve karizmasına- özendiğimiz, alkış tuttuğumuz kahramanlar, yıldızlar temsil etmekte, anons etmektedir değişimleri, devrimleri.

Örneğin yine 1990’larda Mustafa Denizli, yeşil sahaların dışında ekranlardan, billboardlardan seslenir bize. “Değişime karşı duramazsınız” der. Aslı astarı seramik reklamı. Evet, değişim şart.

Beylerbeyi’ndeki Trabzon Akçaabat Pide ve Köfte Salonu’nun menüsünün arkasındaki mekan tanıtım yazısında yer verdiği “postmodern bir aile ortamı” ifadesine kadar gider bu. Uzatmayayım.

KÜRESEL PİYASA OYUNCUSU KAYSERİLİ HACI AMCA

Kuramlar boşuna değildir. İş görür. 1980’lerde Batı’da ilan edilen, bir on yıl kadar sonra bizim de ucundan kenarından izleyip uymaya çabaladığımız Postmodern Çağ, aslına bakılırsa bu uyumu zorunlu kılmıştır. Çünkü yine kuramcılar, 1990’lar itibarıyla –Berlin Duvarı’nın alenen yıkılmasıyla- küresel çağı ilan eder:

1 - Halihazırda Küresel Piyasa çağında yaşıyoruz. Dünya değişti, kimse bundan sorumlu değil, bu değişim sadece geri dönüşsüz süreçlerin bir sonucu olarak meydana geldi; yeni koşullara uyum sağlamaktan başka bu konuda yapabileceğimiz bir şey yok.

2 - Bunun bir sonucu, toplumu kolektif politik eylem yoluyla değiştirecek şablonların artık uygulanabilir olmamasıdır. Devrim rüyalarının imkansız olduğu, daha da kötüsü da totaliter kabuslar üretmeye mahkum olduğu kanıtlanmıştır; hatta toplumu seçim politikası aracılığıyla değiştirmeye ilişkin her türlü fikrin “rekabet edebilirlik” adına hemen terk edilmesi gerekir.

3 - Bu durum demokrasiye çok az yer bırakıyor gibi görünmekle birlikte, umutsuzluğa da kapılmamak gerekir: Piyasa davranışı ve bilhassa bireyin tüketim kararları demokrasinin ta kendisidir; hatta gerçekte ihtiyaç duyacağımız tüm demokrasi bundan ibarettir.*

"Sipariş ettiğiniz yaşam tarzı şu anda stokta yok..."

Yinelemeye gerek yok; aslı çok daha kapsamlı, derinlikli olan küreselleşme tezleri de tam kabul görmüştür dünyada ve bizde.

Trabzon Akçaabat Köfte - Pide Salonu müşterilerine mazbut (caminin hemen yakını, iskelenin solundaydı) ve “postmodern aile ortamı” sunarken, Kayserili ya da Buldanlı Hacı Amcalara da “küresel piyasa oyuncusu” oldukları söylendi, öğretildi.

Birbirinin devamı, destekleyicisi bu iki tez arasındaki “muazzam fark”, ne hikmetse kimseleri rahatsız etmedi.

Ne diyordu postmodernciler?

Büyük anlatılar bitti, diyor, başka bir şey demiyorlardı. Bütüncü ideolojiler, toplum kuramları sadece imkansız, hayali şeyler değil, tehlikeli işlerdir.

Totaliterizme, despotizme gider. Ulus ya da sınıf gibi toptancı, aynılaştırıcı kavramlar da öyledir, toplum da, hakikat da… An ve durum’un ötesi yoktur bu paramparça postmodern dünyada. Bitti.

Küresel Piyasa çağını ilan ve inşa eden neoliberaller ne yapıyor?

Şimdiye kadar yaratılmış en büyük ve en yekpare ölçü sistemi olan, gezegendeki her şeyi (her nesneyi, her toprak parçasını, her insan kapasitesini veya ilişkisini) tek bir standart değere tabi kılan bütünselleştirici bir sistemi – küresel pazarı göklere çıkarıyor.

Neoliberal küresel pazar öncesine dair tüm kuram, söylem, eylem, düşünce 20. yüzyılın son on yılı itibarıyla yürürlükten kaldırılmıştır. Tek bir hakikat, kimlik, kuram ve düşünce vardır. Yeni bütün – küresel dünya yürürlüktedir.

"Hayallerini takip et - İptal edildi"

ENTELEKTÜEL KİMDİR, NE YAPAR?

Piyasa düzeni ve değerlerine tam tabiyet kuramları, görüldüğü üzere en azıyla otuz yıldır yürürlükte, hükmünü icra ediyor. Salgın, bunu daha da somutlaştırdı. Ne zaman, nasılı meçhul olan salgın sonrasında bizleri bekleyen dünyada “entelektüel” diye bir kimliğin pek yeri olmadığı, olmayacağı anlaşılıyor.

Eğer tarih, ona temel oluşturan “değişim”, bizlerin dışında cereyan ediyorsa, insanın, toplumun, düşüncenin, bilgi ve bilimin işlevsizliği, baştan kabul edilmiş demektir. Bu dünyanın inşasındaki kuramsal tezler karşısında “alternatif” aramak, her şeyden önce, bir kimlik, varoluş ve temelde “değer” sorunudur.

3 Eylül 2020’de kaybettiğimiz David Graeber, yukarıda andığımız, kimseyi rahatsız etmeyen kuramsal ve kendi ifadesiyle “muazzam fark”ı sorgulayıp ona alternatif arayan nadir isimlerdendi:

Bu durum insanların, şu veya bu tür bir toplumsal hareketin bir parçası olarak, tarihin akışını belirgin bir biçimde değiştirebileceğini kabul etmek anlamına gelir. Söz konusu alternatifler gerçekten de ancak yapılabilir, kendiliklerinden oluvermezler. Dolayısıyla bu durum entelektüellerin bu süreçte meşru bir şekilde ne rol oynayacakları … konusunda cidden kafa yormak anlamına da gelecektir.

Bu arayış onu Değer Teorisi’ne yöneltmiştir. Aynı arayış Wall Street’i İşgal hareketini örgütlemeye, “biz yüzde 99’uz” gerçeğini sloganlaştırmaya, B.ktan İşler’in kendisini mesele etmeye de götürmüştür.

Her biri ayrı inceleme gerektirir. Anısına saygı...

* David Graeber, Değer Teorisi – Antropolojik Bir Giriş, çev B. Kıcır, Sel Yayınları, 2017. (İlk alıntıdaki Aydınlanma Düşüncesine ilişkin açıklamayı ben ekledim.)