YAZARLAR

Ölme oğlum, ölme e mi oğlum

Bu aralar böyle, her şey birbirine bakan aynalar gibi birbiri içinden kırılarak sonsuzca çoğalıyor ve canımı yakıyor. Etrafımdaki, yakın zamanda kişisel bir üzüntü ya da kayıp filan yaşamamış çok kişinin de canının derinden yandığını biliyorum. Çevremde memleket meselelerini kalbine saplanmış bıçak gibi taşıyan, böyle hakiki bir yaralanma olarak yaşayan çok insan var.

“Adil yargılanma” hakkı için ölüm orucunu sürdüren Aytaç Ünsal’ın babasının çaresiz seslenişini duydunuz mu? Baba, cezaevinden bile daha kötü koşullardaki hastane ortamında, havalandırmasız ve sürekli floresan ışığı altında tutulan oğlunun hayatı için feryat ediyor. “Tek çocuğum o benim. Daha 32 yaşında, hayatının, ömrünün baharında. Sesimi duyun, feryadımı duyun. Oğlum ölmesin” diyor.

Baba Nihat Ünsal’ın sözlerini dün sabah erken bir saatte okudum. Gözlerimden yaşlar boşandı. Gözyaşlarımız maalesef ki Avukat Aytaç Ünsal’a sahip çıkmaya yaramıyor. Bizden gözyaşı isteyen de yok zaten. Fakat işte gözyaşı biraz da çaresizliktendir. Bu konuda elimizden gelen çok az şey var. Gücümüz yargı alanında yaşanan akıl almaz haksızlıklarla başa çıkmaya yetmiyor. Adil yargılanma taleplerine destek için benim elimden ancak yazı yazmak gelirdi ki neredeyse üç aydır onu da pek yapamıyordum. Başka dertlerin yanında, her şey hep tekrar ediyor gibi, söz anlamını yitirmiş gibi geliyordu… Kendimiz yazıyor, kendimiz okuyoruz. Mesela bu ölümleri engelleme iktidarına sahip olanlar yazılanları okumuyor. Adil yargılanma talebine cevap üretebilecek kurum ve merciler bizlerin yazabildiği, sesini duyurmaya çalıştığı sınırlı sayıdaki alternatif mecraya ancak yeni bir baskı uygulamak ya da ceza kesmek üzere göz atıyor.

Yine de elimizden hiçbir şeyin gelmediği zamanlarda elimizden en iyi gelen şey neyse onu yapmaktan vazgeçmemek lazım herhalde. Baba Nihat Ünsal’ın çağrısı ve e-mail yazarak ya da mesaj göndererek neden bir süredir yazmadığımı soran vefalı okurlar beni yerimden kaldırıp bu yazının başına oturttu işte.

İnsanın canı gibi sevdiği birini, bir yakınını çaresizce kurtarmaya çalışmasının ne demek olduğunu bildiğimi sanıyorum. Uçan kuştan da yerdeki karıncadan da medet umuyorsun… Sarılıp durduğun ve çoğu kez gökteki yıldızlar kadar hızla kayarak gözden yiten umut kırıntıları ömründen ömür götürüyor. Neredeyse beş yaşımdan beri kaybetmekten hep ama hep korkarak yaşadığım erkek kardeşimi geçtiğimiz haziran ayının 14’ünde kaybettim. Mesleğini sadece birkaç yıl gibi çok kısa bir süre yapmış, başka bir hayat yaşamış ve bambaşka nedenlerle yakalandığı hastalık sonucunda hayata veda etmiş olsa da o da bir avukattı. Ebru’nun ve Aytaç’ın meslektaşıydı. Şairdi ve yazardı… Kardeşim “adil yargılanma” talep eden Avukat Ebru Timtik’in sosyal medyada paylaşılan güzel şiirlerine rastlasaydı, muhtemel ki yıllar yılı silkeleyip durduğu halde yakasından bir türlü düşmeyen dünyaya ve “hayatın adil olmayışına” bir kez daha kahrederdi. Ya dağları, taşları, kayaları ve çiçekleri sürreel renklere boyadığı o capcanlı ve devasa boyutlardaki “kaçış ve düş” tablolarından birini çizerdi. Ya da isminden bir ritim türettiği farazi bir bacanağı karşısına oturtur, dünyanın, hayatın ve ilişkilerin zalimliğini ve haksızlığını haykırdığı upuzun ve “yabanıl” şiirlerinden birini daha yazardı.

İsfendiyar bana bacanak deme!

kızıl gözlerimde

siyah sislerle gelemem

balık alamam Arnavut balıkçıdan

rakıyı gırtlağımda boğamam

gövdeme üç nokta koydum gizlesin sözlerimi

çıldırmak sorun değil çıldıramamak elzem

(…)

öğrenme bunları İsfendiyar öğrenme!

Geberiyorum İsfendiyar bana yanlışsın deme!

(Mahmut Tuncay Çelenk, “İsfendiyar’a sarfedilenler” şiirinden).

Tekrar yazmaya başlarken iki buçuk ay evvel kaybettiğimiz kardeşimi anmadan geçemedim… Kusuruma bakmayın. Onun da bu dünyanın adaletiyle büyük derdi vardı. Ebru ve Aytaç gibi hayatın ortasına dikilip mücadele edemedi belki ama çekildiği kabuğunda da hiçbir zaman huzura eremedi, kendi canından yedi…

Aytaç Ünsal’ın güzel gülüşlü aydınlık yüzü, babasının “Oğlum ölmesin” dileği işte böyle kardeşimin Zürih’te uzun yıllar sürdürdüğü “mülteci” hayatından da geçerek yüreğimi çok daha derinden parçalıyor. Zaten bu aralar böyle, her şey birbirine bakan aynalar gibi birbiri içinden kırılarak sonsuzca çoğalıyor ve canımı yakıyor. Etrafımdaki, yakın zamanda kişisel bir üzüntü ya da kayıp filan yaşamamış çok kişinin de canının derinden yandığını biliyorum. Çevremde memleket meselelerini kalbine saplanmış bıçak gibi taşıyan, böyle hakiki bir yaralanma olarak yaşayan çok insan var. Aytaç ölmesin diye içi titreyenler var.

Aytaç Ünsal, ölüm orucunu sürdürmekle ne elde edeceğini ya da edemeyeceğini eminim ki benden de hepimizden de daha iyi biliyordur. Bir örgütün ya da başka bir kişinin onu gerçekten inanmadığı bir şeye ikna edebileceğini de hiç sanmıyorum. Bu yüzden de tabii ki bu konuda bir şey yazacak değilim. Ama ölüm hiçbir şeye çare değil, bunu yazabilirim sanırım. Ölüm güzel insanlara, adil ve adalet arayan insanlara yakışmıyor. Ebru Timtik’in güzel yüzüne de hiç yakışmadı. Adalet isteyen güzel insanlar gözlerimizin önünde böyle eriyip gittikçe zalimlik ve yozluk çoğalıyor. Soysuzlarla baş başa kalıyoruz. Haydi bunu da bir tarafa bırakalım. Böyle ölümler en az birkaç hayatı, birkaç kuşak insanın hayatını da ziyan ediyor. Aytaç ölürse hayatı ziyan olacak çok insan var, biricik evlatlarının gözlerinin içine bakan annesi ve babası var en başta.

AYTAÇ ÖLMESİN, ÖLME E Mİ AYTAÇ... NE OLUR ÖLME

Evlatları açlık grevinde adım adım ölüme yaklaşan anne babaların üzüntüsünü tam olarak anlamamız ve anlatmamız imkansız. Anlatamayız. Bu yüzden de iyisi mi yeniden aynı acının kırkını çıkarmış Gülten Akın’a bırakayım sözü. Biliyorsunuz 12 Eylül 1980 sonrasında cezaevlerinde yaşanan açlık grevlerinin ardından yazdığı 42 Gün şiirleri var onun. Çünkü oğlu da Mamak’ta bu direnişe katılanlar arasındadır. Açlık grevinin kapısına getirdiği evlat ölümüne karşı yazdığı İlahiler var. Geçen yıl yine barış ve açlık greviyle ilgili bir şeyler anlattığım bir yazıda uzun uzun alıntılamıştım bunları. Ebru Timtik’in ölümünden sonra Aytaç Ünsal’ın durumunun yol açtığı kaygı, dilime bir Gülten Akın cümlesini doladı yine. Yine ölümler, yine açlık. Bugün bir de 1 Eylül, dünya barış günü. Bu yüzden yeniden paylaşacağım o sözleri. Çünkü en güzel Gülten Akın söylemiş;

“Ölme oğlum, ölme e mi oğlum.”

Gülten Akın konuşsun bugün. Kimbilir belki Aytaç Ünsal da duyar… Şiirimizin, dilimizin ve gözümüzün nuru Gülten Akın’ın, Mamak’ın duvarlarını, oğul sevgisini ve yılları aşarak açlık grevindeki bütün evlatlara ulaşan yakarışına bir cevap verir.

Ölüm oruçlarına karşı yazmak da konuşmak da çok zor. Kuşkusuz yapılması gereken en önemli şey ölüm orucundakilerin hayatlarını ortaya koyarak ilettikleri talebe kulak vermek ve verilmesini sağlamak. Ebru Timtik “adil yargılanma hakkı”nı istiyordu. Ebru’nun ve Aytaç’ın adil biçimde yargılanmadıkları, örgüt üyeliği iddialarının “gizli tanık” beyanına dayanmasından ve böyle yol alınmasından bile anlaşılıyor. Ebru Timtik’in de diğer avukatların da adil yargılanma hakkından yararlandırılmadığını her türlü biliyoruz. Görüyoruz.

Fotoğraflarında insanın yüzüne dosdoğru, dupduru, ve ışıl ışıl bakan Ebru, hayatını ortaya koyarak ilettiği adil yargılanma talebine hiçbir karşılık bulamadan gitti. Aytaç Ünsal da gitmesin. Onların birbiri ardınca vefat etmesi muktedirlerin umrunda bile değil. Önlemeye çalışmıyorlar. Umurlarında olmadığı gibi ölenlerin ardından hakaretlerini ve iftiralarını sürdürüyorlar. Bu ölümler üzerine en çok konuşup yazanlar da iki gün geçmeden kendi rutinlerine, hayatlarına, esprilerine ve her şeyi hızla öğüten “gündelik hayata” geri dönüyor. Böyle. Bu maalesef kaçınılmaz. Hayat durmuyor.

Bakıyorsun, olayların ve ölenlerin ardından, şeylerin yerini değiştirip, camları açıp mekanı havalandırmak ve yeni gündemlere açılmak istiyor çoğu insan. Herkes her ölümle birlikte, gidenlerden çok, “kendi zamanının azlığına” ilişkin hakikate, dünyanın bir an evvel değişmesiyle ilişkili sancılı gündemine hızla geri dönüyor adeta. Tabii ki kimsenin ne yaşadığını kimse bilemez. Fakat bize sosyal medyadan gösterilen bu. “Gösterilen” önemlidir. Ölüm oruçlarının üzerinden sadece beş ay geçti. “Grup Yorum’un ölüm orucunda hayatını kaybeden iki üyesinin adı neydi?” diye sorun bakalım, Helin Bölek ve İbrahim Gökçek adlarını duraksamaksızın bir nefeste söyleyecek kaç kişi var, yakınlarından, dostlarından, ailelerinden başka? En çok da anne ve babalarından başka…

Olanlar çok ağır. Ağır zamanlardan geçiyoruz, fazlasını kaldıramıyor insan. Ebru Timtik’in bedeni, gözlerimizin önünde eridi, eridi, aktı ve gitti. Tarih boyunca insanların örgütlü ya da örgütsüz bazen kendi canını ortaya koyarak direndiklerini biliyoruz. Direnmenin, hak arayışının birçok biçimi zaten bizimki gibi zulmün mümbit zemini olan coğrafyalarda hayatını ortaya koymayı gerektiriyor çoğu kez. Ama bu ortaya koyma “ölüm orucu” olmasın istiyoruz. Ve bunu söylemenin uygun yollarını bile bulmakta çok güçlük çekiyoruz.

Bu konuda ne söylesem ne yazsam daha ilk satırından açığa düşüyor. Adını yitirmek, Murat’ın annesi olarak anılmakla onurlanmak ve sevinmek isteyen koca yürekli Gülten Akın’ın sözleri kalıyor sadece, annelerin sözleri kalıyor;

“Sonra analar adlarını yitirdiler. Alberto'nun anası, Tiko'nun anası, Doleres'in anası diye çağrıldılar. Anaların sevinerek katlandığı tek yitik buydu, oğullarının kızlarının adıyla birlikte anılmak.” (“Konuşabiliriz,” 42 Gün Şiirleri)

Gülten Akın bir daha konuşsun demiştim.

“Nice görüş. Kırk üç gün.

O gün oruca son verilmişti ama çocuk ayakta duramıyor. Dal gibi sallanıyor. Dili dolanarak bir iki sözcük ancak söyleyebildi.

Ana. Göğsünün bütün soluğunu bağırarak boşalttı.

"Ölme oğlum, ölme emi oğlum."

Çocuk, feri kaçmış gözleriyle, derisi kemiğine yapışmış yanağıyla, zor aralanan dudağıyla ama o bembeyaz, o canlı, o güzelim dişleriyle bir gülüş güldü. Bir gülüş güldü.

Ana onu aldı. Kanadındaki en geniş teleğin altına soktu.

Bir top ışık gibi. Uçtu gitti.

Dahi uçmada.” (“Gülerken” 42.Günün Şiirleri)

Sen de ölme Aytaç, ölme, o güzel gülüşünle bir gülüş gül, bir gülüş gül, Nihat baban gülsün, Nermin annen gülsün, sevdiklerin gülsün. Dünya bir an için gülsün… Bir top ışık gibi uçup gidelim.

Bunları durdursa durdursa gülüşlerimiz ve ışığımız durduracak… Ölümlerimiz değil.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.