YAZARLAR

Christopher Nolan bizi yeniden sinema salonlarına çağırıyor

‘Tenet’, klasik bir tabirle biraz ‘gürültüsü boyunu aşan’ bir film… Nolan, sadece tek başına senaryoyu da üstlenmeyi bırakıp, daha önceki filmlerinin hemen hepsinde yaptığı gibi filmin yönetmenliğinde kalmayı seçerse daha yerinde bir karar olur. Çünkü böyle durumlarda nasıl sonuçlar verdiğini hepimiz biliyoruz…

"Fırtına geçtikten sonra nasıl atlattığınızı hatırlamayacaksınız. Nasıl hayatta kaldığınızı da. Hatta fırtınanın dinip dinmediğinden bile emin olmayacaksınız. Ancak bir şey kesindir: fırtınadan çıktıktan sonra fırtınaya giren aynı insan olmayacaksınız.

Haruki Murakami

Tenet… Sözlükte inanç, ilke veya öğreti gibi karşılıkları bulunan ama ilk duyduğumuzda fazla bir şey ifade etmeyen, tersten okunduğunda da aynen söylenen bir kelime… Tenet… Merak ettirdiği kadar endişelendiren bir sözcük…

Çünkü dünyanın ve dolayısıyla sinemanın da geçirdiği bu sancılı dönemde hemen biçimlendiremediğimiz ve anlamlandıramadığımız bu isim belki tekrar sinema salonlarına kavuşmamızı kolaylaştıracak bir umut ışığı. Ama belki de bu ‘dönüşe’ rağmen sinema dünyasının asla aynı olmayacağını da haber veren bir sözcük.

Aslında ‘Tenet’ filminin henüz başlarında geçen bir konuşma, filmin üzerinde hala ‘korona’ gölgesinin süzüldüğünü gösteriyor. Filmin kahramanının bir bilim kadınına korkutucu haberin ne olduğunu sorup ‘Nükleer bir soykırım mı?’ dediğinde aldığı ‘Hayır, Daha kötüsü!’ cevabı zaten her şeyi açıklıyor: Dünya asla eskisi gibi olmayacak! Eskiden doğal afet, büyük kazalar hatta ülke savaşlarına göğüs gerebilen insanlık, (büyük ihtimalle) yine onların yarattığı bir virüs karşısında aciz kalacak. Ve ‘Tenet’ filminde gösterildiği gibi tek çözüm belki de ‘zamanla oynamak’ olacak.

Nolan’ın son filmi ‘Tenet’i izledikten sonra içimizde oluşan hayal kırıklığının bu kadar büyük olmasının nedeni de belki de şu durumdan kaynaklanıyor: Çünkü Nolan gibi yetenekli en azından becerikli bir yönetmenin en aşina olduğu zaman ve boyut kavramalarıyla oynayıp bu kadar bulanık, karmaşık ve yoran bir yapım çıkarması gerçekten şaşırtan hatta hüzünlendiren bir durum…

Bir kahraman (ismi belirsiz!) şimdiki zamanı geriye ‘sarmayı’ başaran, onu istediği gibi eğip büken (onların deyişiyle zamanı ‘evirtmeyi’ beceren) bir objenin peşine düşer. Ancak Üçüncü Dünya Savaşını bile başlatabilecek bu esrarengiz nesneyi bulmak için zamanlar ve boyutlar arası yolculuklar yapması gerekecek en karmaşık casusluk entrikalarıyla baş etmek zorunda kalacaktır.

NOLAN VE BOZULAN ZAMAN!

Nolan bilindiği gibi, sinema dünyasına etkileyici bir giriş yapmasını sağlayan, ilk önemli filmi ‘Memento’dan (2000) beri filmlerinde zaman ve boyut kavramlarıyla uğraşmayı seviyor. Ancak bunu Tarantino veya İnarritu gibi birbirinden kopuk görünen hikayecikleri ana senaryoya bağlamak için değil daha çok seyirciyi başkarakter(ler)inin bulunduğu belirsiz, soru işaretleriyle dolu, debelendikçe daha da içine gömüldüğümüz bir dünyaya atmak için veya ortaya çıkan sırlar ve itiraflarla en az onlar kadar şaşırmamızı hedefleyen bir anlatım kurmak için kullanıyor. Nolan’a dünya çapında büyük başarı getiren ‘Batman’ serisini veya tarihsel bir olayı mercek altına aldığı ‘Dunkirk’ gibi yapımlarını bir kenara koyarsak, ‘Memento’, ‘İnception’ veya ‘İnterstellar’ gibi filmler, ilk bakışta thriller, fantastik veya bilimkurgu gibi türlere kayabilecekken her zaman bir mesaj, bir felsefi bakış ve zamanın getirdiği sorular üzerine bir yorum getiriyor. Ancak ‘Tenet’ filminin temel sorunu tam da bundan kaynaklanıyor: Nolan işlediği konunun sonuna kadar gitmekten korkmayan ve anlaşılmaz olma riskini göze alarak işlediği temaları her açıdan ele almak gayreti içinde olan bir yönetmen…

RÜYA İÇİNDE RÜYA, ZAMAN İÇİNDE ZAMAN…

Yönetmen sanki bir insanın rüyasına dalmak (Inception) yeterince derin bir konu değilmiş veya ilginç açılımlar getiremeyecekmiş gibi kapağı daha da ileri itiyor. Rüya içinde rüyayı hatta işin içine giren bir üçüncü rüyayı da anlatmak istiyor. Aynı şekilde sanki bir grup astronotun, insanlığın yaşaması için bir gezegen aramasını (Interstellar) yeterince ilginç bulmuyor, bu keşif gezisinin içine bir zamansal ve boyutsal atlama olayını da katıyor. Bu iddialı ancak bir o kadar riskli yaklaşım çoğu zaman biçimsel bir sorun yaratmasa da verilmek istenen mesajlar bazen biraz replik kokan konuşmalarla dile getirebiliyor. Yönetmenin kendisi de zaman zaman anlattığı olayların akışına yetişmekte biraz zorlanıyor. Yine de Nolan’ın son kertede, bu filmine kadar ele aldığı senaryoları bir şekilde toparladığını ve çoğu kez çok başarılı sonuçlar alabildiğini de eklememiz gerekir.

Normalde bir filmdeki zaman atlamaları hikayede yerine oturuyorsa veya senaryoya yeni bir katman ekliyorsa, ‘non-linear’ bir kurgu kolayca kabul edilebilecekken, ‘Tenet’te filmin başından itibaren başlayan zaman atlamaları, geçmişe dönmeler, geleceği değiştirmeler, ana karakterlerin geçmişlerindeki ‘kendileriyle’ yüzleşmeleri gibi olaylar ortaya hazmetmesi ve kavraması zor, ilginç olmaya çalışırken giderek düz akan ve bizce oyuncular kadar seyircilerin de anlatılan hikayeden sürekli kopmasına neden olan bir durumu ortaya çıkarıyor.

HARCANAN BİR FİKİR…

Aslında ‘Tenet’, Nolan sinemasını sevenleri heveslendirecek bir şekilde başlıyor: yönetmenin sık sık başvurduğu İmax formatında çok geniş açılarla çekilmiş bir konser alanı sahnesi ve kendini sürekli hissettiren etkileyici bir gerilim duygusu… Ardından (biraz cihatçı grupları hatırlatan) şiddetli bir baskın sekansı ve sonrasında göründüğü kadar basit olmayan bir ‘karşı müdahalenin’ asıl yüzü… Buraya kadar bütün olayların başarılı bir şekilde akması vaatkar bir başlangıç sekansı sunuyor. Hatta başkarakterin kim olduğuna dair hiçbir ipucu almamış olmamız bile bizi rahatsız etmezken hikayenin fantastik yönü ortaya çıkıyor ve film aksamaya başlıyor. İlk önce ‘gelecekten gelen kurşun’ gibi ufak deneylerle sunulan bu tuhaf durum, başlarda gelecekte yaşanan olayların şimdiki zamandaki izlerini görmek gibi, bir tür ‘zaman takılması’ veya ‘boyut karmaşası’ gibi ilginç bir açılım yakalayabilecekken, kim olduğu bilmediğimiz ve asla tam olarak bir çerçeveye oturtamayacağımız bir kahramanın peşine takılıyoruz. Bu karakterin karşılaştığı karanlık iş adamlarının, mafya babalarının, çift taraflı çalışan casusların da son derece sıradan karakterlerin olmasını bir kenara koyarsak, elimizde sadece bir ‘kamera gösterisi’ ve bir şekilde sağlam bir yere bağlanmayan bir ‘tersten anlatım’ kalıyor. Yönetmenin bazen geriye sarar gibi yaşanmış olayların ‘öncellerini’ gösterdiği, bazen bir kavga veya araba takibi gibi sekansları farklı açılardan ‘eğer öyle olsaydı’ çekimleriyle süsleyip senaryoya yedirmeye çalıştığı sahneler zaten kavrayabilmek için çırpındığımız bir hikayeyi daha da anlaşılmaz kılıyor.

AMAÇSIZLIĞIN SIKINTISI…

‘Tenet’in bir diğer ciddi problemi de senaryodaki karakterlerin amaçsızlığından daha doğrusu ulvi bir amaç dışında asıl olarak hedefledikleri şeylerin muğlak hatta tanımlanmaz olmasından kaynaklanıyor. Adını bile öğrenemediğimiz ‘protagonist’imiz bir şekilde dünyanın dengesini bozacak bir nesneyi arıyor ama kimin için?.. Dahil olduğu CIA için mi yoksa insanlık için mi? Aynı şekilde onun ortağı ve arkadaşı haline gelen karakterin kim olduğu da asla belli olmuyor. İkisi de belli ki askeri bir geçmişi olan, bazı gizli servislere bağlı ve çarpışmada uzman olan basit karakterler… Filmin asıl kötüsü olan Sator karakteri de sanki sadece ‘kötülük’ saçmak isteyen nerdeyse karikatürel bir kişi… Sonrasında asıl amacını öğrensek de sonuç, ilginç olmaktan çok uzakta duruyor.

Ancak bütün bunların yanında işin bizce asıl can sıkıcı tarafı, Nolan’ın becerikli bir yönetmen olmasından dolayı sürekli olarak adeta derin bir konuya girip sonra tam açıklamadan çıkması oluyor. Zaten yönetmenlik koltuğunda kapasitesi sınırlı ve derine inmekten imtina eden bir yönetmen olsaydı belki filmin bu ‘şeklini’ kabul etmemiz ve kavrayabilmemiz, beklentiler açısından çok daha kolay olurdu. Ama Nolan’ın sürekli seyircilere attığı bu ‘olta’, bize ya yönetmenin fazla ‘kibirli’ olduğu ya da bizim anlama kapasitesi açısından ‘yetersiz’ olduğumuz hissiyatını yaratıyor.

OYUNCULAR YARALI…

Filmindeki başkarakterler tabii ki üst düzey oyuncular tarafından canlandırıldığı halde hikayedeki bulanıklık, olay akışındaki dağınıklık ve biraz sönük final, onların özelliklerini törpülüyor, zaaflarını göstererek ‘canlı’ kişiler olmasının önünü tıkıyor. Filmin başkahramanına hayat veren John David Washington sadece idealist ve iyi kalpli bir cesur adam düzeyine indirgeniyor. Onun filmde bir mafya babasının eşi Kat (Elizabeth Debicki) ile olan ilişkisi naif bir aşk hikayesi gibi görünüyor. Değindiğimiz gibi adeta hücrelerine kadar kötü adamı canlandıran büyük yönetmen-oyuncu Kenneth Branagh ise rolüne insani bir yan katmak için hiçbir tutunacak ‘dal’ bulamıyor, sadece klasik bir ‘düşman’ yaratma görevini yerine getiriyor. Bütün bu karmaşa içerisinde, ‘Twilight’ döneminden sonra genelde kariyerini önemli rollerle inşa eden Robert Pattinson’un Neil karakteri ve son zamanlarda Nolan’ın fetiş oyuncularından biri haline gelen efsanevi oyuncu ‘Sir’ Michael Caine’in (kısa) performansları da filmi kurtarmaya yetmiyor.

Son olarak şunu da belirtmemizde yarar var: bütün bu olumsuzlukların içinde belki de tek teselli noktamız Nolan’ın üst düzey teknik becerisi ve görsel gücünden hiçbir şey kaybetmemiş olması. Film, teknik açıdan nerdeyse kusursuz… Başta da değindiğimiz gibi Imax formatıyla çekilen görüntüler bizi (sinema salonunda) olayın içine çekiyor, filmdeki gösterişli aksiyon sahneleri (özellikle otobandaki araba takibi sekansı) basit bir ‘geriye sarma’dan çok daha fazlası… Nolan’ın bir süredir beraber çalıştığı deneyimli görüntü yönetmeni Hoyte van Hoytema ile beraber yarattığı film dokusu ve kadrajlar belli bir atmosfer oluşturmayı beceriyor.

Son olarak bizce ‘Tenet’, klasik bir tabirle biraz ‘gürültüsü boyunu aşan’ bir film… Yine bizce Nolan, sadece tek başına senaryoyu da üstlenmeyi bırakıp, daha önceki filmlerinin hemen hepsinde yaptığı gibi filmin yönetmenliğinde kalmayı seçerse daha yerinde bir karar olur. Çünkü böyle durumlarda nasıl sonuçlar verdiğini hepimiz biliyoruz…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .