YAZARLAR

Müjde: Yolda yürürken para, Karadeniz’de doğal gaz bulmak

Propaganda makinesinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “şahsı”yla özdeşleşen iktidarın hep dört ayağının üzerine düştüğüne, şansı hep rast gittiğine; yolda yürürken para, Karadeniz’e henüz açılmışken gaz bulduğuna dair yaratmaya çalıştığı olağanüstü tablo, yaratılan beklentinin büyüklüğü ile açıklanan gerçeklik arasındaki uçuruma takıldı.

Felaketler gibi müjdeler de beklenmediktir, bir anda ortaya çıkar, şaşırtır, felç eder. Her ikisinde de aşırı duygu durumlarıyla verilen tepkiler söz konusudur; felaket aşırı üzüntü ve yasa, müjde ise sevinç ve nümayişe götürür ve her ikisinde de bir tür kederde ya da sevinçte birlik, bir aradalık duygusu tetiklenir. Bu sebeple özellikle söz konusu olan oydaşma ve temel demokratik ilkelerde birleşme yerine kutuplaşma ve baskıcı uygulamalardan beslenen bir iktidar ise, varlığını sürdürebilmek adına bu iki uçtaki duygu haline yol açan durumların her ikisine de ihtiyaç duyar. Savaş, ekonomik kriz, iklim krizi, salgın ya da çevresel felaketler asgari demokratik teamüller üzerine kurulu bir rejimde bunların karşısında yeterli önlemleri almayan ya da sonrasında baş etmekte yetersiz kalan siyasi iktidarlara istifa getirebilir; seçimle değişmesine sebep olabilir. Bu sebeple, demokratik rejimlerde iktidarların öngörülebilen felaketlere karşı stratejileri, bunların önüne geçmek ya da ortaya çıktığında baş etmek için politikaları vardır. Tıpkı Covid-19 salgını benzeri bir felaketi 8 yıl önce öngörüp buna karşı iyi kötü bir strateji geliştiren Almanya’nın olduğu gibi.

Oysa baskıcı bir rejimin, içerideki cılız muhalif sesleri de bertaraf edebilmek ve en azından tebaasını kederde ve öfkede ortaklıkta birleştirmek için büyük felaketlere ihtiyacı vardır. Bu, yüzlerce can pahasına bastırılan bir darbe girişimi de olabilir, bir sel, deprem, salgın hastalık ya da içeriden değil, dışarıdan kaynaklandığı iddia edilen bir ekonomik kriz de. Ancak keder, öfke ve yas tek başına sürdürülebilir duygu halleri değildir. Bir süre sonra acılarını içlerine bastırarak olağan yaşamlarına dönmek isteyecek kitlelere iktidarın arkasında hizalanmak için başka sebepler sunmak ve çatlak sesleri bastıracak yeni olaylar bulmak gerekir. Felaketler gerçektir; yaşanmakta, hayatları alt üst etmekte ve geçmektedir. Bunların karşısına çıkarılan büyük sevinçlerin ise “gerçek” olmaları gerekmez. Hatta ne kadar gerçek dışı, ne kadar akıl almaz sebeplere dayanırlarsa o kadar etkili olurlar. Asıl güçleri yarattıkları duygusal tepkinin, sebep oldukları nümayişin büyüklüğündedir.

Tahmin ettiğiniz gibi, bütün bunlardan söz etmemin sebebi, Erdoğan iktidarının özellikle parlamentoda çoğunluğunu kaybettiği ve nihayetinde ittifak siyasetine mecbur kaldığı 7 Haziran 2015’ten bu yana varlığını bir tür felaketler ve müjdeler döngüsü ile sürdürmek zorunda kalması. 7 Haziran’ın ardından, 2015 ortasında Suruç katliamı ile başlayarak 2017 yılının ilk günü Reina’da yaşanan saldırıya kadar geçen dönemde ardı ardına patlayan bombalarla yüzlerce masum insan hayatını kaybetti. Yaşanan korkunç günlerde, terör saldırılarının yol açtığı korku ve öfke ile paralize olan toplumun tutunacak dalı, ancak muhalefetiyle birlikte iktidarın arkasına hizalanmakla sağlanabileceği ileri sürülen istikrar ve güvenlik arzusuydu.

2016 yılının 15 Temmuz’undaki darbe girişimi başarılı olsaydı, yine büyük bir felaket yaşanacaktı. Bu felaketin gölgesi, darbeyi takip eden OHAL rejiminde iktidara muhaliflerinden kurtulma fırsatı sundu. Yıllarca “beraber yürüdük biz bu yollarda” diye seslendiği darbecilere karşı toplumda duyulan gerçek öfkeyi “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirip kullanmakta mahir iktidar, bu felaketin gerçek olabilme ihtimali üzerine inşa ettiği Yenikapı Ruhu'nun verdiği güvenle, darbe ile ilişkisi olmayan yüz binlerce insanın hayatını alt üst eden OHAL rejimini inşa edebildi; OHAL kaldırıldıktan sonra da sürekli kılabildi.

Bütün bu yıllarda deprem, sel, çığ gibi doğal afetler yaşanırken de, başka bir ülkenin topraklarına gönderilen onlarca asker hayatını kaybederken de muhalefetin tek ses olarak iktidarın arkasına hizalanması beklendi. Bu felaketlerde sorumluluğu olanlar, yanlış politikalar, yanlış uygulamalarla yeterli önlem almayanlar konuşulmasın istendi. Tıpkı ekonomik krizin, döviz kurlarındaki önlenemez yükselişin suçunun dış mihraklara atılması; Türkiye’nin de önemli rol oynadığı yanlış Suriye politikasının yarattığı mülteci krizinin sorumlusu olarak bizzat mültecilerin görülmesi; şimdiden bir felakete dönüşen ve sonbaharla birlikte hangi düzeye çıkacağı öngörülemeyen Covid-19 salgınının yayılmasındaki sorumluluğun sadece yeterince önlem almayan bireylere yüklenmesi gibi. Dahası, bunlarla baş edebilmenin tek yolunun iktidarın güçlü, daha da güçlü ve yekvücut olması olduğu vurgulandı durdu.

Ancak söylediğim gibi, felaketlerle beslenen bu iktidar kurgusunun işleyebilmesinin bir diğer koşulu, neredeyse her zaman iktidarın olağanüstü güçlü, becerikli, işbilir olduğuna inanılmasını sağlayacak bir müjdeler silsilesinin varlığı. İşin ilginç yanı, bu müjdelerin akılcı ya da gerçekleşebilir olmasının değil, sadece bir hayali pazarlıyor olmasının önem taşıması. Hatırlayalım. 1 Kasım 2015’te yinelenen seçimlerin öncesinde, dönemin başbakanı Davutoğlu’nun devasa resimlerinin yer aldığı bilboardlarda seçim müjdesi olarak yerli uçağımızı yaptığımız yazıyordu. Davutoğlu yerli savaş uçağımızı ve yerli otomobilimizi yaptığımızı da bu seçim arifesinde müjdelemişti. Gerçi uçak müjdesi, 2011 seçimlerinin öncesinde bizzat “yerli uçağımız göklerde” sloganıyla birlikte o zamanki Başbakan Erdoğan’ın fotoğrafı eşliğinde taşınmıştı aynı billboardlara: İki genel seçime malzeme olan bu uçak 2019’da göklere yükselecekti; olmayınca müjdesi başka bir seçime kaldı. 30 Mart 2019 yerel seçimleri öncesinde bu sefer Cumhurbaşkanı yardımcısı verdi müjdeyi, milli savaş uçağının 2023’te hangardan çıkarılacağını, 2026’da göklere salınacağını söyleyerek. Bu arada her seçim öncesinde yinelenen yerli otomobil müjdesini de unutmamak gerek. Bir de biliyorsunuz, belli aralıklarla yinelenen Trakya’da, Karadeniz’de, Doğu Akdeniz’de doğal gaz, Diyarbakır’da, Hakkari’de petrol bulduk müjdeleri var.

Kriz ne kadar büyükse, müjdenin de etkisi o denli büyük olmalı. Bu sebeple, bugünlerde iktidarın birbiri ardına yeni müjdeler duyurmaya ihtiyacı artıyor. Bayram değil seyran değilken ortaya çıkan Ayasofya müjdesi de bu türden. Bu müjdenin etkisi geçer geçmez, bu sefer daha büyük olacağı, Türkiye için bir eksen değişikliğine yol açacak yeni bir müjde bizzat Cumhurbaşkanı tarafından üç gün öncesinde müjdelendi.

Ne var ki, bu sefer iyi bir hazırlık, PR süreci işletilmediği anlaşılan “müjdeyi de müjdeleme” hamlesi, beklenenin tersine bir etki, bir ölçüde hayal kırıklığı yarattı. Bu seferki krizin, felaketin büyüklüğünden midir, iktidarın elini sıkıştıran olayların üst üste gelmesinden midir; yoksa tüm çabalara rağmen otoriterliği kurumsallaştıramamasından, “hadi oradan” diyen sesleri tümüyle yok edememesinden midir bilinmez; Cumhurbaşkanı tarafından üç gün öncesinden duyurulan bu müjdenin yarattığı beklenti amacına hizmet edemeden sönümlendi. Propaganda makinesinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “şahsı”yla özdeşleşen iktidarın hep dört ayağının üzerine düştüğüne, şansı hep rast gittiğine; yolda yürürken para, Karadeniz’e henüz açılmışken gaz bulduğuna dair yaratmaya çalıştığı olağanüstü tablo, yaratılan beklentinin büyüklüğü ile açıklanan gerçeklik arasındaki uçuruma takıldı. Ankara’da bir gökdelene konuşlanan ve binlerce çalışanı bulunan İletişim Başkanlığı, 320 milyar metreküplük doğal gaz rezervinin resmî açıklamadan önce 800 milyar olarak haber olmasının ve müjdenin Erdoğan’dan önce televizyon ekranlarında Doğu Perinçek tarafından verilmesinin önüne geçemedi. Medyada yer alan hararetli iktidar sözcüleri dahi, tamamı çıkarılsa bile Türkiye’yi ancak 7-8 yıl idare edeceği anlaşılan bu rezervin nasıl olup da dış politikada bir eksen değişikliği getireceğini açıklamayı başaramadı. Bu müjde de böylece gelip geçtiğine göre, sıradakine bakalım.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.