YAZARLAR

Güçlü ülke Türkiye: Quo vadimus? 

Silah sanayinde AKP döneminde ortaya çıkan değişim salt büyümeden ibaret değil. Asıl olan sektörün “devlet/şirket” yapılanmasındaki dönüşümde izleniyor. Halen silah sanayinin omurgasını TSKGV (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) oluştursa da hızla artan şirketleşmenin giderek derinleşen yeni bir sermaye birikim alanına dönüştüğü gözlemleniyor.

Geçmişte bir kez daha yazmıştım. Bizim kuşak (elbette seçkin istisnaları dışında) 'quo vadis' (nereye gidiyorsun) deyişini Yalçın Küçük’ün 1980’li yıllarda çıkan kitabın başlığından öğrendi. Efsaneye göre Aziz Pavlus’un Roma’dan kaçarken İsa Mesih’i görüp şaşkınlıkla sorduğu soruyu Küçük, 'quo vadimus' (nereye gidiyoruz) düzenlemesiyle kitabının başlığına taşımıştı.

Küçük, Türkiye’nin 1950’li yıllardan başlayarak 1980’lere uzanan ABD güdümlü restorasyon sürecini, gericileşmeyi, Özal’ın IMF, Dünya Bankası menşeli iktisat repertuvarını Türkiye’ye nasıl taşıdığını kendine has üslubuyla anlatıyor ve dünyanın yirminci yüzyılda yeni bir karanlık döneme girdiğini vurguluyordu. Ona göre 1950’li yıllardan sonra adım adım büyüyen “İslâmcılık ve Arapçılık” Türkiye'nin Orta Çağ'ının hazırlayıcılarıydı.

Küçük’ün yaptığı tespitler 12 Eylül tahribatının gerçek niteliğini ve önü açılan yeni dönemi tanımlayan çoğumuz için erken sayılabilecek tespitlerdi. Küçük “Orta Çağ antik kentleri yıktı… antik kültür ve bilimi gömdü... antik kültür ve bilimi taşıyan aydınları gömdü… Orta Çağ'a geçmek için yıkım gerek” diye ekliyor ve soruyordu: Quo vadimus?

Küçük kendi sorusuna tarih bilincinin iyimserliğiyle yanıt verip “Aydınlığa doğru” diyerek kitabını sonlandırmıştı.

Henüz insanlık aydınlığı görmedi, karanlık koyulaşıyor. Orta Çağ (farklı görüşler olsa da) genel kabule göre Batı Roma'nın çöküşü ve Rönesans arasındaki bin yıllık bir süreci kapsıyor. Küçük’ün Türkiyeli bir aydın olarak dönemine ilişkin erken tespiti, bugün insanlığın sıkıştığı durumu tasvir etmek için sıkça kullanılıyor. Alain Mine’nin “Yeni Orta Çağ” kitabını ben geç okuyanlardanım. Mine, yaşadığımız dönem için tanımladığı yeni orta çağı aklın kayboluşu, örgütlü sistemlerin yokluğu, itaat, otoriter sistemlerin yükselişi ve belirsizlik süreçlerinin yarattığı bir çöküş olarak tanımlıyor. Sanki insanlığın uzun mücadelelerle edindiği tüm kazanımlarını yitirip, tekrar başa dönmesi gibi yıkıcı bir süreç.

Küçük’ün tespiti elbette doğruydu. Karanlık çağların varlığı yok etmek üzerine kuruludur. Ya insanlığın kolektif birikimini yok eder ya da bugün olduğu gibi Marx’ın Grundrisse’de tanımladığı insanlığın genel zekasını insanlığa karşı kullanır. Yaşadığımız dünyada bunun en iyi örneklerini hızla büyüyen savaş sanayinde (bazıları buna savunma sanayi diyor..!) ve bu sanayinin “ürünlerinin” insanlık üzerinde tüketildiği savaşlarda görmek mümkündür.

Tarihin tüm karanlık dönemlerinin “gücün” yüceltildiği, insanlığın iradelerini “güce” teslim ettikleri birer şiddet ve savaş dönemleri olduğunu söylemek yanlış değildir. Kapitalizmin şiddeti de kendine özgüdür; sermaye şiddeti de metalaştırmıştır. Kullanım değeri yok etme üzerine kurgulanmış olan şiddet metası, aynı zamanda bir sermaye birikim aracıdır. Yok ederek birikim bu “işin” doğasındadır. Kapitalizmde savaş, geçmişin karanlık dönemlerinden farklı olarak hem yok etmek hem de servet biriktirmektir. Bu nedenle bugünün şiddet tekellerini anlayabilmek, devletlerin yanı sıra küresel düzeyde örgütlenmiş savaş sanayini de anlamamızı gerekli kılmaktadır.

Küresel düzeyde çok sayıda araştırma kurumu askeri harcamalar üzerine veri yayınlıyor ve ülkelerin “gücünü” sıralıyor. Benim izleyebildiği kadarıyla iki kurum (GF: Global Firepower, SIPRI: Stockholm International Peace Research Institute) bu alanda öne çıkıyor. Bu kurumların yanı sıra Dünya Bankası da askeri harcamalar konusunda düzenli veri yayınlıyor. Ama şunu belirtmeliyim tüm bu verilerin kapsamı ve tabii gerçekçiliği tartışmalı. Ne de olsa “gizli” bir dünyadan söz ediyoruz...!

Gizliliğin en belirgin biçimi “bütçe dışı” harcamalardan kaynaklanıyor. SIPRI (Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü) bu durumun özellikle Şili, Endonezya, Peru, Türkiye, Venezuela, Mozambik, Nijerya, Güney Sudan’da yaygın olduğunu, gerçek harcamaların daha yüksek olduğunu belirtiyor. Yani “güç” dünyasının verilerini elde etmek de güç. Biz burada sunulanlarla yetineceğiz.

GF'nin (Küresel Ateş Gücü) 2019 yılı küresel askeri harcamalar için yaptığı sıralamada Türkiye 18'inci sırada yer alıyor. ABD 750, Çin 237, Suudi Arabistan 67.6, Rusya 48, Birleşik Arap Emirlikleri 22.8, İsrail 20, Türkiye 19 milyar dolarlık savaş (kimileri “savunma” demeyi tercih ediyor) harcaması gerçekleştiriyor. GF’nin elliye yakın değişkeni hesaba katarak hazırladığı “savaş gücü endeksinde” ise Türkiye sıra atlıyor ve on birinci sıraya yükseliyor. Sıralamanın ilk onu ABD, Rusya, Çin, Hindistan, Japonya, Güney Kore, Fransa, İngiltere, Mısır ve Brezilya şeklinde dağılıyor.

Benzer bir kuruluş olan SIPRI verilerine dayanarak yapılan hesaplamada, Türkiye’nin 2003-2019 arası AKP iktidarı dönemi boyunca, düzenli olarak yıllık ortalama 19 milyar dolar askeri harcama yaptığı ortaya çıkıyor. Elbette “bütçe dışı” harcamalar dikkate alınmadığında… Şimdi sormak lazım; Türkiye’nin “güçlü” bir ülke olduğundan kuşku duyan var mı?

Dahası SIPRI'ya göre Türkiye dünyada silah tedarik eden 13'üncü ülke konumunda. Enstitünün bu alandaki verileri 1950 yılına uzanıyor. Verilere göre Türkiye 1995 yılına değin (1981 ve 1982 yıllarındaki azımsanacak miktarlar dikkate alınmazsa) silah tedarikçisi ülke konumunda değil. 1995 yılını izleyerek sınırlı da olsa silah ihraç eden ülke konumuna geliyor ve asıl niteliksel sıçramayı AKP iktidarı döneminde gerçekleştiriyor.

SIPRI’nın silah tedarikçisi en büyük elli ülke için sunduğu verilerden 2004-2019 yılları için yapılacak basit hesaplamada şu sonuç ortaya çıkıyor: Bu elli ülkenin yıllık ortalama satış tutarı 26,7 milyar dolar. ABD yıllık ortalama 8,7 milyar dolarlık satışla bu toplamın yüzde 32,5’ini gerçekleştiriyor. ABD’yi pay olarak Rusya (23,5), Fransa (yüzde 7,1), Almanya (yüzde 7), Çin (yüzde 4,5), İngiltere (yüzde 4,3), İspanya (yüzde 2,3), İtalya (yüzde 2,4), İsrail (yüzde 2,3) izliyor. Türkiye'nin bu süreçte yıllık ortalama satışları 68,9 milyon dolar olarak gerçekleşiyor. 2003 yılında 42 milyon dolardan (yüzde 0,2’lik paydan) 2019’da 193 milyon dolara çıkış (yüzde 0,9’luk pay) bu alanda bir “güç” birikiminden başka ne anlama gelebilir ki?

Yerli ve milli silah sanayi büyüse de bu alanda dışa bağımlılık yok olmuyor. SIPRI verilerinden 2003-2019 yılları için yaptığımız hesaplamada, AKP iktidarının bu döneminde toplam 10,9 milyar dolar silah sanayi ticaret açığı verdiğini ortaya koyuyor. Aşağıdaki tablo silah sanayi ticaret dengelerinin seyri hakkında okuyucuya erekli bilgiyi verecektir.

Silah-ticaret dengesi ,2003-2019, milyon dolar

Türkiye’nin silah ithalatının ilk beş ülkesi ABD, Güney Kore, Almanya, İtalya, İsrail, İspanya; ihracatında ise sıralama Birleşik Arap Emirlikleri, Türkmenistan, Suudi Arabistan, Pakistan ve Malezya olarak gerçekleşiyor.

Silahların dünyasına şirketler düzeyinde bakılınca şiddetin metalaşması elbette daha belirginleşiyor. SIPRI küresel düzeyde “en büyük 100” silah üreticisi şirket için de veri yayınlıyor. Ancak Çin şirketleri (çok büyük olsalar da) SIPRI’nın veri setinde yer almıyor. Beklenildiği gibi silah üretimindeki ilk 100 şirketin yarısı ABD’li. 2004 yılında 50 ABD’li şirket ilk 100 şirketin toplam silah üretiminin yüzde 62’sini gerçekleştiriyor. 100 büyüğün 2018 dolar fiyatlarıyla 301,8 milyar dolar olan üretimlerinin 187 milyar dolarını ABD şirketleri gerçekleştiriyor. ABD’yi İngiltere (14 şirket ve üretimin yüzde 14’ü), Fransa (9 şirket ve üretimin yüzde 7,6’sı), İtalya (5 şirket ve üretimin yüzde 3,6’sı), Almanya (8 şirket ve üretimin yüzde 2,5’i), Japonya (6 şirket ve üretimin yüzde 2,2’si), Rusya (4 şirket ve üretimin yüzde 1,2’si), İsrail (3 şirket ve üretimin yüzde 1’i), Hindistan (3 şirket ve üretimin yüzde 0,9’u) izliyor.

Türkiye bu 100 şirketlik silah üreticisi gruba ilk defa 2010 yılında ASELSAN ile 92'nci sıradan, 760 milyon dolar üretimiyle (toplam içinde yüzde 0,1’lik bir pay) mütevazı bir yerde alıyor. 2014 yılında ise Türkiye’den iki şirket sıralamaya giriyor. ASELSAN (76'ncı sıra), TUSAŞ (Türk Havacılık Uzay Sanayi AŞ, 95'inci sıra). 100 büyük içindeki toplam üretim payları yüzde 0,2 olan bu iki şirketin üretimi 2 milyar dolar düzeyinde gerçekleşiyor. 2018 yılında bu iki şirket küresel sıralamada yükselerek 2,8 milyar dolarlık üretimle ilk yüz içindeki paylarını yüzde 0,6’ya çıkarıyorlar (1).

Silah sanayinde AKP döneminde ortaya çıkan değişim salt büyümeden ibaret değil. Asıl olan sektörün “devlet/şirket” yapılanmasındaki dönüşümde izleniyor. Halen silah sanayinin omurgasını TSKGV (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı) oluştursa da hızla artan şirketleşmenin giderek derinleşen yeni bir sermaye birikim alanına dönüştüğü gözlemleniyor. Bugün sektörde yer alan 700'ün üzerindeki şirketin ASELSAN, TUSAŞ, ROKETSAN, HEMA, BMC, FNSS, HAVELSAN, ALP Havacılık, NUROL Makine, MİKES gibi “öncüleri” Türkiye’nin ilk 500 şirketi arasında da yerlerini almış durumdalar.

Silah sanayinde şirketleşme artışı esas olarak Türkiye’nin 2002 yılında ABD, İngiltere, Danimarka, İtalya, Hollanda, Kanada, Norveç, Avustralya ile birlikte F-35 projesinde yer almasıyla başlıyor. 10'dan fazla şirket (başta ALP Havacılık, AYSAŞ, FOKKER ELMO, MIKE) bu süreçte yer alarak hızla büyüyor. Proje S-400 kriziyle sonlanmış gibi dursa da arkasında yeni bir sermaye alanı bıraktığı açık.

Bugün gelinen durumda silah sanayinin üçlü bir sacayağından oluştuğunu söylemek mümkün (2). İlk ayağı halen bir kamu kurumu niteliğindeki TSKGV oluşturuyor ve sektörün yaklaşık yüzde 40’ını kontrol ediyor. İkinci ayak uluslararası şirketlerle ortaklıkları olan NUROL, TAI (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii), MIKES; OTOKAR (Koç Holding) gibi şirketlerden oluşuyor. Üçüncü ayağı ise Erdoğan’a yakınlıklarıyla bilinen Bayraktar, Öztürk, Albayrak gibi aile şirketlerinin iştiraklerinden oluşuyor. Bu grubun en önemlilerinden biri Bayraktar Makine ve Katar menşeli Barzan Holding'in ortaklığı olan BMC şirketi.

Ekonomide kriz derinleşse de “güç” tekelinin dönüşerek büyüdüğünü söylemek mümkün. Elbette her büyümenin kendi doğasına uygun sonuçlar ürettiğini de unutmamalı. Öyle de oluyor:

Türkiye’nin Libya’ya kara birlikleri sevk etmesiyle birlikte yurt dışında asker bulundurduğu ülke sayısı dokuza yükseldi. Türkiye dördü (Lübnan, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Afganistan) Birleşmiş Milletler bünyesinde, beşi ise (Libya, Suriye, Irak, Somali ve Katar) kendi inisiyatifiyle dokuz ülkede asker bulunduruyor. İngiltere danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers’ın (PwC) yayınladığı “Küresel Savunma Perspektifleri 2017” adlı raporuna göre Türkiye 2016’dan bu yana ABD’den sonra yurt dışında en aktif rol alan ikinci orduya sahip ülke konumunda. TSK’nin 2014’te yüzde 8,6’sının, 2016’da da yüzde 13,2’sinin yurt dışında görev aldığı ve en az 50 bin personelinin yurt dışında görev yaptığı belirtiliyor.

Şirketleşerek büyüyen bir savaş sanayi ve giderek yayılan bir ordu, quo vadismus?

1- Performans kriterlerine göre sıralama da değişebiliyor. Örneğin “Defense Top 100” sıralamasında Türkiyeli yedi şirket (ASALSAN, TUSAŞ, BMC, ROKETSAN, STM, FNS, HAVELSAN) ilk 100'de yer alıyor.

2- Bkz., Metin Gürcan (20 Kasım 2019) Turkey's defense industry sees rise of “the president’s men”.


Ahmet Haşim Köse Kimdir?

1960 Samsun doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini ODTÜ İktisat bölümünde, doktorasını Hacettepe Üniversitesi İktisat bölümünde tamamladı. 2000 yılında A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Uluslararası Ticaret ve Kalkınma kürsüsünde yardımcı doçent oldu. Bu kürsüde sırasıyla doçent ve profesör olarak görev yaptı. 7 Şubat 2017’de bu kürsünün başkanıyken 686 sayılı KHK ile görevinden atıldı. İlgi alanı politik iktisat üzerine yoğunlaştı. Türkiye’de toplumsal sınıf haritaları, gelir bölüşümü, kalkınma alanlarında çok sayıda ortak ve kişisel çalışmalar yaptı. Evrensel ve Sol gazetelerinde dönemsel olarak yazıları yayınlandı. Karaburun Kongresi’nin düzenleyicilerinden biridir.