YAZARLAR

Koruma bir kültür meselesi

Bana sorarsanız bu ‘tarihe beton döktüler’ ya da ‘tarihi duvara hiltiyle daldılar’ haberlerinin de meseleyi basitleştiren bir yanı var. Ya da şöyle söyleyelim, bu haberler aslında konuyla ilgili toplumsal duyarsızlığımızın bir simgesi gibiler. En çok Osmanlı devrini, en yeni 19. yüzyılı ve muhakkak kamusal olanı korumaya değer bulan bir anlayış bu. Yaşadığımız sokakların, evlerin, önünden geçtiğimiz yapıların yani parçası olduğumuz dokunun da korunmaya değer olduğunu aklının ucundan bile geçirmez.

Venedik Tüzüğü diye bir anlaşma var, korumacılığın amentüsü gibi... 1964 yılında kabul edilen bu anlaşmanın ilk maddesi şöyle der:

“Tarihi anıt kavramı sadece bir mimari eseri içine almaz, bunun yanında belli bir uygarlığın, önemli bir gelişmenin, tarihi bir olayın tanıklığını yapan kentsel ya da kırsal bir yerleşmeyi de kapsar. Bu kavram yalnız büyük sanat eserlerini değil, ayrıca zamanla kültürel anlam kazanmış daha basit eserleri de kapsar.”

Yani koruma, restorasyon aslında öncelikle kültürel bir meseledir. Kültürel olarak bir anlam ifade ettikleri, hafızamızda, kimliğimizde, tarihimizde, bireysel ve kolektif olarak anlam ifade ettikleri için bir şeyleri zamanın ve gelişmenin tahribatından sakınmaya çalışırız.

Türkiye’de korumanın gerçekten anlaşıldığını sanmıyorum. İçselleştirilmediği ise kesin.

Tarihi mirasa zarar veren uygulamalar yıllardır çokça haber olur. Ama nedense hiçbir şey değişmez. Türkiye’de gerçek anlamda korumacılık 1970’lerden sonra gelişmiş. O zamandan bu yana eski İstanbul’un yok olması, köşklerin yalıların, çeşmelerin, cumbalı evlerin filan kaybolup gitmesi hep hayıflanılan bir şey. Bunca hayıflanmaya rağmen İstanbul hiçbir zaman daha iyi olmadı. Tarihi ve kültürel mirasın kaybı hiçbir zaman durmadı, hatta belki yavaşlamadı bile. Gündelik hayatımızın içinde, hepimizin kanıksadığı ve bir parçası olduğu uygulamalarla tarih eriyip gidiyor. Bu haber değeri bile taşımıyor. Sadece anıtsal yapılar, onların başına bir şey gelirse gündem olabiliyor. Tıpkı geçen hafta Galata Kulesi’nde olduğu gibi.

Gündeme gelen Galata Kulesi meselesi fena halde siyasi. Yani kültürel olanın en büyük düşmanı gibi… Malum, CHP’nin yönetimine geçen İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin elinden her şeyi almak için çalışan iktidar çevreleri, yüz sene sonra vakıf uygulamaların yeniden yorumlayıp kulenin idaresini belediyeden aldı, Kültür Bakanlığı’na verdi. Sonrası malum, restorasyonu al gülüm ver gülüm üstlenip, pata küte sonsuz bir özgüvenle gerçekleştirenler plansız, projesiz, denetimsiz bir şekilde ilerlerken afişe oldular. Galata Kulesi restorasyonu Türkiye’deki liyakatsizliğin, partizan siyasetin kurbanları arasında yerini aldı. Evet bu böyle. Herkes kule için çok üzüldü, bu da iyi. Ama biliyoruz ki tüm bunlardan sonra da bir şey değişmeyecek. Hem kültürel mirasımızın somut ve taşınmaz kısmını oluşturan bütün o irili ufaklı tarihi yapılar için hem de Galata Kulesi gibi anıtsal yapılar için kıyım her daim gündemde kalacak.

Bana sorarsanız bu ‘tarihe beton döktüler’ ya da ‘tarihi duvara hiltiyle daldılar’ haberlerinin de meseleyi basitleştiren bir yanı var. Ya da şöyle söyleyelim, bu haberler aslında konuyla ilgili toplumsal duyarsızlığımızın bir simgesi gibiler. En çok Osmanlı devrini, en yeni 19. yüzyılı ve muhakkak kamusal olanı korumaya değer bulan bir anlayış bu. Yaşadığımız sokakların, evlerin, önünden geçtiğimiz yapıların yani parçası olduğumuz dokunun da korunmaya değer olduğunu aklının ucundan bile geçirmez. Geçirmeyi de istemeyiz belki, çünkü mesela İstanbul’da yaşayan herkes bu kentin rantından bir parça koparmak için fırsat kollar. İnşaatı onlarca yıldır ekonomik bir enstrümana dönüştüren iktidarlar da bu işe gözlerini yumar, sık sık çıkan aflarla temiz sayfalar açarlar. Bu nedenle günümüz İstanbul'unun bırakın Osmanlı'yı, 1960’lardaki kentle bile hiçbir alakası yoktur. Ama mesela Roma, kent merkezinin yüzde yetmişinin bilmem kaç asırdır değişmemesiyle övünür. İngiltere’de eski evler sıvanır boyanır yeniden yeniden kullanılır, yıkmak her nasılsa akıllarına gelmez bile. Bizimse aklımızdan hiç çıkmaz…

Sokağınızdaki terk edilmiş ahşap yapının çöküp gitmesi, önce otopark, sonra dışı ahşap görünümlü plastikle kaplanmış betonarme bir apartmana dönüşmesini hatırlıyor musunuz? Evet hatırlıyorsunuz. Acaba o ev için kim üzüldü, belki orada doğup büyüyenlerin bile umuru olmamıştır. Koskoca AKM bağrış kıyamet yıkıldı gitti, ‘zaten çok çirkindi’ yorumları arasında… Emek sineması, yerle bir edilip alışveriş merkezine dönüştürüleli sadece altı-yedi sene geçti. Tarihe beton döktüler duyarlılığı, buralarda susmayı tercih etti…

Tek bir tuğla duvar ya da basıla basıla aşınmış bir eşik dilsizdir ama binlerce insanın hikayesini barındırır içinde. Tarihe tanıklık ederler. O nedenle severiz, koruyup kollamaya çalışırız. Eski bir şeyin barındırdığı hatıra, hele ki kentsel doku olduğunda başkalarıyla da paylaştığımız bir şey halini alır. Ortak kimliğimizi, yani birlikte yarattığımız ve içinde yaşadığımız kültürü oluşturan bu yapılara ihtimam gösteririz, kentsel dokular korunsun isteriz.

Yanlış restore edilen binalar kadar hiç edilmeyenler, yıkılıp gidenler de ilgimizi çektiğinde, yanına berisine beton dökülen tarihi camiler kadar yerine apartman yapılan eski evler de asabımızı bozduğunda her şey bir başka olur. İşte o zaman Galata Kulesi’nin restorasyonunun alan firma zaten kendiliğinden azami özeni gösterir, içindeki işçiler ‘hadi’ dense bile o duvara hiltiyle abanmaz, siyasetçiler de durumun üstünü örtmeye çalışmaz. İşte koruma fikrinin kültürümüzün bir parçası olacağı o günler gelinceye kadar yaşlı yapıların işi zor, dişlerini sıkıp ayakta kalmanın bir yolunu bulmaları lazım…