YAZARLAR

SDG petrol anlaşması üzerine

Sözkonusu petrolün başka bir yere gidemeyeceği, herhalde SDG’nin ABD desteğiyle Hüsam Katırcı gibi aracılar kullanarak yeniden Şam’la kaçakçılığa girişmeyeceği açık. Türkiye’nin Irak’la altı yıldır Paris’te süregiden “Kerkük-Ceyhan” petrol boru hattı tahkim davası var. Buradan çıkacak nihai kararın olası mali yaptırımlarının uygulanabilirliğinden çok siyasal yansıması önemli olacak.

Olan nedir? ABD’de (vergi cenneti) Delaware’de kurulu “DeltaCrescent Energy LLC” adlı tanınmadık bir şirket, SDG Komutanı Mazlum Kobani ile Kuzeydoğu Suriye’deki petrolün işlenmesine ilişkin bir anlaşma yapmış. Sözkonusu anlaşma esasen, halihazırda bölgede çıkarılan petrolün küçük bir bölümünü işlemeye yetecek iki adet modüler rafinerinin getirilmesi konusunda.

Pekiyi bu DeltaCrescent kim? Üç kişilik bir tepe yönetim takımı var: John Dorrier, Jim Reese ve James Cain. Dorrier, daha önce aynı bölgedeki petrol sahalarının işletmesini alıp, yatırımı elinde kalan Gulfsands’in kurucusu. Reese, eski ABD ordusunun seçkin “Delta Force” albayı, TigerSwan güvenlik hizmetleri şirketinin kurucusu. TigerSwan hem bölgede (Kobani) mayın temizleme işi yapmış, hem ABD’de Dakota arazisinden geçen boru hattına direnişi kırmaya yönelik oldukça pis işlere bulaşmış. Cain ise ABD’nin eski Kopenhag Büyükelçisi ve avukat. Yani hem siyasi danışman hem yapılan işi yasal çerçeveye oturtan adam. Sadık amadenize sorarsanız çok tipik bir “wildcat” petrol şirketi kadrosu bu.

Suriye’nin petrol kaynakları, hele günümüzdeki ve öngörülebilir gelecekte süreceği anlaşılan piyasanın durumuna bakıldığında, küresel anlamda önemsiz. Ancak aynı petrol kaynakları hem SDG’nin yahut Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin (KvDSÖY), hem Şam’ın kendi kendini finanse etmesi bakımından yaşamsal önemde. Ayrıca, Suriye petrolü “ağır”, yani yine günümüz cari fiyatlarıyla kâr amaçlı çıkarılması ticari akla uygun değil.

Bununla birlikte haber siyasi açıdan kuşkusuz önemli. Birincisi, işin içinde bir ABD şirketinin ötesinde Amerikan devleti var. Şirket, ABD hükümetinin Suriye’ye yönelik “Caesar” yasası yaptırımlarından feragat (“waiver”) etmesini teminen resmi onay almış. Ayrıca, ilk bakışta olduğundan büyük gösterildiği izlenimi veren anlaşmayı önce Senatör Lindsey Graham duyurdu, ardından ABD Dışişleri Bakanı Pompeo destek açıkladı. Başka deyişle, nesnenin “gölgesi” kendinden büyük.

Tüm bunlar olurken, her konuda gerekli gereksiz ama derhal “sözde”, “yok hükmündedir”, “şiddetle kınıyoruz” yollu açıklamalar yapmasına artık alışageldiğimiz Ankara’dan çarçabuk bir ses çıkmadı. Bu durum, ABD Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey’nin diplomatik kanaldan Ankara’nın zımni/sessiz rızasını devşirdiği yorumlarına yol açtı. Ardından, hem Ankara’nın beklenen “zehir zemberek” tepkisi geldi, hem Jeffrey’nin görevinden alındığı ya da kovulduğu bilgisi. “Dağ ve fare meselesi” diyeceksiniz muhtemelen ama doğrusu 2003-06 arasında görev yaptığım Bağdat günlerinden beri tanıdığım adıgeçenin emekli olmasından üzüntü duymayacakların biri de bendenizim.

Öte yandan, SDG ve KvDSÖY’nin DeltaCrescent’le imzalanan anlaşmanın bu biçimde sızdırılarak duyurulmasından rahatsız oldukları ve şimdilik sessiz kalmayı yeğledikleri de anlaşıldı. Şam’ın olumsuz tepkisi de, bekleneceği üzere, Ankara’dan çok farklı olmadı. İlgi çeken ise Moskova’nın tepkisizliği oldu. Neticede kendi devleti de federasyon olan Moskova’nın Kürtlerle Şam arasında federal yapı eğilimli bir ortayolcu siyasal çözümün önünü açmaya çalıştığı ancak Şam’ın bu seçeneğe uzaktan yakından yanaşmadığı biliniyor.

Öyleyse, bir bardak suda fırtına koparılıyor ve olan biten kaydadeğer değil mi? Kısa yanıt, “o kadar da demedik.” Her şeyden önce işin içinde ABD var. İmzalanan bir ticari sözleşme öyle veya böyle bütüncül ve uzun erimli gözüken bir siyasetin parçası. Trump yönetiminde ciddiye alınacak bir diplomatik akıl aramak boşuna olabilir. Buna karşılık, özellikle Enerji Bakanlığı, Uluslararası İlişkiler Dairesi’nin Türkiye-Irak Kürdistan Bölgesi (IKB)-Kuzeydoğu Suriye üçgeninde işbirliğine dayalı bir yaklaşım hatta strateji geliştirdiği anlaşılıyor. Dosyanın sahibi Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC) deneyimli Birinci Bakan Yardımcısı Vekili Matt Zeiss.

Petrolün doğalgazdan farkı, çıktığı yerde para etmesi. Uyduralım, günde bin varil gibi düşük hacimde hele kalitesi ağır üretim yapacak bir kuyu için hiçbir aklı başında şirket parmağını kımıldatmaz. Ancak varil başına maliyetiniz diyelim on dolar olsun, dünya piyasası kırksa, siz de anlaşmanız yok, kuyu başında yirmiden verdiniz malı, sözelci parmak hesabıyla her gün on bin dolar attınız demektir cebe, fena para mı? Bu tür kuyular da genellikle zaten Kuzeydoğu Suriye veya bir zamanlar IKB gibi güvenliği ve siyaseti zor yerlerde olur. İşte “wildcat” şirket de bunları işletir, günü gelir büyük şirkete de okutabilirse, asıl voliyi de oradan vurur, önündeki maçlara bakar.

Bu örnekteki ham petrolün de önce çıkartılması sonra işlenmesi yatırım demek. Bölgedeki kuyuların büyük bölümünün rehabilitasyonu gerek, bu da ek yatırım demek. Pazar iç yani Suriye olmayacak, çünkü ABD’nin dahli zaten bunu engellemeye yönelik. Öyleyse bu ağır petrol ancak doğuya, IKB’ye gidecek. DeltaCrescent yetkililerinin farklı tarihlerde IKB öndegelenleriyle görüşmelerine dair fotolar da paylaşıldı. Erbil ile Bağdat arasında bir yerinde Türkiye’nin de olduğu bir elektrik sağlama anlaşması var. Suriye’den gelecek ağır petrol elektrik üretimi için mazot yapımında kullanılabilir. IKB’de zaten ABD kökenli ve siyasal bağlantıları güçlü şirketler var.

Sözkonusu petrolün başka bir yere gidemeyeceği, herhalde SDG’nin ABD desteğiyle Hüsam Katırcı gibi aracılar kullanarak yeniden Şam’la kaçakçılığa girişmeyeceği açık. Türkiye’nin Irak’la altı yıldır Paris’te süregiden “Kerkük-Ceyhan” petrol boru hattı tahkim davası var. Buradan çıkacak nihai kararın olası mali yaptırımlarının uygulanabilirliğinden çok siyasal yansıması önemli olacak. Özetle, bir bakıma boruhattına kendi by-pass ameliyatını yapıp, bir ara Kerkük petrolüne de el koyan IKB’nin hukuken Irak adına muhatap alınıp, alınmayacağı anlaşılacak.

ABD, Türkiye’nin IKB ve Irak’tan ham petrol alan, o ham petrolün küresel pazarlara ulaşmasını sağlayan, aynı zamanda da IKB ve Irak’a işlenmiş petrol ürünleri ve elektrik veren, yakın çevresine karşılıklı bağımlılık üzerinden istikrar ihraç eden ve Irak’ın İran’la ilişkilerini gevşeten bir konumda olmasını hedefliyor. KvDSÖY’nin yüzünün Şam’dan çok Erbil’e dönük bulunmasını da. Bunlar “bildik mahfillerdeki, tanıdık kafalar” için hep “anatema”: Çünkü onların derdi Kürde diz çöktürmek, kendi meşruiyeti meşkûk iktidar odağı konumlarını biteviye yenilemek, suyun başından hiçbir surette ayrılmamak.

Dolayısıyla, “Suriye sınırına duvar örelim, yetmez ‘terör koridorunu (!)’ dilimleyelim, yetmez Irak sınırına tampon bölge kuralım, yetmez Habur’u tıkayalım, öyleyse ne yapalım, gidelim 2000 km. deniz aşıp Libya petrollerine çökelim, yetmez yedi düvele Doğu Akdeniz’i ‘Mavi Vatan’ ilân edelim” doldur-boşalt, geriden uzun top şişir yaklaşımı yerine akılcı ve soğukkanlı diplomatik oyun kurma ön plana çıkarılabilir-di. Hele şu Merkez Bankası döviz rezervlerinin eksiye düştüğü ve ekonomiyi pandeminin vurduğu dönemde.

Kağıttan kaplan bırakılan TPIC ve TEC herhalde bugünler için kurulmuştu. Herhalde siyasal çözüm iradesinin IKB ayağını kapsaması bunun için geliştirilmişti. IKB ile doğalgaz ön anlaşması bunun için yapılmıştı. IKB deyince Erbil ve KDP’yi öncelemek, Süleymaniye ve KYB’yi yok saymamak gerekirdi. Bağdat’ta sürekli kazanacak at aramak, racon kesmek değil, tüm oyunculara eşit uzaklıkta, yapıcı, ülkemizin uzun erimli ulusal çıkarlarını kollayan bir ilişkiler ağı kurulabilmeliydi. Kürt dosyasında inisiyatif Vaşington yerine Ankara’da olabilmeli, kalabilmeliydi.

“Kürt” deyince kanın beyne sıçraması yerine, hiç yoktan küresel Kürt nüfusun yarısının cumhuriyetimizin anayasal yurttaşı olduğu ve çevremizdeki Kürtlerin ülkemizin ulusal güvenliğine kendiliklerinden katkı yapacak bir unsur olabileceği de düşünülebilmeliydi. Tasarlamak, hayal kurmaktan farklı. Plansız, projesiz dikilen yapılar eninde, sonunda çöker. Hem ıslık çalıp hem merdiven inmek zor değil. Çokboyutlu, tutarlı, bütüncül diplomasinin özü de sanırım bu.

*Konu hakkında ayrıca yorum ve bilgi için Amberin Zaman’ın Al Monitor, Wladimir Van Vilgenburg’un Kurdistan24, Jack Detsch’in Foreign Policy, Nicholas Heras’ın ArabNews ve Yörük Işık’ın ArtıTV’de benim Dünya ve Biz programımdaki ifadelerine başvurabilirsiniz. Bunların tamamını kendi kişisel Twitter mikroblogumdan paylaşmıştım.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.