Hiçbir şey kendiliğinden olmadı
On yıldan fazla süre neredeyse her ay majör bir gündemin, önemli bir hamlenin, ciddi bir atağın peşine takıldı Türkiye. Yok onu kullandı, yok bundan faydalandı; yok mecburiyetten yaptı, yok kurnazlıktan; çok sistemli ajandayı izledi veya gelişine vurdu pek fark etmiyor. Bu kadar çırpınmaya, çabalamaya çoktan kıyıya varılmış olması gerekirken, hâlâ suyun üzerinde kalınması çok mu şaşırtıcı?
Birbiriyle çok alakasız çevrelerin ortak bir hevesle paylaştıkları, sürekli tekrar etmeyi mazoşist bir hazla sevdikleri bir değerlendirme var. Bazıları son derece iyi niyetli, bazıları ise hafif demagojik çarpıtmalarla kullanıyor ama kimsenin yok sayamayacağı kocaman bir gerçek aslında: Bu iktidar, sürekli su üzerinde kalmayı başarıyor, açık yenilgi gösterecek bir duruma izin vermiyor, siyasi bir bedel ödemiyor. Gerekçeleri konusunda çok alakasız argümanlar öne sürenler, çözüm yolları konusunda birbirini dövecek kadar ayrı saflarda yer alanlar, bu “hakikat” karşısında istisnasız hizaya geçiyorlar. (Bunu imayla söylemiyorum, son derece haklılar) Önümüze sonuçları koyduğumuzda apaçık görülen ve böyle düşünülmesi son derece normal bir tablo bu. 18 yıldır iktidarda olan AKP, “normal” yıpranmışlığın yaşatacağı muhtemel gerilemeyi bile engellemeyi veya telafi etmeyi hep becerdi. İçeride veya dışarıdaki etkili odaklar için “son tahlilde” geçerli tek gerçek ve halen yapabildiklerini yapabilmesinin sebebi de bu zaten. Şimdi de krizin durumu pek değiştirmeyeceği fikri, bu argümanı güncelliyor.
İster iktidarının ilk yarısındaki tökezleme anı 2009’u referans alın isterseniz desteğin tepe noktası 20011’i veya ikinci kez “yenildiği” 2015’i başlangıç sayın: Sonuç çok değişmiyor, AKP (Erdoğan) sürekli devam etmeyi, iktidarını hep yüzdürmeyi başarıyor. Buna ekonomik, toplumsal, siyasal, ideolojik, kültürel sonsuz sayıda neden bulunabiliyor. Çoğu da çok akla yakın ve haklı görünüyor. Fakat herkesin kafasının gerisinde, bu durumda bir tuhaflık olduğu kuşkusu da yok değil. Bunu bir kader gibi kabul edip vazgeçmişleri veya bu tablonun hiç olmadığını düşünen komplocuları dışarıda bırakırsak, açıklama ve çözüm gayretlerinin arkasında bir türlü bulunamayan formüller hurdalığı var. Kimileri memleketin “iyi saklanmış” değiştirme düğmesini bulmayı bekliyor, kimi yeterince bekleyince bir şeyler olacağını, kimi de mucize rüzgar ya da aktörü. Bazıları ben buldum diye öne fırlıyor, bazıları asla bulunamayacağını söylüyor, bazılarının ise kerameti kendi cebinde. “Geldi kazandı, geldi kazandı, ve adam yine kazandı” durumu, herkesin birbirini suçladığı bir kader gibi tekrar ediliyor.
AKP’nin iktidarda kalmaya devam etmesi ve edebilme ihtimalinin hâlâ en düşük ganyanı veriyor olması bariz bir gerçek. Bu sonucu üreten dinamikler açısından donmuş bir tablo olmadığını düşünsem, hatta geçen bu sürede sayısal olarak ölçülebilir önemli değişimler yaşandığı iddiasında olsam da, ben de “bu realiteyi tanıyorum”. Fakat hiç de kısa sayılamayacak bu dönemde yaşanan değişmezlik durumuna, neler olup bittiğinden değil de aynı dönemde başka neyin değişmediği üzerinden baksak diyorum: Dünya çok değişti -bir kaç tur-, Türkiye hayli değişti, ekonomik koşullar bambaşka hale geldi, her alanın konjonktürü defalarca değişti, iktidarın mücadele ettiği rakipleri veya kader birliği yaptığı ortakları değişti, düşmanlarının gücü/ağırlıkları değişti, ülkenin yönetim sistemi, memleketin nüfus yapısı hatta iktidarın kendisi bile değişti. Değişmeyen nedir diye basitçe bakınca görünen şu: Hiç azalmayan ve olağanüstü bir gayretle sürdürülen suyun üzerinde kalma çabası değişmedi. Değişmeyen siyasi sonuca bakarak gördüğümüz aynılık, verilen dehşetli mücadele. Öyle böyle değil.
Fazla ayrıntıya girmeden, epey eksik bırakma pahasına çok kaba bir liste yapalım: (Bence 2011 önemli eşik ama 2009’dan alalım) Oslo’dan başlayıp Habur’dan devam eden ve yaklaşık altı yıl süren çok riskli “açılım süreci”. Ülkenin Genelkurmay Başkanı’nı terörist diye hapse atmaya varan davalar serisi. Bütün yargı sistemini dağıtacak düzenlemeler ve en tehlikeli rakibine yaptırılan meydan okuma referandumu. Taksim’e Topçu Kışlası yapacağım inadı. MİT’ten evlerdeki ayakkabı kutularına kadar uzanan sağlı sollu saldırıları, iz kalmadan atlatma. Yol arkadaşlarını ve partiyi tasfiye edip iktidarı, “şahsım” haline dönüştürme. İster tren kazası, ister maden cinayeti her problemde adam yedirmeyip hep haklı olma. Tarihi mi saati mi öne aldırılmış, başlatanı mı bitireni mi değişmiş belli olmayan ama Allah’ın lütfu olduğu kesin, darbe girişimi. Olağanüstülüğün bütün imkanlarıyla herkesi atma, kapatma, hapse koyma ve yok etme. Kontrol zahmetinden kurtulup medyayı doğrudan üstüne geçirme. Geri döndürülemez denen “açılımda” “taş üstünde taş” bırakmama. Atı alıp Üsküdar’ı geçme. Anayasayı değiştirip, sonra değiştirdiğini ilga etme. Her cephede savaş ve sonra, “biliyor musunuz mermi kaç para?”
Neredeyse hemen her seneye sığdırılan bir seçim. Ortaya konulan sandıkların, kimlik sayımı veya sınıf yoklamasına çevrilmesi. Beğenilmeyen seçimlerin yok sayılması. Rakip-ortak demeden her partinin içinde dolaşan eller. Çomak sokulmadık kurum, kavram bırakılmaması. Yargıdan orduya, iş dünyasından bürokrasiye sadakat testi mecburiyeti. Resmi Gazete’ye hadis, mahkeme kararına ayetten alıntılar sokulması. Trump’tan golf arasında mahkeme tavassutu , Putin’e dondurma ısmarlatma başarısı. Sınıra otobüslerle mülteci, deniz aşırı ülkelere gemilerle cihatçı taşınması. Saymakla bitecek gibi değil. Atılan her adım, zaferle taçlanmamış olabilir, bazı hamleler ters tepmiş de olabilir ama hepsinden kazançlı çıkabileceği inancı her daim ve her kesimde sağlam. On yıldan fazla süre neredeyse her ay majör bir gündemin, önemli bir hamlenin, ciddi bir atağın peşine takıldı Türkiye. Yok onu kullandı, yok bundan faydalandı; yok mecburiyetten yaptı, yok kurnazlıktan; çok sistemli ajandayı izledi veya gelişine vurdu pek fark etmiyor. Bu kadar çırpınmaya, çabalamaya çoktan kıyıya varılmış olması gerekirken, hâlâ suyun üzerinde kalınması çok mu şaşırtıcı?
Ekonomik göstergelerle iktidarların politik desteği arasındaki ilişkinin ne kadar kesin ve keskin olduğunu gösteren çok sayıda çalışma var. Siyasi krizlerin dönemsel kaldıraç etkisi olsa da, uzun-orta vadede hasar verici olduğu konusunda da öyle. Zaman, pek çok alanda olduğu gibi siyasette de çok merhametli bir değişken değil. 2002-2020 arasını, 2011’i tepe noktası kabul edeceğimiz düzenli bir çan eğrisi gibi görürsek, aslında temel dinamikler ve hatta sayısal verilerle “normal” trendin gölgesini görüyoruz. Olağanüstülükle sağlanan ise bu eğrinin ikinci yarısının siyasi anlamını (algısını) -bazen elmalarla armutları birlikte saydırarak- değiştirmek. Türkiye’nin atipik bir ayrışma yaşadığı, çok özel bir örnek olduğu; mevcut iktidarın zamanı bükebildiği, fazla yetenekli olduğu düşünülebilir. Buna küresel veya lokal çeşitli gerekçeler de bulunabilir. Ancak sonuca bakarak, durumu aynı tutmak için yapılanları hesap dışında saymak olacak iş değil. Bu iktidarın kim ne yaparsa yapsın -ki aslında fazla bir şey yapan da yok- yerinde kaldığını söylemek, kendiliğinden gideceğini iddia etmekle aynı. Bu gerçeklikten kopuşu, kendisi için başarı hikayesi gibi anlatabilen, -gerekirse görmezden gelerek- üzerine sorun yapışmasına izin vermeyen iktidarı izliyoruz. Yani hiçbir şey kendiliğinden olmadı, olmuyor.