YAZARLAR

Niyet yerine, birileri de yapılana baksa

İktidar seçmenlerini, muhalefetin nerdeyse tamamını, olanı anlamaya çalışanları gündem sersemi haline getiren sağanak, hız kesecek gibi görünmüyor. Bu hamle taarruzunun, istenen etkiyi yaratabilmesi için de zaten böyle olması gerekiyor. Bir süredir iktidarın destek konsolidasyonu yerine güç konsolidasyonunu öne aldığını, sorununu böyle çözmeye çalıştığını yazıyor ve söylüyorum. Destek erimesini yapabilirlik kapasitesini zorlayarak karşılama denemesi, beklenenden daha tatmin edici sonuçlar verdiği için daha da hızlandırılacak.

Ayasofya meselesinde ve baro düzenlemesinde aynısı olmuştu. Şimdi İstanbul Sözleşmesi ve sosyal medya hamlesinde de benzer bir sürat görüyoruz. Pek çok konu tartışmaya açılıp hakkında birkaç demeç verildikten hemen sonra, üzerine fazlaca konuşulmasına fırsat verilmeden hemen taslak ortaya çıkıyor, hızla meclise sevk ediliyor veya büyük bir aceleyle kararnamesi hazırlanıyor. İktidar sahiden yapar mı? Bunu neden yapıyor olabilir? Bir işine yarar mı? Bu sorular cevap bulmadan, hatta -çekirdek taban memnuniyeti gibi bir niyet varsa bile- kimse yapılanın tadını çıkaramadan, bir bakmışsınız düzenlemeler yasa haline gelivermiş. Son birkaç ayda “meclis kapanmadan” telaşıyla bir sürü düzenleme böyle geçti.

Pandeminin ilk şoku ve geçici durgunluğun ardından, salgındaki erken normalleşmenin siyasi alanda dozu artan bir anormallikle paralel yürüyeceği çabuk anlaşılmıştı. Bir ay önce 27 Haziran tarihinde “Bu iktidar nereye koşuyor” yazısında şöyle yazmışım: “İktidarın yoklamalardan çıkarttığı ilk sonucun, imkanları/fırsatları maksimum kullanma ve gidebildiği kadar mesafe alma şeklinde olduğu anlaşılıyor. Bir hafta önceki yazının başlığındaki “eldeki imkan ayağın bağı oluyor” görüşüne ve kronikleşen erimeye kalıcı çözüm arayışına pek itibar edilmediği anlaşılıyor. Belki de yoklamalarda bunun pek mümkün olmadığı fark edilmiştir. Bu yüzden fazla direnç olmayacağı hesaplanan her alanda, kontrolsüz bir ataklığın hatta aceleciliğin tercih edilmesi ihtimali giderek güç kazanıyor.

Ahmet Taşgetiren Karar’daki yazısında iktidar çevrelerinden “haber” alabilen başka yazarlara da referans vererek bu koşturmanın gerekçesine bakıyor: “Ayasofya neden şimdi? (…) Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakınlığı olduğunu düşündüğüm çevrelerden şöyle bir kulis bilgisi sohbetlerde devreye sokulmuştu: -Tayyip Bey, bundan sonra siyasi hayatında yapmayı hedeflediği şeyleri birer birer yapacak. Hani ‘Daha açık oynayacak’ türünden bir iddia idi bu. Bu ‘kulis’i yazılarıma yansıtmadım. Bir, kulis ‘Tayyip Erdoğan gemileri yaktı’ izlenimi vereceği için ve iki, ben ‘Gemileri yakmaya zemin hazırlayacak şartların oluştuğuna dair bir izlenimi henüz iktidar cenahından alamadığım için…’ Bir de bu tür işler, bünyesinde biraz ‘siyasetin son merhalesinin yaşandığı’ izlenimi vereceği için… ‘Erdoğan böyle bir psikoloji mi yaşıyor?’ sorusuna cevap veremiyordum.

İktidar seçmenlerini, muhalefetin nerdeyse tamamını, olanı anlamaya çalışanları gündem sersemi haline getiren sağanak, hız kesecek gibi görünmüyor. Bu hamle taarruzunun, istenen etkiyi yaratabilmesi için de zaten böyle olması gerekiyor. Bir süredir iktidarın destek konsolidasyonu yerine güç konsolidasyonunu öne aldığını, sorununu böyle çözmeye çalıştığını -sıkıcı tekrarlar halinde- yazıyor ve söylüyorum. Destek erimesini yapabilirlik kapasitesini zorlayarak karşılama denemesi, beklenenden daha tatmin edici sonuçlar verdiği için daha da hızlandırılacak. Meclisin tatile girmesi veya araya girecek Kurban Bayramı, işin “yasama” tarafını yavaşlatsa da, uygulama ataklarıyla saldırgan icraat ve oldubittilerin kesilmeyeceği ortada. Sosyal medya düzenlemesini beklemeden senaryo aşamasında gayri resmi yoldan Netflix sansürü girişimi bir fikir veriyor.

İktidarın alanını, sınırlarını engelsiz biçimde genişletebiliyor olmasının, onu sınırlayacak olanların güçsüzlüğüyle -belki beceriksizliğiyle- elbette yakın ilgisi var. Ancak direnç potansiyelinin niyet, enerji durumu ve böyle bir derdin politik olarak örgütlenmesine sıra hiç gelemediği için, gerçek kapasitesini test edebilecek bir veriye de sahip olamıyoruz. “Acaba iktidar ne yapmaya çalışıyor?" sorusu etrafında oyalanılırken, yapılmakta olanın zaten yeterice önemli bir şey olduğu, “hedef ne” merakıyla idare edilirken net sonuçların daha hamleler yapılırken alındığı gözden kaçıyor. “Bir şeye mi hazırlanılıyor veya bir tuzak mı var?” sorusu, olup bitenin üstünü kapatıyor. Muhalefet aktörlerine yüklenmeye hevesli, “daha neler yapacaklar” dışında bir şey söylemeden haklı çıkan, “külyutmaz” kahinler de -kendilerini bambaşka yere koysalar da- aslında ataletin çok uzağında sayılmazlar. Gelecek olana veya geçmiş olana bakarak olmakta olanı ıskalamak sonucu pek değiştirmiyor.

Gelmekte olan sosyal medya düzenlemesi hakkında günlerdir Prof. Yaman Akdeniz uyarılarda bulunuyor: “Yeni bir tasarı ile sosyal medya ağları eğer Türkiye'de sorumlu belirleyip bildirmezse İnternet trafik ağlarının %50-95 oranında daraltılması ve kullanılmaz hale gelmesi mümkün olacak. Sansür kapıda.(…) Asıl unutturulmak istenen hükümetin siyasi geçmişi, ortaya çıkartılan yolsuzluk ve usulsüzlüklerdir. Eğer bu taslak Meclisten geçerse tertemiz bir internetimiz ve siyasetimiz olacak(…) Sansür genişleyecek, geriye dönük tüm hükümet eleştirileri içeren haberlerin silinmesi sağlanacak. Bu içeriklerin adresleri de arama motorlarından çıkartılacak.” Akdeniz, belki de özgür iletişimin son demlerini yaşayan sosyal medya üzerinden vahim gelişmelerin kapıda olduğunu haber veriyor. İktidarın bunları yaparak neyi hedeflediğinin değil bunu yapmakta oluşunun aciliyetine dikkat çekiyor. Hemen ve etkili karşı çıkış çağrısı yapıyor.

İstanbul Sözleşmesi ile ilgili hazırlıklar ve atılması muhtemel adımların getirecekleri hakkında kadın örgütleri, kadın yazarlar giderek yükselen sesleriyle haykırıyorlar: “Yaşama hakkımızı (güvencemizi) savunun” diyorlar. Her kadın cinayetinden sonra “idam talebi” ile öfke çalmaya çalışanlara rağmen, kadınların sesi yükseliyor ama siyasi gündeme yeterince taşınamıyor. Kıdem tazminatına, yoksulluk sınırında tutunmaya bile yetmeyen ücretlere göz dikilmesi ihtimalini dile getiren sendikalar için de benzer bir durum söz konusu. Yapılmakta olanları, yanlış hesaplara dayanan hazırlıklar, kutuplaştırma tuzakları veya geçmiş ve tamamlanmış sürecin finali şeklinde değerlendirmek kimseyi ne bugün ne de yarın haklı yapmaya yetmeyecek. Tıpkı baro veya sosyal medya düzenlemelerinde “dünya örneklerine” uygun işler yapıldığı iddiası gibi. Hiçbir kıyaslama veya hasbelkader alınmış sonuç, okuma gerektirmeyecek kadar bariz olan niyetleri ve sudan bahaneleri saklamaya yetmez.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).