YAZARLAR

İstanbul Film Festivali Günlükleri 1: Daha neler göreceğiz!

Türkiye sineması uzunca bir süredir her türden, çeşitten, kültürden ve sınıftan erkeklerin bunalım ve ergenlikleriyle yoğrulmuş filmleri ısıtıp ısıtıp koyuyor önümüze. “Körleşme”, bu açıdan bunun “kör ve şair” versiyonu olmaktan öteye gidemiyor.

Salgın nedeniyle ertelenen 39. İstanbul Film Festivali’nin ulusal uzun ve kısa yarışmaları bölümü 17 Temmuz Cuma akşamı gerçekleştirilen gösterimlerle başladı. Bu iki kategorideki ödüller 28 Temmuz’da film gösterimlerinin de gerçekleştirildiği Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki törenle sahiplerini bulacak. Biz de adet olduğu üzere karınca kararınca, vaktimiz ve gücümüz elverdikçe ulusal uzun metraj (becerebilirsek kısalar da) filmler hakkında üç beş kelam edeceğiz.

Hazırsanız başlıyoruz. Çünkü çok iyi bir başlangıç olmayacak.

12 Eylül darbesi sonrasının yarattığı umutsuzluk ve yıkıntıların arasında çekilen bazı yapımlara yapıştırılan “aydın bunalımı filmleri” tabirinden oldum olası haz etmemişimdir. Ancak bu filmlerin sorunu memleket aydınının içine düştüğü durumu anlatmaya yeltenmek değil; bunu anlatırken seçtiği yöntemlerin arkaikliği, ele aldığı karakterlerin sahteliği ve tabii ki bu karakterlerin dünya ile kurduğu ilişkilerdeki sıkıntılardı. Bunun o döneme özgü bir ‘çağ yangını’ olduğunu düşünüyorduk ama yıllar içerisinde bu yapımlardaki yaklaşıma benzer filmler çıkıp durdu karşımıza. Ancak film festivalinin açılış filmi olan Hacı Orman imzalı “Körleşme” kadar dolaysız bir ilişki kuranını ilk kez görüyorum açıkçası.

“Körleşme” daha açılış sahnesinde çerçeveleri, karakterleri, diyaloglarıyla “80’ler bitmedi mi” hissi uyandıran bir yapım olarak karşılıyor seyirciyi. Kör bir şair olan Sinan’ın yılın kitabı ödülünü aldığı bir tören ile açılıyor film. Ardından Sinan, eşi Nilgün ve bir grup arkadaşın meyhane muhabbetine gidiyoruz. Ki bu meyhane muhabbeti film içinde birkaç kez daha olacak, ortada incir çekirdeğini doldurmayacak şairane laflar uçuşacak, memleketten, edebiyattan ve kanımca şiirden bile uzak sözcükler birbiri ardına sıralanacak.

Açıkçası bir süre yönetmenin Sinan ve en yakın arkadaşı, hocası Varlık’ın hal ve tavırlarını bu kadar gözümüze soktuğuna göre bir noktada bu karakterlerin ironisini yaptığını/ yapacağını düşünmek istiyor insan. Çünkü iki karakterin de hayata, edebiyata bakışlarına dair birkaç klişe laf dışında bir şey öğrenemediğimiz gibi söylenenleri de çok fazla ciddiye alıyor film. Üçte ikilik bölümü geçtiğinde birkaç rakı masası, Sinan’ın yeniden görebilmek için geçirdiği ameliyat ve ergen bir oğlan çocuğu gibi egzersizlerini yapmamakta direnip iyileşmek istememesi dışında hiçbir şey olmuyor filmde. Ne Sinan’ı, ne Nilgün’ü ne de Varlık’ı doğru dürüst tanıma fırsatı bulabiliyoruz. Sinan’ın dünyayı görmemek istemesinin altında bir felsefesi varmış gibi hissettiriliyor ama bir türlü görünür hale gelemiyor. Nilgün’ün Sinan’ı ameliyat olmaya ikna ederken bencil davranıp davranmadığına dair imalar ortalıkta dolaşıyor ama havada asılı kalıp sonra buharlaşarak yok oluyor.

Varlık’ın filmdeki varlık nedeninin son dönemin popüler edebiyat dergilerindeki spot sözlerden öteye gitmeyen cümleler kurmak olduğuna inanmak için o kadar çok neden var ki. Öte yandan bu kadar entelektüel bir çevrede, birbiri ardına masalar kurulurken memleket meselelerine dair iki kelam edilmemesini geçtim memleketi edebiyata dair düzgün bir cümle kurulamamasını da atlamayalım. Hacı Orman da kısa filmden gelen birçok yönetmen gibi kısa bir fikri, uzun bir filme dönüştürmeye soyunuyor muhtemelen. Ancak film genişledikçe, zamanı uzadıkça karakterlerin de hikayenin de bu fikri taşımaktan giderek uzaklaştığını görebiliyoruz.

Türkiye sineması uzunca bir süredir her türden, çeşitten, kültürden ve sınıftan erkeklerin bunalım ve ergenlikleriyle yoğrulmuş filmleri ısıtıp ısıtıp koyuyor önümüze. “Körleşme”, bu açıdan bunun “kör ve şair” versiyonu olmaktan öteye gidemiyor. Film, göreceklerinden korkan bir adamın, görmemeyi tercih etmesi gibi iyi bir fikre yaslanıyor belli ki. Ancak karakterin görmekten korktuklarını cesaretle gösteremeyince, “artık beni sevmiyorsun” kabilinden eşine yaptığı komik çıkışların da ciddiye alınır tarafı kalmıyor. Ama işte film çok ciddiye alıyor bunları.

Ağırlıklı olarak 2000’li yıllardan sonra film üretmeye başlayan yönetmenleri tanımlamak için kullanılan “Yeni Türkiye Sineması”nın suyun üstünde kalmayı başaran birkaç isim dışında nefesinin tükendiğini konuşup duruyoruz birkaç yıldır. Öte yandan görünen o ki son dönemde izlediğimiz “en yeni Türkiye sineması”na ait ilk filmler de bir önceki kuşağın en sorunlu, hastalıklı taraflarını alıp meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor sanki.

İstanbul Film Festivali Günlükleri 2: Tarzımızı koruyoruz!İstanbul Film Festivali Günlükleri 2: Tarzımızı koruyoruz!