YAZARLAR

Hiçbir şeye merakı özendirmeyen eğitim ve kaldırımlar üzerine…

Tek bir tablonun tarihinin anlatılmadığı, merak sözcüğünün adının anılmadığı, düşünme ediminden hiç hazzedilmeyen malum eğitim tornasıyla, kaldırımın ortasına arabasını park eden herifin zihniyeti arasında sıkı bağlar olduğu kanısındayım. Aracını oraya bırakan, siyasette, basında, sokakta, evde, ailede, ibadethanede, şurada burada… Bu insanların biri bile ömrü boyunca, hangi tür kumaş hangi eşya ya da insanın üzerinde daha iyi ve uygun durur, düşünmüyor.

Yarın ölsem, mutlak olarak içimde kalacak şeylerden biri, kaldırıma park etmiş araçlardan birini ellerimle kavrayıp yolun ortasına fırlatamamak olurdu!

Uzaktan fark ediyorum… Yıllardır aynı karmakarışık duyguları yaşıyorum. Görür görmez moralim bozuluyor. Bazen yavaşlıyor bazen hızlanıyorum, o anki ruh halime göre değişiyor. Eğer canım bir şeye sıkkınsa, yavaşlıyor ve aracın yanına varana dek neler yapabileceğimi hesaplıyorum. ‘Superman’ seyredip etkilenmemiş çocuk yoktur herhalde. Ne güzel kaldırıyordu o arabaları. Öyle bir gücümün olmayışına hayıflanıyorum. Şöyle tamponundan tutup bir köşeye atamadığıma… Biraz da korkuyorum tabii böyle düşününce. Sahibi görse ne fena bir durum. Superman olduğunuzdan da habersiz! Muhtemelen saldıracak, sonra karakolluk olacağız. Karakolda ne anlatacağım! Duygumu tanımlayamam ki. “Kardeşim ruh hastası mısın sen, yandan geçip gitseydin ya,” diyecekler. Çok mu haksız bir soru bu? Değil aslına bakılırsa. O esnada, “Oraya park edemez arabasını,” desem bir yararı yok. Kaldırıma park etmiş bir aracı oradan aldırmanın daha medeni yolları var. İyi de o yolların hiç biri anlam ifade etmiyor ki park edene, etse zaten aracını oraya bırakmayacak. Ayrıca, binde bir ihtimal de olsa yaptığınızın internete düşme durumu var! “KHK’li akademisyen vatandaşın aracını bir kenara fırlatırken enselendi.” Hadi uğraş dur bu yaştan sonra. Şu elma yanaklı kareli ceketlilerden de bir yazan çıkar mutlaka: “Yıllarca barıştan filan söz eden terörle iltisaklı sözde akademisyen, başkalarının malı mülkü noktasında… servet düşmanlığı noktasında… batı medeniyetinin uçan emperyalisti süpermenliğe özenme noktasında…” Bir de, böyle şeyler yıllarca unutulmaz. Üzerinden otuz yıl geçer, “Ha arabalara zarar veren herif” derler!

Yaklaşıyorum araca. Hiç büyütmüyorum, kalbim sıkışmaya başlıyor. Trafik polisini mi arasam? Muhtemelen ilgilenmezler. Fotoğrafını çekip göndersem? Kime göndereceğim, belediyeye mi yoksa emniyete mi? Kimi kime şikâyet edeceksin memlekette. Bir de bir değil iki değil, biraz ileride bir araç daha var. Mesafe kısalınca aracın markasını görüyorum. Eski püskü bir şeyse sinirim biraz azalıyor ama çok pahalı görünüyorsa iyice geriliyorum. Hem birkaç milyonluk bir araba alıp gözüme sokacak, hem de kaldırıma park edecek, oh ne âlâ! O gün keyfim yerindeyse bakmamaya çalışarak kaldırımdan inip hızla yanından geçiyor ve unutmaya çalışıyorum. Eğer değilse…

Biraz yavaşlayıp sağına soluna bakıyorum. Yaklaşık otuz yıldır aynı şaşkınlığı yaşıyor ve her seferinde o şaşkınlığı yaşadığıma bir kez daha hayret ediyorum. Nasıl olur! Nasıl olur da bir insan aracını getirip yaya kaldırımının tam ortasına park eder. Bir insan bunu nasıl yapar? Neden? Aracı şöyle bir süzüp baş ağrısıyla kaldırma iniyor ve o esnada beni gören birileri olup olmadığına bakınıyorum. Eğer yoksa, içimde yuvalanmış emekli albaydan güç alarak hiç olmazsa bir sileceğini kaldırıp devam ediyorum. Sileceği kaldırmak bir işe yarıyor mu? Tabii ki hayır ama biraz rahatlıyorum sanırım. Mümkünse arka sileceği tercih ediyorum. Çünkü ön silecek hemen görülüyor. Oysa arka sileceğin kaldırıldığını yoldayken fark ederse canı iyice sıkılabilir!

Bir aracınız var, diyelim. Telefondaki sesin dediği gibi, “Varış noktasına ulaştınız.” Birkaç seçeneğiniz var: Otopark arayabilir, bulamaz ya da bulur ama bırakmak istemeyebilirsiniz. Kalan iki seçenekten ilki aracınızı park edecek ‘uygun’ bir yer bakınmak. Diğeri ‘kaldırıma’ çekmek. İşte okuduğunuz yazının konusu o ‘an.’ Uygun park yeri arayan ile aramayan insan arasındaki fark.

Kendimi bildim bileli ne ben, ne de arkadaş çevremden biri, aracımızı işlek bir kaldırımın orta yerine bırakmışızdır. Hiç bu kadar rahat olmadık, olamadık. Peki, yapan neden yapıyor? Nasıl olup da biri, diğerinin yürümesini hiç duraksamadan engelleyebiliyor? Ne haldeki insan, en az kendisi kadar insan olanı hiç umursamadan geçirebilir yaşamını?

Yürüyüş sevenler için şehirlerin en önemli parçalarından biri hiç kuşkusuz kaldırımlar. Üzerine uzun uzun yazılabilir. Kaldırımların yüksekliği, kullanılan malzeme, genişliği ya da darlığı, çukurları vs. En önemli medeniyet göstergelerinden biri. Şehirlerimiz yürümek isteyenlere kâbus yaşatıyor. Hele ki yaşlı, engelli ve çocukluysanız! Tarihi boyunca Ankara’nın başına gelmiş en vahim şey olan bir önceki belediye başkanı, güzelim Atatürk Bulvarı’nın bir kısmını yürünemez hale getirdi. Sırf araçlar daha hızlı gidebilsin diye. Bunun yalnızca ‘şehircilik anlayışı’ terminolojisiyle açıklanabileceğini zannetmiyorum. Bir tip ‘insan’ olmakla ve o insanın doğumdan ölüme içinde bulunduğu koşullarla yakından ilişkili.

Bakın Hasankeyf’e yapılana… Benim açımdan son 18 yılın en ‘ürkütücü’ işi bu. Başka hiçbir şeye benzemiyor. 12 bin yıllık bir olağanüstülüğe bunu yapan, herkese her şeyi yapar. Tahayyül ettiğimiz ve edemediğimiz her şeyi. Fakat yeni halini beğenenler olduğunu da tahmin edebiliriz değil mi? Yani 12 bin yıllık tarihin üzerine atılan o beton yığınına bakıp “Çok güzel, derli toplu olmuş” diyenler var ve eski haline dair bir şey hissetmiyorlar. Ya da geçenlerde gördüğüm bir fotoğraf… Konya’da bir piknik bahçesi açılmış. Önce montaj sandım ama değilmiş, bir distopyadan alınmış gibi, yüzlerce pergolayı yan yana dizmişler. Hakikaten akıl alır gibi bir manzara değil. Birileri çok memnun ama. İçtenlikle mutlu, şehirlerinde böyle bir piknik alanı inşa edildiği için ve estetik olarak da beğendiklerine kuşku yok. O birileri bakıp “Ellerine sağlık” diyor. Aracını kaldırıma park eden ya da o aracın oraya park edilmesini hiç dert etmeyen gibi, herhangi bir sorun görmüyor hayatında, yaptığında, tercihlerinde, kendine sunulanda. Üzerine düşünmüyor.

Bir insan, neden ‘olduğu’ halinden çok hoşnuttur? Bir insan nasıl, başka biri ‘de’ olma ihtimalini ve bunun yollarının bir yerlerde mevcut bulunduğunu bir kez dahi hesaba katmadan sürer ömrünü? O insanın kusuru mudur? Değildir muhtemelen.

Düşünmek, empati, diğerkâmlık, nezaket, saygı, özsaygı, ölçülülük… Düşünmek dâhil tümü öğrenilen hal, düşünme ve davranma biçimleri. Her şeyi öğreniyoruz. Aracını kaldırıma park etmemesi gerektiğini düşünüp kendisini kontrol eden biri ile umursamayan arasındaki farkı, ancak o ana dek öğrendikleri ve koşullarıyla açıklamak mümkün olabilir.

Daha önce de yazmıştım; ilk orta lise eğitimimin her dakikasının kayıp olduğunu düşünüyorum. Zihnimin öğrenmeye en açık olduğu yıllar, milli eğitime bağlı okullarım tarafından berbat edildi. Sıradan semt okullarıydı ve o 11 yıldan kalan anlamlı tek bir ‘bilgi’ yok yaşamımda. Nasıl olur bu, hakikaten aklım almıyor. Hiçbir öğretmen iyi bir roman önermedi. İki gün önce vefat eden Adalet Ağaoğlu’ndan söz eden bir kişi dahi olmadı, örneğin. Tek bir roman. Tek bir tiyatro oyunu. İnsan yaşamını güzelleştirecek ve onu dönüştürecek tek bir yönlendirme. “Yaşar Kemal okuyun” cümlesini hiç işitmedim. 11 yıldan söz ediyorum. 11 yılda öğrenciyi bir edebiyat klasiğiyle tanıştırmamak. Hiç uğramasaydım o okullara, kapılarından geçmeseydim, adlarını dahi duymasaydım; yalnızca çevre teşvikiyle sinemaya, tiyatroya gidip biraz da roman okusaydım çok ama çok daha mutlu biri olurdum. Düşündükçe başıma ağrı giriyor. Sanki biri kaldırıma arabasını park etmiş gibi!

11 yıl boyunca bir Allah’ın kulu, örneğin kumaş türlerinden söz etmedi. Hepsini ablamlardan öğrendim. Oysa ne kadar önemli bir şey kumaştan, kumaşın/dokumanın niteliği, türü ve tarihinden haberdar olmak. Ya da ne bileyim, biraz ‘toprak’ bilgisi verselerdi. Toprak nasıl ekilir, biçilir… Buğday nedir, başak nedir, kepek nedir, çavdar nedir, mısır nedir… Hayvanların dünyasını anlatsalardı keşke. Biraz sanat tarihi öğretselerdi. Yapamazlardı ama çünkü o zaman Allah vermesin insanın estetik duygusu gelişir ve bu çok vahim bir durum müesses nizam açısından! Tek bir tablonun ya da müzik parçasının tarihi, neden önemli olduğu anlatılmadı. Flüt dışında bir enstrümanla tanışmadık. Flütleyse yalnızca tanıştırdılar, tahmin edilebilir! Mercidabık’ı ezberleteceklerine o dönem Osmanlı mimarisi, hat sanatı hakkında bir şeyler anlatsalardı ya. Oysa lise mezunu bir Fransız, bizdeki çoğu doktoralıdan daha donanımlı. İtalyan, sabah işe giderken üç beş asırlık heykellerin yanından geçiyor. Türkiye’de kaldırım ya da meydan zemin döşemeleri ve süslemeleri üzerine iki dakika kafa yormuş kaç kişi vardır yerel yönetimlerde ya da kimlere danışılıyordur?

Diyeceğim, bu memlekette benim deneyimlediğim eğitim tornasının her aşaması, çoluk çocuk iyi bir şey öğrenmesin, kendi kültüründen ve dünyadan habersiz yetişsin, asla yontulmasın, estetik duygusu gelişmesin üzerine inşa edilmiş durumdadır. Bu yüzden bana kalırsa Türkiye’de eğitim sürecinin en değerli ve öğretici anları resmi ve zorunlu tatillerdir. Hani şu kar yağınca vs.

Yıllar içinde değişmiş midir? Keşke ama sanmıyorum, mahsul ortada. Buna mukabil neyse ki artık gençler dışarıya biraz daha açık, daha güzel yapılar görme ve iyi olana özenme şansları var. Eğer onların idareci olacağı bir tarihe kadar ülkenin yok edilmemiş bir değeri kalırsa, belki daha özenli davranırlar.

Tek bir tablonun tarihinin anlatılmadığı, merak sözcüğünün adının anılmadığı, düşünme ediminden hiç hazzedilmeyen malum eğitim tornasıyla, kaldırımın ortasına arabasını park eden herifin zihniyeti arasında sıkı bağlar olduğu kanısındayım. Aracını oraya bırakan, siyasette, basında, sokakta, evde, ailede, ibadethanede, şurada burada… Bu insanların biri bile ömrü boyunca, hangi tür kumaş hangi eşya ya da insanın üzerinde daha iyi ve uygun durur, düşünmüyor. Doğuyor, yeterli beslenince kaçınılmaz olarak büyüyor, belli bir yaşa gelince hayatımızın orta yerine araçlarını park edip ömürleri yettiğince kendileri dışında hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamadan, boşluklarıyla, derin boşluklarıyla, düşünmeden, merak etmeden, kafaları karışmadan, ne kadar iyi, güzel ve haklı oldukları inancıyla yaşıyorlar…

Yazı önerisi: Adalet Ağaoğlu vefat etti. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Son yıllarda genellikle olduğu gibi, ‘hışırlara’ gün doğdu. Sizden ricam, araçlarını ısrarla yaşamımızın orta yerine bırakmak isteyenleri hiç umursamayıp, edebiyatçı Behçet Çelik’in şu kısacık yazısını okumanız. Adalet Hanım.

Bir teşekkür: İstanbul’daki yürüyüş arkadaşım ve meslektaşım Onur Yıldız’la yaptığımız uzun akşam yürüyüşlerindeki sohbetler, bu konular üzerine düşünmemi ve haliyle işimi kolaylaştırıyor. Sağolsun.


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.