YAZARLAR

'Seni aldıkları zaman evime girdiklerini hissettim'

“Bize verilen beraat kararı bütün arkadaşlarımızın da beraat etmesini, Büyükada davasının düşmesini gerektirir.” diyor Nejat. Ve İlknur “Aslında bu kararla hem hepimiz beraat ettik hem de hiçbirimiz beraat etmedik. Hiç açılmaması gereken bu davada verilen cezalar iptal edilmeli. Ancak o şekilde bizi kuşatan karanlık yırtılır” görüşünde.

Büyükada davasından barolarla ilgili düzenlemeye ve kadın eşitlik mücadelesine uzanan yol, insan hikayeleri ve ideallerin, birbirinin ayrılmaz parçası oluşunu öyle bir seriyor ki göz önüne, üzerine bir şey yazmak bile gerekmez belki. Diğer yandan da ne yazılsa, ne söylense az kalacak gibi. İnsan hakları savunusunu suç, insan hakları savunucularını suçlu gibi göstermek için medyanın karalama kampanyası eşliğinde yürütülen Büyükada davası üç yıl sonra tamamlandığında yargılananların kararlar üzerine düşünceleri ve tabii sürecin onlara yaşattıklarını bilme ihtiyacıyla iki arkadaşımla konuştum. İlknur Üstün ve Nejat Taştan’ın duygu ve düşüncelerini layıkıyla aktarabilirim umarım.

'UFKUMU ÇOK AŞAN BİR KARALAMA'

Sevgili İlknur “Dün gözaltına alınmamızla başlayan hikayemizin üçüncü yılıydı” diyerek girdi sohbete. “Hiç kolay olmayan bir süreçti. Alınma biçimimiz aksiyon filmlerini andırır tarzdaydı. Biz ne olduğunu anlamadan bazı yayın organlarında kara propaganda başlatılmış olması, çok boyutlu ve çok ürkütücü. Gözaltında çoğunu görmedik. Bir kısmı aktarıldı. Ben çoğunu çıktıktan sonra gördüm ve dehşete düştüm. Ufkumu çok aşacak bir karalama. Biz bilmeden, bizi alan polis bilmeden, kimler neler biliyor? Ürkütücü sarsıcı şeyler. Bunlar sadece bizim yaşadığımız ilk örnekler değil biliyoruz. Ancak birilerinin yaşamış olması bunu kabul edilebilir kılmıyor, kılamaz. Her biri için adalet arayışı, masumiyet karinesiyle yaklaşım, haklarının savunulması hepimizin sorumluluğu. Fakat bunları bilmek korkmaya da engel değil. Korkmadım diyemem. Yaptıklarınızdan değil yapmadıklarınızdan suçlanmak korkutucu ama korkuya rağmen haksızlığa karşı koymak değerli olan. İlkin gözaltına alınırken ‘ne oluyor?’ endişesi yaşadık. Ardından tansiyon hastası eşim ve kalp hastası annem; emniyetin, cezaevinin yolunu arşınlayan kız kardeşim, arkadaşlarım için kaygılanmaya başladım. Onların benim için kaygılanacağı, bunun onların sağlığını etkileyeceği endişesini süreç boyunca hep taşıdım. Annem çocuklarını her gün arayan bir insan; onları çok düşündüm. İçinde bulunduğumuz karmaşa ve hukuksuzluğun yanı sıra onlar hep aklımdaydı. Sonuçta tek bir şeyden ibaret değiliz.

Bizi, bulunduğumuz ilk andan itibaren hak savunucuları yalnız bırakmadı. O küçük Maltepe Karakolu feminist avukatlarla, insan hakları savunucularıyla tıklım tıklım doluydu. Dayanışmanın gücüyle direnç kazandım ama diğer yandan öfke de diri tutar beni. Anlama çabasından sonra ne yapılıyorsa yapılsın, bu suçlamaların bir karşılığı olmadığı için öfke kapladı ruhumu ve beni dirençli kıldı.”

Sürecin, iddiaların, ithamların, kara propagandanın insanların hayatına ne yaptığını bilmenin yolu biraz da duyguların aktarımından geçiyor. Korku, kaygı, endişe, öfke, duygu karmaşası yaratan, yaşatan gelgit, yaşanan bir dizi duygu seli, mücadeleye dahil. İnsan hakları savunuculuğu insani duygularla iç içe elbette ve insanın iyiliği üzerine. Ancak korkuya teslim olmak yerine, yaşanan karmaşık duyguların aynı zamanda mücadele azmini pekiştirdiğini belirtiyor İlknur. “Çeyrek asrı aşan bir süredir verdiğim mücadelenin önemini, bir kere daha altını çizerek gösterdi, bize yaşatılanlar. Biz ne için mücadele ediyoruz, şu başımıza gelene bak şeklinde bir hayıflanma değil tersine şu olanlara bak, verdiğin mücadele bunun için gerekli, kararlılığı oluştu. İnsan hakları savunuculuğunda dijital güvenlik ve stresle başa çıkma yollarının ele alındığı bir sivil toplum çalışması bile kriminalize edilebildi. Topluma, içinde bulunduğumuz şartlara, düzene ayna tuttu, Büyükada davası.”

Cezaevi anılarından paylaştığı iki örnek, çeyrek asırlık mücadelesinin ne çok insanın hayatına dokunduğunu ve o dokunuşların sonra kendisine güç veren geri bildirimlere dönüştüğünü gösteriyor. Serbest kaldığı gün cezaevi önünde kendisini karşılayanlar arasındaki bir kadının, başlığa taşıdığım, “İlknur seni aldıkları gün evime girdiklerini hissettim” sözleriyle kucakladığını anlatınca ben de sarsıldım. Üç yıldır yaşadığım duyguların bu denli yalın ifadesi, etkileyici. Ve çok eskilerde, memleketin bir köşesinde hayatına dokunduğu bir kadının cezaevine kendisi gelemese de oğlunu gönderişi nasıl anlatılır, nasıl anlaşılır, kolay değil. Annesi, “git bir bak İlknur iyi mi?” dediği için ziyaretine gelen tanımadığı gencin varlığı da ayrı bir dayanak kuşkusuz. “Bu sizin yolunuzun aydınlığını gösterir” diyor. “Haklı olmak, aydınlık bir yerde durduğunu bilmek güçlü kılıyor.”

İstanbul’da hücreden çıktığı ilk gün yanında olan avukatları Oya Aydın, Hülya Gülbahar, Candan Dumrul ve destek olan bütün avukatların varlığının da kendisini güçlendirdiğini belirtiyor. Böylece günümüzde iktidarın “çoklu baro, nisbi temsil” içeren yeni düzenlemesiyle hak savunusu arasındaki ilişki ayan beyan ortaya çıkıyor. Aynı ilişkiyi Nejat Taştan da kurdu ve Nejat özellikle barolarla ilgili tartışmanın sivil toplumun gücünü kontrol etmek yönünden Büyükada davasıyla benzerliğini vurguladı.

'BERAAT YA DA CEZA VERİLİRKEN GEREKÇENİZ NE OLACAK?'

Karar duruşmasında söylediklerini aktararak başladı söze Nejat Taştan. “Kendim için hiçbir talebim yok. Ben ve arkadaşlarım hakkında beraat veya ceza kararları verilirken gerekçeniz ne olacak? Biz, aynı ortamlarda benzer çalışmalar yürüten insan hakları savunucularıyız. Aynı toplantıdaydık.” Arkadaşları tutuklu yargılanırken tutuksuz yargılanmanın, arkadaşlarına ceza verilerken beraat etmenin, taşınması zor bir yük olduğu anlaşılıyordu ses tonundan bile. “Birimiz beraat ediyorsa hepimiz beraat etmeliyiz. Birimiz ceza alıyorsa hepimiz ceza almalıyız.” Hiç açılmaması gereken bir davada gözaltına alınan altı kişiden önce ikisinin tutuklanıp dört kişinin serbest bırakılması ve ardının savcının itirazıyla dört kişiden ikisinin daha tutuklanması, Nejat’a göre keyfi hukukun somut göstergelerinden. Şeyhmus Özbekli ve kendisi serbest kaldıktan sonra basına verdiği demeçlerde ‘kendisinin neden tutuklanmadığını’ sorgulamasına birçok arkadaşının şaşırdığını söylüyor. Sevinemiyor Nejat. Geçmiş olsun diyenlere ‘geçen bir şey olmadığı’ karşılığını veriyor.

Keyfi suçlamayla yaratılan ayrıştırmanın doğrudan sivil toplum örgütlerine, hak savunucularına verilen bir mesaj olduğu görüşünde. Ve bu mesajın “alındığını” gözlemlemiş, yazık ki. Kimi örgütlerin düzenledikleri çalışmalara, eskiden katıldıkları halde dava sürecinde mazeret beyanı, sivil alanın baskı altında tutulmasıyla ilişkili ona göre. Davanın etrafında kara propaganda ile yaratılan toz bulutu yüzünden ülke çapında genel olarak sivil toplum çalışmalarının otoriter bir kuşatma altında tutulduğunu söylüyor. Büyükada davasıyla yaratılan bu kuşatmanın şimdi baroların yapısının değiştirileceği, komisyonda kabul edilen düzenlemeyle doğrudan ilişkisine dikkat çekiyor. Adaletin savunma ayağı olan avukatların güç karşısında hak arama umudu ve yöntemi olduğunu söylemişti İlknur. Nejat da benzer şekilde kamu kurumu niteliğinde olmakla birlikte sivil toplumun en güçlü ayağını teşkil eden barolar hakkındaki düzenlemenin, hak savunusunu hepten daraltıp, zorlaştıracağını düşünüyor.

Gelecek için bu dava sonucu ve baro başkanlarının yürüyüş ve direnişine karşı polis gücüyle hukuk dışı müdahale, sivil alanı yok etmek için, ona göre. İlginçtir görüşmemiz bittikten sonra ve okumakta olduğunuz yazı tamamlanmadan önce umut dolu bir mesaj gönderdi. 5 Temmuz tarihli savcılık talebiydi Nejat’ın mesajı. Savcının Nejat Taştan ile Veli Acu hakkında verilen beraat kararını usul ve yasaya aykırı bularak istinafa taşımasından memnuniyeti çok düşündürücü. Keyfi hukuk ya da hukuksuzluk veya Ali Duran Topuzun kavramıyla anti hukuk, cezayla da beraatla da işkence edebilmenin yolu demek ki…

“Bize verilen beraat kararı bütün arkadaşlarımızın da beraat etmesini, Büyükada davasının düşmesini gerektirir.” diyor Nejat. Ve İlknur “Aslında bu kararla hem hepimiz beraat ettik hem de hiçbirimiz beraat etmedik. Hiç açılmaması gereken bu davada verilen cezalar iptal edilmeli. Ancak o şekilde bizi kuşatan karanlık yırtılır” görüşünde. Karanlığın yırtılması için sivil alanın direnci ve İlknur’un söyleyişiyle “her yerde var olan iyiliğin” sesini yükseltmesi gerekiyor. Büyükada davasında bazı hak savunucularına ceza verilmekle insan hakları hukuku ve savunuculuk, suçlu ilan edilmiş oluyor. Kabul edilemez bir yönetim anlayışı sadece hak savunusunu suçlu ilan etmekle yetinmeyip bir de hukuki savunma hakkını, parçalı yapıyla iktidarın kontrol edebileceği bir şekle büründürme yolunda ilerliyor. Ancak kadın hareketinin de durmaya niyeti yok. Eşitlik mücadelesinden, kazanılmış haklardan vazgeçmiyor kadın hareketi. “Çocuk cinsel istismarı faillerine af girişiminden İstanbul Sözleşmesi’ni ve 6284 Sayılı Şiddet Yasası'nı karalamaktan, kadınların kazanılmış haklarını tehdit etmekten VAZGEÇİN” diyoruz.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.