YAZARLAR

Üzüm üzüme baka baka

Memleketin özgün üretimi “torba yasa” pratikliği, Putin’in promosyonlu “torba referandumuna” ilham veriyor. Canlı yayınlarda, miting meydanlarında mahkemelere talimat verilmesi bizim için çok tanıdık ama yargı bağımsızlığı konusunda en katı rejim sayılan ABD’nin Başkanı’nın “tanıdık hakimlere” iş hallettirme sözü verdiğini de öğrendik.

Baro başkanlarının yürüyüşü, sürekli hale gelen adliye eylemleri, protesto istifaları ve gelmekte olan büyük avukatlar mitingi iktidarı durdurmaya hatta yavaşlatmaya yetmedi. Çoklu baro garabeti meclise sunuldu. Siyasi kapışmanın ve kişisel cezalandırma iştahının sınır tanımazlığının özel bir örneği olan Şehir Üniversitesi, Cumhurbaşkanlığı kararıyla kurum imhası listesine yazıldı. Ayrımcılığa karşı İstanbul Sözleşmesi’nin imzacısı ve anayasasında hâlâ laiklik yazan devletin başkanı, dini referansları gerekçe göstererek LGBT’ye karşı herkesi göreve çağırdı. İşçilerin en önemli kazanılmış hakkı kıdem tazminatı konusunda hiç hayırlı olmayan bir şeyler pişiriliyor.

Bir önceki Gazete Duvar yazısının başlığındaki “bu iktidar nereye koşuyor?” sorusu, bildiklerimizin bildiğimiz şekilde devam edip etmeyeceği merakından yola çıkmıyordu. Bildiklerimiz, bildiğimiz şekilde ve giderek daha aceleci biçimde zaten yaptıklarını yapmaya devam ediyorlar. Ancak soru, yaptıklarının onları istedikleri yere götürüp götürmeyeceği. Bütün dünyada ve Türkiye’de özgürlükler yoğun saldırı altında olduğu için artık çok daha değerli. İtiraz etmek tehlikeli ilan edildiği, soru sormak suçlandığı için sokaklar boşalıp, susanlar artmıyor. Daima kazanacaklarına inananlar, daima kazanmanın bir yolunu bulabileceğine inanılanlar her zaman olduğu gibi aslında rahat değil.

Türkiye’nin acayiplik üretme kapasitesi genişledi, serpildi. İçeride ortaya çıkan üretim fazlası sınırları aşıyor, bütün dünyada kopyalanan prototipler ortaya çıkıyor. Saçmalıklar, keyfilikler, kabalık ve ölçüsüzlük açısından dünyadaki tedarik zincirinde çok kritik bir yer ediniyor. Tuhaflıklar herkes tarafından bilinmesi, duyulması, öğrenilmesi yanında taklit de ediliyor. Örnekler muhtelif: Kalabalık unvanları olan akademisyenlerin, rütbeli askeri uzmanların aylarca televizyonlarda ne kadar lüzumlu olduğunu anlattığı “kutusunda bekletilen” S.400’ler için ABD’li bir senatörün “biz alalım konu kapansın” önerisi yapmış olması, Rusların da olmaz diye feveran etmesi zirve örneklerden biri.

Memleketin özgün üretimi “torba yasa” pratikliği, Putin’in promosyonlu “torba referandumuna” ilham veriyor. Canlı yayınlarda, miting meydanlarında mahkemelere talimat verilmesi bizim için çok tanıdık ama yargı bağımsızlığı konusunda en katı rejim sayılan ABD’nin Başkanı’nın “tanıdık hakimlere” iş hallettirme sözü verdiğini de öğrendik. Basınla, sosyal medyayla, muhalefetle ilişkilerde ve bir sürü alanda var zannedilen sınırların esneme kabiliyetini gösteren örnek ülke. Her sıkışıldığında LGBT’ye veya kadınlara saldırmanın sıradanlığı açısından da. Bir zamanlar –belki hâlâ- alay konusu yapılan “bizi kıskanıyorlar” sözü, fütursuzluğun bir ihraç ürününe dönüşmesiyle kuvvetli bir hakikat haline geldi.

Küreselleşme sahiden çok acayip bir şey. Kelebek efektindeki gibi dünyanın bir ucunda çırpan kanat nasıl kasırgaya dönüşüyorsa, kilometrelerce öteden yapılan bir telefon konuşmasındaki “üfürükler”, herkesi içine çekecek anafor haline geliveriyor. Trump’ın CNN tarafından haberleştirilen uluslararası temaslarında olduğu gibi. Bolton’un kitabından sonra bu haberde de Türkiye hikâyede kritik rolde. Belki Trump, Rusya’nın seçtirdiği, Türkiye’nin düşürdüğü ilk ABD Başkanı olacak. “Dünya kocaman bir köye dönüşecek” dendiğinde, kimsenin gözünde köy seyirlik oyunlarındaki kaba şakalardan ibaret böyle bir gösteri canlanmamıştı herhalde.

Ortaya çıkan distopya, hiçbir memlekette ve dünyanın tamamında ne milenyuma ne de afili bilgi çağı iddiasına uyuyor. Bazen ticaret savaşlarına bazen göçmen tehlikesine referansla, “sınırlarımız delik deşik oldu” diye şikayet edenler, her sınırdan geçebilen, her yere sızabilen; hızlı dolaşan ve kolayca çoğaltılabilen kötülükler imal edebiliyorlar. Ancak daha önemlisi başka hiçbir şeyde yapmadıkları şekilde bunu adil paylaşıyorlar. Kendi arkalarındaki büyük kalabalıkları birbirlerinin arkasındaki kalabalıklara düşman ederken, kendi aralarında akıl almaz bir kardeşlik kurabiliyorlar. İster popülist dalga, ister otoriterizm rüzgarı, isterse başka bir isim alsın el ele koşanlar, belki de birbirlerini paçalarından çekiyorlar.

Çok kısa bir süre önce “muhalefet çatlasa da patlasa da”, medya “gaflarını” alaya alsa da, daha önce görülmemiş acayiplikler yapsa da gücünü koruyan Trump’tan bahsediliyordu. İnsanlara dezenfektan şırınga etmekten, vaka sayısı düşsün diye testleri azaltmaktan bahsetmesine, valilerle veya doktorlarla itişmesine rağmen salgın sürecinin popülaritesini artıracağı söyleniyordu. Hatta polisin ve koca bir sistemin nefessiz bıraktıklarının isyanının onun işine yarayacağı söyleniyordu. Ancak bu koşunun umulan yere varmayabileceği hakkında giderek daha fazla söz duyuyor, işaret görüyoruz. İsabeti tartışmalı anketlerden değil, kendinden emin kibrin merkezinden de geliyor bunlar. En sert çekirdeğe çekilip “ırkçı taraftar” sloganları paylaşmak gibi zorlamaların da pek işe yaramadığı görülüyor.

Birbirlerinden taktikler, zorlamalar öğrenmekte komplekssiz olanlar, çaresizlik ve sıkışmışlık konusunda benzerlerinin yaşadıklarından ders çıkartmakta o kadar hevesli değiller. Aslında mesele heves veya akıl etme sorunu da değil belki. Yokuş aşağı koşmaya başladıktan sonra her hızlanmayla kontrol daha çok kaybediliyor, ipler “hareketin ve hızın” eline geçiyor. Eğer yokuş elverişli düzlüklerle tekrar kontrol imkanı verirse ve bacaklar tökezlemeden adım atmayı sağladıkça devam etmek mümkün oluyor. O yüzden yokuş aşağı yapılan koşuların koşucuları kadar zeminin eğimi de önemli. Koşucuların ayaklarının takatine ve yokuşun devamına bakınca ne görünüyor?

“İsteyenin kendi barosu olsun, benim imtiyazlı barom olmak isteyenlerin de önü açılsın” demenin çoğulculuk veya özgürlük diye anlatılması elbette mümkün değil. Mevcut tabloda bütün itirazlara rağmen bunun meclisten çıkmasını engellemek de, belki “o zaman herkesin de kendi meclisi olsun” fikrini kabul ettirmek kadar zor olabilir. Şehir Üniversitesi’nin kapatılması vesilesiyle kılıçların çekilmesi, Davutoğlu’nun adıyla sanıyla Erdoğan’ı hedefe koyması bütün dengeleri elbette sarsacak bir gelişme sayılmaz. Kıdem tazminatı meselesini sendikalara “kendi aranızda halledin” demenin anlamı, Ayasofya’yı açmak veya “sapkınlara” taarruz talimatı yokuşun eğimi, “tabana güven” konusunda bir fikir veriyor. Kim bilir belki Trump da yeniden kazanır. Koşu bir sonraki duvara kadar uzar.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).