YAZARLAR

Yerli dizilerde güvenlik meselesi

Dizi sektöründeki şu anki işleyişin hangi dinamiklere bağlı olduğunu, tecrübelerim doğrultusunda gözler önüne sermeye çalışsam da bu dinamikleri elbette sorguluyorum. Yapım şirketlerinin ve kanalların, ‘güvenli’ addettiği diziler gerçekten güvenli mi? Geçtiğimiz yıl, düşük reytingler yüzünden yayından kaldırılan dizilerin çoğu ‘cesur’ yapımlar değil ‘bilindik’ yapımlardı. “Bunlar satıyor, seyirci bunu istiyor” mitinin örtüsünü kaldırıp altına bir bakmak gerekiyor artık. Doğruluğu tartışılır yöntem ve rakamlarla oluşturulan pazar stratejisi, geçerliliğini yitirmekte belli ki.

Yaz sezonuna girdiğimiz için artık bir gelenek haline gelen yaz dizileri, yani romantik komediler, teker teker ekran maceralarına başlıyor. E haliyle “Bu ne ya hep aynı hep aynı! Yok mu başka hikaye?!” eleştirilerinin, veryansınlarının da sezonu açılmış oluyor. 26 Haziran Cuma günü, Fox Tv ekranlarında yayınlanmaya başlanan Gold Film yapımı “Bay Yanlış”, sosyal medyada ve başka mecralarda yerli dizi tartışmalarını yeniden alevlendirmiş durumda.

Her ne kadar dizi içeriklerinin aynılığından dem vurulsa da bu bağlamda yapılan ve yazılan eleştirilerin neredeyse hepsi, benzer bir aynılıktan muzdarip bana sorarsanız. Üzerine bunca laf söylenen, ticari hacmi epey yüksek olan bir sektörle ilgili eleştiri yazısı yazarken, “Yok mu fabrikada çalışan, biri sendikalı olduğu için işten atılmak üzere olan iki gencin aşk hikayesi?” demekten daha öteye gidilmesi gerekiyor. MedyaRadar adlı sitede, kültür endüstrisine dair düzenli yazılar yazan Murat Tolga Şen’in son yazısından bahsediyorum. Şu an spesifik olarak onun yazısını işaret etsem de bu konuyla ilgili yazılan köşe yazılarında benzer ‘derinlik’ sorunları mevcut.

Hikayelerde hiç değişmeyen kadın-erkek cinsiyet rollerinden, güçlü kadın yazılmamasından, bu dizileri yazanların çoğunun da kadın olduğundan, kadın senaristlerin hemcinsi karakterlerle ilgili neden böyle davrandığından ve bunun ne kadar ayıp bir duruş olduğundan söz edilip duruyor. Kusura bakılmasın ama bu tarz eleştirel sözler “Halkımız eğitimsiz, cahil cahil! Ondan böyle bu ülke!” kadar toptancı ve mekanizmayı asıl harekete geçiren dinamiklere gözünü kulağını kapatan argümanlar oluyor. Üzülerek söylüyorum ki bu durumda yazılan yazıların eleştirmekten öte, herkesin dilindeki genel geçer argümanlarla, konunun üzerine laf söyleme çabasından başka bir şey olmadığını gösteriyor.

“Peki madem böyle diyorsun, sen bu işin neresinden bakıyorsun da bu kadar ahkam kesiyorsun?” derseniz, cevabım belli: Yerli diziler ne satar? Yerli dizi seyircisi ne alır?

DİZİ ÜRETİM SÜRECİ 

Dizi endüstriyel bir kültür ürünü olduğu için üretim süreci, fabrikalardaki üretim bantlarını anımsatır. Yabancı endüstrilerde işler nasıl ilerliyordur bilemiyorum ama yerli dizi sektörü için bu benzetmeyi yapmak yanlış olmaz. Karasal yayın yapan büyük ulusal kanallar, yayın günlerini ve saatlerini planlar. Hangi zaman dilimine nasıl bir program istediklerini, reyting şirketinin ölçüm verilerine dayanarak düzenler. Bu düzenleme sonucunda, prime-time denilen ana haber sonrası kuşakta yerli diziler, araya giren reklamlarla ve özetleriyle birlikte yaklaşık 3 saatlik bir maraton şeklinde yayınlanır. Böylece seyirci, tek bir yapımla bütün akşam ekran başında tutulmuş olur.

Kanalların drama departmanları, kabaca bu matematiği göz önünde bulundurarak ve rakip kanalların da hangi dizilerle yüksek reyting aldıklarına bakarak, ne türde diziler sipariş edeceklerine karar verip yapım şirketlerinin kapısını çalarlar. Tabii her zaman konu bu yönde gelişmeyebilir. Bazen de yapım şirketleri ellerindeki proje repertuarını, kanalların kapısını çalarak satmak isterler. Eğer kapısını çaldığı kanalla iyi ilişkileri olan bir yapım şirketiyse, kanalın ihtiyaç duyduğu proje türlerini öğrenip ona göre iş tasarımı da yapabilirler. Buradaki hayati nokta, öyle ya da böyle kanalın bir dizi projesini satın almaya karar vermesi ve de pek tabii ki bütçelerin konuşulmasıdır.

Şimdi gelelim asıl meseleye, yani dizinin neye dayanarak, nasıl üretildiğine... Yukarıda belirttiğim gibi reyting ölçümleri bu sektörün olmazsa olmazı, medya planlamasının belkemiğidir. Ölçümlerden gelen oranlara göre reklam verenlerden, yani markalardan, dizilerin arasına reklam alınıyor ve kanalın bu işten para kazanması sağlanıyor. Bir dizinin reytingi ne kadar yüksek olursa, araya alınacak reklamların kanal için karlılığı da o kadar yüksek oluyor. Kanal kar ettikçe doğal olarak yapım şirketi de sattığı işin parasını tıkır tıkır alabiliyor. Bu nedenle hangi diziler, hangi zaman aralığında, ne kadar süreliğine, ne kadar izlenme oranı yakalıyor soruları hem yapım şirketleri hem kanallar için dizi üretim sürecinin başladığı yer.

Bu ölçümlere göre seyircinin sevdiği türler, hikayeler, duygular, oyuncular hakkında yapımcının ve kanalın aklında bir manzara oluşuyor. Oluşan manzaraya göre yeni yapımlar şekilleniyor. Esas amaç bu verilere dayanarak, tekrar çok izlenir diziler meydana getirip, olabildiğince iyi fiyatlarla dizilere reklam almak ve karlılığın devamını sağlamak.

Medya şirketleri elbette bir yandan karlılıklarının devamını sağlarken diğer yandan orijinal diziler üretmeyi tercih edebilir. Ellerindeki verilerden birkaç adım dışarı çıkıp risk alarak farklı repertuarlar oluşturabilir. Ancak kanalların özellikle son dönemdeki ekonomisi bu riski alamayacak kadar kırılgan durumda, yapım şirketlerinin de kanallardan aşağı kalır yanı yok. Türkiye’nin son beş yıldaki ekonomik gidişatı, dizi sektörünü epey etkiledi. Çizginin biraz dışına çıkacak farklı yapımlardansa, satması ve izlenmesi garanti olan projelere ağırlık veriyorlar. Yakın zamanlarda yapım şirketlerine devlet tarafından sübvanse verildiği de biliniyor.

Devlet sübvanse veriyor vermesine ancak dünyanın en öngörülemez ve mantıksız denetimini de yanında sunuyor. Her ne kadar cümlelerim, zaten denetimi normal görüyormuşum gibi tınlasa da bahsettiğim etkenlerin yanına, kocaman bir RTÜK gerçekliğini eklemek gerektiğini belirtiyorum sadece. Bazen ‘Gak!’ diye bir replik yazsanız, repliği söyleyen de ezkaza kötü karakter olsa “Gak diyenleri kötü gösteriyorsunuz!” diye ortalığa dökülen vatandaşların olduğu ülkemizde, onu gösterdiniz ahlaksızlık, bunu gösterdiniz kötü alışkanlıklara özendirme, şunu gösterdiniz ailenin temel yapısına mugayir diye, hiç aklınıza gelmeyecek ayrıntılara, çok büyük cezalar kesebilen bir denetim kurumumuzun olması, insanı pek şaşırtmıyor aslında. Şaşırtmıyor da... Elinizi korkak alıştırmanıza neden olabiliyor. Entrika yazarken bile uçup kaçamıyorsunuz, hep aynı hikayeler efendim denilen o ‘güvenli’ dizilerde dahi kalem oynatırken yüz kere düşünüyorsunuz. İş artık oto sansüre vardığından manevra alanınız iyice daralıyor, hikayeleriniz kısırlaşıyor. Kısırlaşan hikayeler de eskisi gibi yabancı ülkelere satılamayınca dizi sektörü, ekonomik küçülmeyi iyiden iyiye hissetmeye başlıyor.

Çerçevesini çizdiğim bu daracık alanda senaristin payına düşen, ya yapım şirketinin önüne koyduğu hikayeyi geliştirip projelendirmek ya Güney Kore’de çok reyting almış bir dizinin formatını satın alan yapım şirketine bu formatı uyarlamak ya da yine ‘güvenli ve satılabilir’ sınırlar içinde kalıp kendi hikayesini üretmek.

YERLİ DİZİ NE SATAR? YERLİ SEYİRCİ NE ALIR? 

Hikaye ve karakter çeşitliliğine, yukarıda sıraladığım malum nedenlerden dolayı pek giremeyen yerli dizilerin, seyirciye satacak neyi vardır bu durumda? İlk bakışta hele yabancı dizilerle karşılaştırılınca, yerli dizilerin söyleyecek sözünün, anlatacak hikayesinin olmadığı düşünülebilir normal olarak.

Orijinal olaylar, spesifik evrenler, ilginç kombinasyonlu karakterler sunan yabancı dizilerin yanında; çok yormayan fazla tanıdık karakterler, daha önce birçok kez izlenmiş hikayeler, birkaç şaşalı ama kapalı mekandan çıkamayan evrenler sunan yerli diziler insanın hem iştahını kabartmıyor hem de haklı olarak sinirlendiriyor. Artık ekran profesyoneli olan seyirciler, kendilerini çoğu zaman aptal yerine konmuş hissediyor. Senaristler benzer hikayeleri yazmaktan beziyor, oyuncular kısır karakterleri oynamaktan sıkılıyor, set işçileri anlamlı bir hikayenin parçası olduğunu hissetmiyor... Senelerdir bu ahbap-çavuş kapitalizmine göre şekillenen endüstrinin kazananı sadece yapım şirketleri ve kanallar oluyor. Ancak bütün mutsuzluğa, bıkkınlığa, yorgunluğa rağmen yerli diziler neden izleniyor? Niye reyting alıyor? Yoksa yabancı dizilerde olmayıp, yerli dizilerde olan bir şey mi var?

Evet, var! Duygu-durum, beşeri ilişkilerdeki tansiyon, olayların değil beden dilinin anlattıkları, milimetrik yakınlaşmalar, hayata ve duygulara dair spot cümleler ve en önemlisi seyircinin yaşadığı duygu birliği... Bakışmalarla, müzikaltı sahnelerle verilen duraklamalar, teknik olarak süreyi uzatmak için yapılıyor gibi görünür ancak yönetmenin ve senaristin yapmak istediği, o anki duygu-durumun ortaya çıkardıklarını estetik şekilde, bir anlığına dondurup, oradaki bütün duyguyu ve durumu ‘sağmak’tır aslında. Eğer birkaç olay üst üste yığılıp, seyirciyi önemli duygulara doyurmaksızın, koştur koştur ilerletilirse, genellikle seyircide dizi evrenine, dizinin hissine yabancılaşma görülür. Seyirci artık o dizinin ‘sattığını’ ‘almamaya’ başlar. Çünkü yerli dizinin vaadi, seyircinin gözünde bellidir.

Türkiye’nin duygu sosyolojisi tam bu noktada devreye girer. Ülke olarak duygulanma, duygularımızı yaşama ve ifade etme tarzımız, alışkanlıklarımız, öğrenmişliklerimiz, yerli dizilerdeki duygu-durum sekanslarını neden her şeye rağmen izlediğimizin cevabını bize verir. Yabancı diziler bambaşka alemleri, bambaşka hikayeleri ayağımıza getirebilir ama hiçbiri tanıdık karakterlerle hemhal olup duygu yoğunluğu, zihin birliği yaşamanın tadını vermez. Gündelik sorunlarımızı, özellikle aşk ilişkilerimize dair olanları, dizide yaşananlar üzerinden değerlendirmek, kendi tecrübelerimizle karşılaştırmak, buradan ‘güvenli’ bir şekilde deneyim devşirmek ve minik rehberlik tüyoları almak seyircimizin en sevdiği şeydir.

HEP BÖYLE Mİ DEVAM EDECEK? 

Dizi sektöründeki şu anki işleyişin hangi dinamiklere bağlı olduğunu, tecrübelerim doğrultusunda gözler önüne sermeye çalışsam da bu dinamikleri elbette sorguluyorum. Yapım şirketlerinin ve kanalların, ‘güvenli’ addettiği diziler gerçekten güvenli mi? Geçtiğimiz yıl, düşük reytingler yüzünden yayından kaldırılan dizilerin çoğu ‘cesur’ yapımlar değil ‘bilindik’ yapımlardı. “Bunlar satıyor, seyirci bunu istiyor” mitinin örtüsünü kaldırıp altına bir bakmak gerekiyor artık. Doğruluğu tartışılır yöntem ve rakamlarla oluşturulan pazar stratejisi, geçerliliğini yitirmekte belli ki.

Ekonomik kırılganlığın öne sürülerek, sürekli kendini tekrar eden projelere tamah edilmesi ve ettirilmesinin de şirketler açısından doğru bir strateji olmadığı apaçık ortada. Bu ‘resesyon’dan ancak başka bir yol ve iş modeli bulunarak çıkılabileceği, bugüne kadar kazandıran ama artık kendini öğüten sektör arenasının yeniden yapılanma içine girilmesi gerektiği ise muhakkak. Einstein’ın dediği gibi “ Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek ahmaklıktır.”


Ezgi Özcan Kimdir?

1987 yılında Adana’da doğdu. İstanbul Üniversitesi – Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenim gördü. 2010-2019 yılları arasında dizi senaristliği yaptı. Birçok günlük ve haftalık dizinin yapım ekibinde yer aldı. 2017’den itibaren 221B Dergi’nin “Ekran Dedektifi” köşesinde polisiye dizilerle ilgili yazılarına, Episode Dergi’de ise yazar-editör olarak hem yerli hem yabancı dizi sektörüne dair faaliyetlerine devam etmekte.