YAZARLAR

Türkiye'nin emperyalizmle imtihanı

Milliyetçisiyle İslamcısıyla yıllardır kendisini emperyalizmin hedefi olarak gören anlayışın, kendi eylemlerinin neye karşılık geldiğini kavrayamaması gibi bir sorunla karşı karşıya olabiliriz. Eğer Türkiye’nin Libya’ya bu ölçekte angaje olması, “başka ülkeler oradaki zenginlikleri ele geçirmeye çalışıyor, biz geride kalmayalım” mantığından kaynaklanıyorsa, ki bu da dillendiriliyor, bunun emperyalizmin tanımı içinde olduğunu hatırlatmak gerek.

Geçen yazıda Mavi Vatan kavramının iç siyasal dinamikleri üzerinde durmuş ve bunun Türkiye’nin güvenlik politikaları açısından nasıl bir dönüşüm ve sürekliliği temsil ettiğini tartışmıştım. Bir bakıma devam niteliğindeki bu yazıda Türkiye’nin genel olarak küresel sistem içindeki yerini iktisadi ve jeopolitik açıdan ele alıp, son dönemdeki aktif, sınır ötesi ve deniz aşırı militer eğilimlerin emperyalizm ve merkez-çevre ilişkileri açısından ne anlama geldiğini tartışacağım.

EMPERYALİZM NEDİR, TÜRLERİ VAR MIDIR?

Emperyalizm kavramı neredeyse her kesim tarafından yeterince iyi tanımlanmadan kullanılıyor. Bu kadar geniş bir kavramı burada kapsamlı olarak incelemeye imkan yok. Ama şu kadarını söylemek gerekir ki, emperyalizm kavramı özündeki bazı unsurları korumakla birlikte, günümüze gelinceye kadar siyasal/jeopolitik ve ekonomik alanlarda dönüşümler geçirmiştir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemi, Lenin’in emperyalizm teorisiyle açıklamak mümkün olmamış (Lenin merkezi kapitalist ülkelerin dünyayı paylaşma sürecini ve bunun dünya savaşıyla sonuçlanmasına yoğunlaşır) Neo-Marksist ve Bağımlılık Okulu gibi yaklaşımlara ihtiyaç duyulmuştur. En basitleştirilmiş şekliyle emperyalizm erken kapitalistleşmiş merkez ülkelerin daha az gelişmiş ülkeler üzerinde, finansal, yatırım, doğal kaynaklar vb yolla elde ettikleri artı değeri yine merkeze aktardıkları ve bunun için gerekli olan askeri/siyasal araçları kullandıkları uluslararası bir iktisadi sömürü mekanizmasıdır. Temelinde kapitalizmin yayılma, yeni alanlara açılma ihtiyacı ihtiyacı yatar. Emperyalizmin bu özelliği, kapitalizmin doğasından kaynaklanır ve dünya sistemindeki derin dönüşümlere ve araç ve yöntemlerdeki dönemsel farklılıklara rağmen değişmemiştir.

Ne var ki, 1960’lardan itibaren yeni, tamamlayıcı kavramlara ihtiyaç duyulmuştur. Bunlardan biri Brezilyalı iktisatçı Ruy Mauro Marini’nin 1965’te ortaya attığı “alt-emperyalizm” ile I. Wallerstein’in kendi tezi olan merkez-çevre analizine ek olarak geliştirdiği yarı-çevre kavramıdır. Adından da anlaşılabileceği gibi, bu kavramlar küresel kapitalist sistem içinde nüfus, ekonomik gelişme ve coğrafi konum gibi özellikleriyle öne çıkan bazı Üçüncü Dünya ülkelerinin hem merkez hem de çevre ülkelerinin özelliklerini taşıdığını ve bulundukları bölgelerdeki çevre ülkeleriyle merkez ülkeler arasında aracı bir rol oynadıklarını anlatmak için kullanılıyordu. Çevrenin içinden sivrilen bu ülkeler, böylece sistemin daha etkili çalışmasını sağlıyor, bunun yanında yine bölgesel jeopolitiğe katkıda bulunuyorlardır.

BAĞIMLI, YARI-ÇEVRE VE ALT-EMPERYALİST

Türkiye’nin yaptığı müdahaleyle Libya’da, sahadaki askeri dengeyi değiştirmesi, burada Fransa ile çekişmesi, bir tür emperyalist ülkeler kulübüne dahil olmak şeklinde bir algı yarattı ve içeride birçok kesimi memnun etti. Emperyalizm, Suriye’de denize çıkışı olan bir Kürt koridoru yaratacak iken, Türkiye hem onu operasyonlarıyla önleyip, hem de Libya gibi deniz aşırı bir coğrafyada diğer emperyalistlerle boy ölçüşüyordu. Genel tabloya baktığımızda ise Türkiye çok tipik bir bağımlı yarı-çevre ve alt-emperyalist ülkedir ve bu konumu AKP iktidarından bağımsızdır, Soğuk Savaş döneminden itibaren bu konumu sürmektedir. Türkiye’nin küresel sistemdeki konumu literatürdeki yarı-çevre ve alt-emperyalist tanımlarına neredeyse bire bir uyar. Örneğin, yarı-çevre ülke bölgesinde iktisadi etkinlik kurar, bazı durumlarda kendi parası sınırlı da olsa kullanım alanı bulabilir. Türkiye Irak, Suriye, Libya, Mısır, Gürcistan, Kosova, K. Makedonya gibi çevresindeki bütün ülkelerle dış ticaretinde fazla vermekte, merkezi kapitalist ülkelerin hepsiyle de dış ticaretinde açık vermektedir. Libya ile çatışma döneminde bile ihracat devam etmiş, bu ülke Afrika coğrafyasına ulaşmak için bir geçiş noktası olarak görülmüştür. Ayrıca, Mısır siyasal sorunlara rağmen Türkiye’den giden yatırımcılar için ucuz işgücü ve pazar olarak cazip olmuş, Paşabahçe ve Koç grubunun yatırımları öne çıkmış, iki milyar dolarlık yatırıma ulaşmıştır. Türkiye kökenli bankalar, GSM operatörleri, müteahhitlik hizmetleri, gıda zincirleri bölgesindeki ülkelerde yayılma alanı bulmuştur. Yarı-çevre ülkelerinin bu ekonomik yayılması, merkezi rahatsız etmez çünkü buralar genelde merkezin pazar ve yatırım için yeterince cazip bulmadığı alanlardır ya da merkez ülkeler farklı alanlara yatırım yapmaktadır. Ayrıca, çevre ve yarı-çevrede belli bir ekonomik büyüme hem faydalıdır, hem de yarı-çevre ülkede (yani Türkiye) bu elde edilen artı değer yine borç vs gibi mekanizmalarla merkeze geri döner. Yine yarı-çevre ülke bu politikalarıyla neoliberal modelin daha derinlere ulaşmasına katkı sağlar. Bu yüzden bu tür girişimler desteklenir ya da göz yumulur.

Bunun siyasal-jeopolitik boyutunda ise alt-emperyalist bir ülkeden söz etmek gerekir. Ama yarı-çevre ülkenin oynadığı bu rol örneğin Türkiye’de bölgesel liderlik, bir dönem Davutoğlu’nun dile getirdiği “merkez ülke”, bazen “bizden habersiz yaprak kıpırdamaz” gibi kulağa hoş gelen söylemlerle tanımlanır. ABD ise bu tür ülkelere yine kibar bir dil kullanarak “pivotal states” (eksen ülkeler) der ve onlardan sistem (ABD) adına bölgesel sorumluluk üstlenmesini ister. Örneğin, Graham Fuller’in AKP için bir el kitabı olarak yazdığı ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti olarak çevrilen kitabının altbaşlığı, orijinalinde Müslüman Dünyasında bir Eksen (Pivot) Ülke’dir. Türkiye geçmişte, 1990’larda “Adriyatik’ten Çin Denizine Kadar Türk Dünyası” söylemiyle milliyetçi bir söylemle bu rolü geniş bir coğrafyada yerine getirmeye çalışmış, 2000’lerde ise yumuşak güç, komşularla sıfır sorun söylemleriyle Ortadoğu bölgesinde Türkiye’nin model özelliği öne çıkarılmıştır. Dünyadan başka örnek vermek gerekirse, Brezilya’nın Haiti (30 bin askerle en büyük askeri misyon) Bolivya ve Kolombiya’daki çeşitli misyonları, Güney Afrika’nın Sudan’daki faaliyetleri bu kapsamda sayılabilir.

Bölgesel liderlik söylemine (yani alt-emperyalist işleve) sistem adına yürütüldüğü, alt-emperyalist ülkenin kendi sınıfsal/güvenlik çıkarını örtüştürdüğü sürece devam eder. Bu noktada alt-emperyalist ülke bir özerklik alanı da bulur ve bunu kullanır. Bu da bir illüzyon yaratılmasına, büyüklük kompleksine yol açabilir. Büyük ülke söylemi ulusal gururu okşar, işbirliği yapan siyasal iktidara destek artar. Geçmişte Orta Asya’ya “Ağabeylik”, Ortadoğu bölgesine model olma, Erdoğan’ın bölgesel lider olduğu söylemi bir süre etkili olur. Ama bu tür açılımların, alternatif bir projeye dönüşmesine ise izin verilmez.

BİZDEN EMPERYALİST ÇIKMAZ MI?

Hükümete yakın SETA araştırmacısı ve Sabah yazarı Burhanettin Duran, örneğin Türkiye’nin Libya politikasının dayanması gereken hususları anlatırken, ikili ilişkilerin güvenlik, enerji, yatırım alanlarında derinleşmesini, kara ve denizde petrol arama faaliyetlerinin yürütülmesini ve Türk şirketlerinin yeni yatırımlar yapmasını, Libya’nın yeniden yapılandırılmasında Türkiye’nin belirleyici olması gerektiğini yazmaktadır.

Bu yalnızca AKP’li bir yazarın görüşü değil. Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığına destek konusunda Cumhuriyet, Yeni Şafak ve Aydınlık gazetelerinin söylemleri ortaklaşmakta, ulusalcı isimler Türkiye Libya’da Serraj hükümetinin iktidarda kalması için bu kadar çaba harcaması karşılığında, bunun ekonomik bir karşılığı olmayacak mı, sorusunu sormaktadır. Duran ve diğerleri bilerek ya da bilmeyerek Libya politikası için neredeyse bir ders kitabında geçen emperyalizm tanımına denk düşecek bir politika önermektedir ve zaten yapılan da budur. TPAO’nun petrol arama anlaşması yapması, Türk firmalarına yatırım imkanları aranması, hatta Libya’daki döviz rezervlerinin bir kısmının Türkiye’de Merkez Bankası'na getirilmesi iddiaları ve bu iktisadi kazançları garanti edebilmek için yerel hükümeti kendine güvenlik olarak bağımlı hale getirme, bunun için kara, deniz, havada askeri müdahalede bulunmaya, (alt) emperyalizm dışında verilecek yeni bir tanımlama henüz bulunmadı. Milliyetçisiyle İslamcısıyla yıllardır kendisini emperyalizmin hedefi olarak gören anlayışın, kendi eylemlerinin neye karşılık geldiğini kavrayamaması gibi bir sorunla karşı karşıya olabiliriz. Eğer Türkiye’nin Libya’ya bu ölçekte angaje olması, “başka ülkeler oradaki zenginlikleri ele geçirmeye çalışıyor, biz geride kalmayalım” mantığından kaynaklanıyorsa, ki bu da dillendiriliyor, bunun emperyalizmin tanımı içinde olduğunu hatırlatmak gerek.

MAVİ VATAN ALT-EMPERYALİST PROJE Mİ?

Mavi Vatan doktrinini ortaya atan ve savunan denizci generallerin bir kısmı, kendisi bir ABD operasyonu olan Balyoz sürecinde hapis yatmış subaylar. Bunların ABD’ye hizmet edecek bir alt-emperyalist proje geliştirdiklerini söylemek haksızlık olur. Özellikle Karadeniz boyutunda, denizciler ABD’nin bu bölgede rahat hareket edebilme taleplerine geçmişte direnç gösterdiler. Ama küresel siyasetin niyetlerden ibaret bir süreç olmadığını da tespit etmek durumundayız. Bütün bölgesel projeler milli bir kimlikle tanımlanır, başka türlü olması mümkün değildir. Özellikle deniz alanlarının paylaşımı konusunda Mavi Vatan’ın bu bilinci yükseltip buralardan faydalanma imkanı sunması mümkündür. Ama bir siyasal proje ilk çıkış noktasından çok farklı bir şekle de bürünebilir, adını korusa da küresel çıkarlar içinde dönüştürülür. Şu an Türkiye’nin ulusal çıkarlar adına askeri operasyon düzenlediği bütün ülkeler Irak, Suriye, Libya ABD’nin bir şekilde askeri operasyon düzenlediği, asker bulundurduğu ülkeler. Örneğin, Suriye’de Türkiye ile ABD’nin PYD konusunda anlaşmazlık içinde bulunması, burada en başından beri devam eden genel işbirliğinin gözden kaçmasına yol açtı. Yine, Irak’ta İran yerine, Suriye’de ve Libya’da Rusya’nın yerine, Somali’de ise Çin’in yerine Türkiye’nin askeri varlığının bulunması ABD’nin tercih edeceği bir durum. Türkiye’nin Bosna ve Afganistan’daki barış gücü misyonları ise en uzun işbirliği alanlarını oluşturur. Bu operasyonlarda Türkiye de kendi payına düşeni genelde alır ve Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasında etkin olduğu alanlar, bir alt-emperyalist olarak, merkez, yani ABD ile o dönemdeki çıkarlarını ortaklaşlaştırabildiği gelişmeler olur. Bunu 2000’lerin başında Baskın Oran hocamızın Türk Dış Politikası kitabının Giriş’inde “Orta büyüklükteki devlet” şeklinde kavramsallaştırdığını hatırlatalım.

Türkiye’yi şu an yöneten İslamcı milliyetçi blokun yakın ve uzak geçmişten gelen, Batı sistemi, yani emperyalizmle işbirliği yapma geleneği, arka planı vardır. Bu yorgun blokun dış politikada etkin hamleleri olsa da, içerideki yönetme kapasitesi giderek zayıflıyor. Fakat bu roller iktidardaki değişimden bağımsız işliyor. Sonuçta, yarı-çevre ve alt-emperyalist konumlar küresel anlamda yapısal bir özellik taşır ve radikal bir dönüşüm olmadan buradan kopuş kolay değildir.

Türkiye NATO üyeliği, ülkesindeki ABD askeri tesisleri/üsleri, katıldığı bölgesel misyonlar ve 40 yıldır sıkı sıkıya bağlı olduğu neoliberal sistem ile emperyalist Batı sisteminin bir parçasıdır. Şu an bir kibre kapılsa da, merkezi bir kapitalist ülke konumundan çok uzak, bağımlı bir yarı-çevre ülkedir. Askeri hamleleri ve ekonomik yayılma girişimleri emperyalizm karşıtı değildir ve tamamen sistem içi özellikler taşır, alt-emperyalist rolünün ötesine geçemez. Sonuçta, ABD ve NATO, Libya’da Türkiye’nin yanında durmaya başladıysa, bu Türkiye ile çalışmanın, Hafter’den daha çok işlerine yarayacağı anlamına gelir. 2011’de Libya’nın bombalanmasına destek olan Türkiye, şimdi kendisine Libya’nın doğal kaynaklarından ve ekonomik zenginliğinden pay istemekte, diğer emperyalist güçlerle askeri imkanlarını kullanarak pazarlık yapmaya çalışmaktadır.


İlhan Uzgel Kimdir?

1988’den itibaren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde çalıştı. Bölüm başkanı iken Şubat 2017’de ihraç edildi. Ankara ve Cambridge Üniversitelerinde yüksek lisans yaptı, Ankara Üniversitesinden doktora derecesini aldı. LSE, Georgetown gibi üniversitelerde doktora ve doktora sonrası araştırmalar yaptı, Oklahoma City Üniversitesinde dersler verdi. British Council, Jean Monnet ve Fulbright gibi burslardan faydalandı. Daha çok ABD dış politikası, Türk dış politikası, Balkanlar gibi konularla ilgilendi. Ulusal Çıkar (2004, İmge), Türkiye’nin Komşuları (derleme, 2002, İmge) ve AKP Kitabı (derleme, 2009 Phoenix) gibi çalışmaları vardır.