YAZARLAR

Baroların direnişi: Muhalefet içindeki iktidar

Baroların başlatmış olduğu direnişi sadece avukatlarla sınırlı bir soruna verilen bir tepki olarak görmek hata olur. Uygulama bütünsel bir iktidar stratejisinin hukukçulara isabet eden kısmını temsil ediyor. O halde hukukçuların tepkisini de aynı ölçüde bütünsel bir direnişten baroların payına düşen kısım olarak görmek en doğru yaklaşım olur.  

AKP’liler barolarla ilgili düzenleme önerisini temmuz ortalarında yasalaştırılmayı planlıyor. Yeni yasa baroların mevcut yapısını radikal bir şekilde dönüştürecek bazı değişiklikler içeriyor. Yapılacak düzenlemeyle baro yönetimlerini nispi temsil ilkesine göre belirleyecek farklı bir seçim sistemi getirilmesi hedefleniyor. Oysa bugüne kadar barolardaki seçim yarışları blok liste usulüyle yapılmış ve en çok oyu alan liste seçimin de galibi kabul edilmişti. Düzenlemenin dikkate değer başka bir boyutuysa Ankara, İzmir ve İstanbul’da birden fazla baro kurulmasını mümkün kılacak çoklu bir yapıya geçişi öngörmesi. Deniliyor ki mevcut sistemde oyların sadece yüzde 15’ini almak bile avukatların tümü adına konuşmak için yeterli olabiliyor. Dahası bugünkü örgütlenme düzeni avukatları tek bir baro çatısı altında toplanmaya mecbur ediyor. Bir bütün olarak bakıldığında bu durum baro yönetimlerinin “aşırı grupların” eline geçmesine ve avukat çoğunluğunun esasen kendi eğilimlerini temsil etmeyen kurumlar içinde örgütlenmesine yol açıyor. Yasa değişikliği hem temsil adaletsizliğini giderecek hem de avukatların örgütlenme özgürlüğünü güvenceye alacak önlemler yoluyla baroların yapısını demokratikleştirecek.

O halde baro başkanları neden bu düzenlemeye itiraz ediyor? Soruya işin kolayına kaçmadan bir yanıt bulmak istiyorsak “demokratikleşme” kavramının yaşadığı yerli ve milli mutasyonun etkilerini mutlaka göz önünde bulundurmalıyız. Çünkü düzenlemenin dayanağını oluşturan temsil adaleti veya örgütlenme özgürlüğü gibi ilkeler yerel anlamını Türkiye’nin tam ortasından yarılmış siyasal gerçekliği içinde kazanabiliyor. Hükümet uygulamalarını makbul kılmak için ortalığa saçılan “başka ülke örnekleri” veya ilgisiz bir şekilde atıfta bulunulan “insan hakları ilkelerinden” oluşmuş bir mazeretler yığını yarılmanın bir tarafını temsil ediyor. Diğer taraftaysa AKP iktidarda kalsın diye maruz kalınan baskıların, yaşanan hak gasplarının ve yitirilmiş demokratik kazanımların biriktirdiği deneyimlere dayanan sağlam bir toplumsal bilinç kümesi bulunuyor. Resmî ve devlete özgü gerekçeler ile yaşanmış ve halka özgü deneyimler arasında bölünmüş siyasi gerçeklik algımız kavramların asıl anlamından bağımsızlaşmasına, giderek kendi içeriğinin tam tersini anlatan sözcüklere dönüşmesine yol açıyor. Bu bağlamda, yasa değişikliğine gösterilen direncin asıl motivasyonunu siyasal gerçekliği bir bütün halinde yeniden kazanma ve bu yolla demokratikleşme kavramını asıl yere, yani anlamını bulacağı hak ve özgürlükler alanına yeniden iade etme arzusu oluşturuyor.

Böylesi geniş bir motivasyonu kavrayabilmek için avukatlarla ilgili düzenlemenin sadece belli bir grupla kısıtlı ve bu döneme özgü bir uygulama olmadığını, siyasal zihniyet dünyamızdaki geniş kapsamlı ve uzun erimli bölünmelerin bir yansıması olduğunu görmemiz gerekiyor. Yani görüş açımızı genişletmek için daha büyük ölçekli bir haritaya bakmalı ve daha geniş bir zaman aralığı içinde düşünmeye gayret etmeliyiz. Türkiye’de meslek örgütlerinin çoklu bir yapıya kavuşturulması gerektiği veya seçimlerinin nispi temsil ilkesine göre yapılmasının daha demokratik olacağı görüşü ilk kez dillendirilmiyor. Söz konusu görüş, tıpkı bir zamanların hayaliyken bugün gerçeklik halini alan başkanlık sistemi önerisi gibi, AKP’nin yerli ve milli ideolojisinde bugünkü yansımasını bulan tarihsel eğilimin meslek örgütlerine dair en kapsamlı hayallerinden birini temsil eder. Bu çizgi, seçmen eğilimlerinin aritmetik dağılımlarının nasıl olduğuna bağlı olarak, her alanda kendi iktidarını en çok güvenceye alacak olan örgütlenme modelini ve seçim sistemini “demokratikleşmenin” bir gereği olarak savunmuştur. Örneğin genel seçimler için iki turlu oylama ve mutlak çoğunluk kuralına göre tasarlanmış bir başkanlık sistemi önerirken, yerel seçimlerde köy ve belde ayrımını ortadan kaldıran genişletilmiş bir seçim çevresi olarak büyükşehir sistemi en demokratik model olarak ilan edilmiştir.

Bu durumda iktidar sözcülerine şu soruları sormak kaçınılmaz oluyor: Sizce genel seçimler için nispi temsil ilkesi demokratik değilken nasıl oluyor da meslek örgütleri için öyle olabiliyor? Yine yerel seçimlerde farklı seçim çevrelerini birleştirmek özgürleştiriciyken nasıl oluyor da meslek örgütlerini bölmek özgürlüğü sağlamak anlamına geliyor? Yerel düzeyde seçmenlerin karar evrenini bir insanın “yerellik” algısının sınırları ötesinde genişleten bir mantık, nasıl oluyor da standartları evrensel olan ve bu yüzden daha büyük birlikler içinde bütünleşmesi gereken meslek örgütlerini bölmekle bir arada savunulabiliyor? Doğrusu bu soruların tek bir yanıtı yok, ama yine de tüm bu dağınık ve insicamsız uygulamalar bütününe tutarlılık kazandıran bir çerçeve olarak “seçmenini seçmek” kavramı ekseninde düşünebiliriz. AKP, bir süreden beridir halk tarafından seçilmiyor, seçmenini seçerek kendi iktidarını sürekli kılmaya çalışıyor. Burada seçimin kolektif bir karar yöntemi olarak varolduğu her alanda ve düzeyde farklı seçim çevreleri, oy verme teknikleri veya sayma yöntemleri aracılığıyla iktidar partisinin zaferini garantiye almayı amaçlayan partizanlık eğilimini kastediyorum. Söz konusu eğilim, Türkiye’de olduğu gibi, iktidar gücüyle donanmış bir parti tarafından temsil edildiğinde dürüst seçim ilkesiyle bağdaşmayan, seçim iptal ettirmek veya meşru muhalefeti suç saymak gibi bir dizi uygulamayı da kapsamına alabilmektedir. Çünkü bu uygulamaların hepsi sonuçta iktidarın seçim süreçlerinde karşılaştığı riskleri yönetmek, ters sonuçlarını ortadan kaldırmak veya etkisini sınırlamak zemininde birleşirler.

Şimdi yerel yönetimlere kayyım atayan yahut üniversitelerde rektörlük seçimlerini ortadan kaldıran iktidar blokunun konu meslek örgütlerine gelince “demokratikleştirmeyi” neden bu kadar hararetle savunduğunu daha açık bir şekilde görebileceğimizi sanıyorum. Uygulama temelde demokratik bir baskı grubu olarak işlev gören meslek örgütlerinin gücünü bölmeyi ve siyasal etkilerini sınırlandırmayı hedefleyen bir stratejinin barolarla ilgili boyutunu temsil etmektedir. Ancak dar görüşlü partizan siyaset anlayışını meslek örgütlerine yaymak fikri ilk olarak barolar için geliştirilmediği gibi sadece barolarla sınırlı da kalmayacaktır. Çok önceden de farklı meslek örgütleri siyasal hayata kendi uzmanlık alanlarının ölçütleri üzerinden müdahil olduğunda AKP’lilerin benzer tepkileriyle karşılaşmıştı. Akla gelen ilk örnekler Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve Türk Tabipleri Birliği’dir (TTB). Görünüşte barolarla ilgili düzenleme yakın dönemlerde Ankara Barosu ile Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) arasındaki tartışma üzerine gündeme gelmiştir. Ama tartışma aslında hep varolan bir tasarının raftan indirilmesi için uygun bir an olmak dışında bir anlam taşımıyor. Hatırlanacağı üzere Ankara Barosu DİB’in LGBTİ+ bireylerin “sapkın” olduğu yönündeki açıklamasını insan hakları ilkeleri üzerinden eleştiren bir açıklama yayımlamıştı. Şimdi hükümet söz konusu açıklamayı baroların ve tabii diğer destekçi kurumların “aşırı grupların” kontrolünde olduğunun somut bir kanıtı olarak ileri sürmektedir.

Bir hukuk kurumunun homofobi eleştirisi yapması eğer aşırılıksa, bu durumda aşırı olan şeyin bizzat hukuk ve insan hakları ilkeleri olduğunu söylemek gerekir. Bugün Türkiye’nin gelmiş olduğu yerde, tüm insanların onur ve saygı görme bakımından eşit haklara sahip olduğunu söyleyen ilkeyi savunmak, aşırı bir eğilimi temsil etmektedir. İnsan hakları ilkeleri, eşyanın tabiatı gereği, bir toplumun verili halini olduğu gibi kabul etmezler, aksine onu evrensel değerlere açmak için dönüştürücü bir işlev üstlenirler. Yani toplumun yahut baro mensuplarının çoğunluğunun homofobik yargılara sahip olması baro yönetimlerini bağlamaz, onlar kendi meslek grubunun evrensel ilkelerini hatırlatmak ve bu ilkeler doğrultusunda temsil ettiği kitleyi de dönüştürmek zorundadır. Aşırılık eleştirisi TMMOB veya TTB gibi kuruluşlar kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili açıklamalar yaptığında da getirilmekte, “çoklu yapı” ve “nispi temsil” projeleri onlar için de ileri sürülmektedir. Oysa bu kuruluşlar mesleki sorumluluklarının gereğini yaparak kamusal tartışmalara müdahale etmekte, siyasi sorunların evrensel ilkelerle uyumlu bir şekilde çözümü için gerekli bilgiyi halkla paylaşmaktadır. TTB “Savaş sağlığa zararlıdır” dediğinde veya Mimarlar Odası bir inşaat aleyhine dava açtığında gerçekleşen şey tam olarak budur, aşırı grupların gövde gösterisi değil.

Sonuç olarak, baroların başlatmış olduğu direnişi sadece avukatlarla sınırlı bir soruna verilen bir tepki olarak görmek hata olur. Uygulama bütünsel bir iktidar stratejisinin hukukçulara isabet eden kısmını temsil ediyor. O halde hukukçuların tepkisini de aynı ölçüde bütünsel bir direnişten baroların payına düşen kısım olarak görmek en doğru yaklaşım olur. Nitekim baroların Ankara yürüyüşü daha şimdiden toplumsal muhalefetin kısmi ve sektörel algısının bir yanılsama olduğunu ortaya koymuş, iktidar ve muhalefet ilişkilerinin karmaşık doğasını açığa çıkarmıştır. Baro başkanlarının TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’na sırtlarını dönerek protesto etmesi, bugüne kadar gözünü hep “iktidarın içindeki muhalefete” dikmiş olan siyasi anlayışın yetersizliğini açığa vurmuştur. İktidarın kendi içinde bölünüp güçsüz düşmesini, ondan değişik partiler doğmasını bekleyenler, gözünü biraz da “muhalefetin içindeki iktidara” dikmelidir. Muhalefet, iktidar karşısında bütünüyle dışsal konumda bulunan, homojen ve yekpare bir blok oluşturmaz. Feyzioğlu, “devlete sahip çıkma” adına son dönemlerde yapılan bütün hukuksuz uygulamaları savunan, onları akılcı kılmaya çalışan, içine iktidar kaçmış muhalefetin simge ismidir. Elbette böyle bir ismin neredeyse oy birliğiyle TBB Başkanı seçilmiş olması baroların temsil süreçlerinde bir sorun olduğunun açık göstergesidir. Ama bu sorunun çözümü daha çok partizanlık veya daha çok yandaşlık üretecek politikalarda yatmıyor. Ankara yürüyüşünün gösterdiği şey, kendi özgürlüğünün kopmaz bir şekilde diğerlerinin özgürlüğüne bağlı olduğu ve meslek örgütlerini yönetenlerin kendi meslektaşlarının, yani halkın yanında durmadıkça hiçbir gücü olmayacağıdır.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.