YAZARLAR

Suya sabuna dokunmadan politika yapmak

Ana muhalefet partisi, Atatürk’ün adını anmadan, Kuvayı Milliye ruhunu sahiplenmeden politika yaparsa oy tabanını kaybedeceğinden emin. Yirminci yüzyılın başlarından kalma bir milliyetçilikle anlamlandırılarak bugüne taşınan bu ruh, parti söyleminin kurucu unsuru. Yalnızca CHP değil elbette. Diğer muhalefet partileri de politik dillerini geçmişe göndermelerle inşa ediyorlar.

Bu çelişik başlığı, muhalefetimizin hali pür melalini anlatsın diye seçtim. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun salı günkü grup konuşmasını dinlerken içim öyle sıkıldı ki aklıma başlıktaki ifade takıldı kaldı. Türkiye’de işler kötü, muhalefetse konuşur gibi yapıyor. Faşizm hızla yerleşirken muhalefetin neredeyse tamamı hiçbir şey olmuyormuş gibi suya sabuna dokunmadan politika yapıyor. Ne korona mücadelesindeki başarısızlık, ne Libya’da ülkenin içine düşürüldüğü durum, ne Suriye hezimeti, ne baroların yapısını dönüştürmek üzere yapılması planlanan müdahale, ne ekonomik batak, ne emekçilerin kıdem tazminatlarına el konulması, ne HDP’li belediye başkanlarının birer birer görevlerinden alınarak yerlerine kayyum atanması, ne sözde yargılamalarla tutsak edilmiş ölüm orucundaki avukatlar, ne Demirtaş, ne Kavala, ne yaptıkları haberlere istinaden uydurulmuş suçlarla hapsedilmiş sayısız gazeteci, ne hak ihlalleri, ne yitirilmiş özgürlükler yeterince ciddiye alınıyor. Sanki bunlar basitçe şikayet edip geçebileceğimiz şeylermiş gibi...

Olan ne? Parti başkanları, kürsülerde esip gürlüyorlar, faşizmin varlığını da inkar etmiyorlar, ama söyledikleri basit birkaç slogandan öteye gidemiyor. Çıkabildikleri kanallarda “sakıncasız” soruları yanıtlayıp iktidara geldiklerinde her şeyin ne kadar da iyi olacağına bizi inandırmaya çalışıyorlar. Ancak sözleri etkisiz. Bıktırıcı. Boş. Ardı ardına sıraladıkları cümleler, bize bilmediğimiz bir şey anlatmıyor. Sıradan sohbetlerimizde halimizden yakınmak için, azıcık dertleşip birbirimize içimizi dökmek için kullandığımız örneklerle örülü hepsinin konuşması. Yok AKP şunu yapmış, Erdoğan şunu söylemiş, falanca bakan bunu demiş… Bak sen şu lafa, bak şu yaptıklarına… Damat bakan bizimle dalga mı geçiyor? Sağlık Bakanı da gerçeğin etrafından dolaşıp duruyor… Falan filan… Eeeeee, peki sonuç? Eylem, çözüm ne?

Siyasal partiler, bir sonraki seçim döneminde kimlerin seçileceğini belirlemek üzere örgütlenmiş gibiler… Sadece kendilerini veya birilerini seçtirmek hedefi için devasa bir bürokrasi yaratmış görünüyorlar. Parti içi katı hiyerarşi ayaklarına dolanıyor. Dillerini bağlıyor. Öyle ki rejim değişti, bu örgütlerin işleyişleri zerrece etkilenmedi. Hâlâ aynı alışkanlıklarla hareket ediyor, köhnemiş yöntemlerle muhalefet etmeye çalışıyorlar. Sonra da oldukları yerden bir karış ilerleyememiş olmalarına şaşıyorlar. İktidarlar, kendilerini düşürürse düşürüyor. Muhalefetin hiçbir eylemi iktidarı sarsmıyor. Halkın taleplerini eklemleyecek stratejiler üretmekten uzaklar. Halkı örgütlemeleri gerekirken sadece hikaye anlatıyorlar. Arada bir de insanları, bana niye oy vermiyorsun diye azarlıyorlar. Esnaf kardeşlerini, işçi kardeşlerini, çiftçi kardeşlerini, emeklileri, işsiz gençleri iktidarın politikalarıyla inim inim inledikleri halde yine de onları tercih etmedikleri için cahillikle, ne yaptığını bilmemekle suçlayıveriyorlar.

Geçmişte takılıp kalmış gibiler. Örneğin ana muhalefet partisi, Atatürk’ün adını anmadan, Kuvayı Milliye ruhunu sahiplenmeden politika yaparsa oy tabanını kaybedeceğinden emin. Yirminci yüzyılın başlarından kalma bir milliyetçilikle anlamlandırılarak bugüne taşınan bu ruh, parti söyleminin kurucu unsuru. Yalnızca CHP değil elbette. Diğer muhalefet partileri de politik dillerini geçmişe göndermelerle inşa ediyorlar. Geçmişte bir harekete, bir ideolojiye saflık atfediyor, bağlandıkları gelenek için doğruluk iddiasında bulunuyorlar. Bu katı perspektifle bugüne bakıyorlar; kendilerini gönderme yaptıkları geçmişin doğrularının kırmızı çizgilerinin içine hapsettikleri için de politika yapamıyorlar. Bu kısırlık, her türden politik tartışmaya da yansıyor. Televizyonlara bakın mesela . Yandaş veya muhalif her kanal biteviye konuşan bir avuç insanı ağırlıyor her gece. Söz dizimi bile değişmeyen cümlelerle konuşuluyor Türkiye’nin halleri. Sonuç alıcı eylem, girişim o denli az ki… Olan da saman alevi gibi söz kalabalığının içinde sönüp gidiyor. Arkası gelmiyor. Oysa bir şeyler yapmak lazım.

Örneğin, etkili bir muhalefetin bugünden geçmişe değil, bugünden geleceğe yönelmesi gerekir. Bugüne kırmızı çizgilerin sorgulanması cesaretiyle bakabilmek politikayı bir imkana dönüştürür. İlkesizlik değil söylediğim. Elbette ilkeli olmalı politika. Ancak mesele ilke sanılan, konuşmayı olanaksız kılan duvarların yıkılması. Bunu başardıkları gün, muhalif partilerin politik hale gelebileceklerini düşünüyorum.

Söz eylemdir, ama boş sloganların ötesine geçebilirse. Söz politiktir, ama suya sabuna dokunma cesaretiyle söyleniyorsa…


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.