YAZARLAR

Ama HDP nerede?

Terör kavramının Türkiye’de maruz kaldığı içeriksizleşme ve erozyon gün gibi aşikar. Anlamını çoktan yitirmiş olan bu kavram üzerinden 6 milyondan fazla oyu olan bir partiye televizyoncuların “Terörle arana mesafe koy” çağrısı yapması ironiktir.

HDP’nin başlattığı Ankara yürüyüşü Türkiye’de siyasal özgürlüklerin kapsamının ne kadar daraltılmış olduğuna dikkatimizi çekiyor. Eylem karşısında hükümetin aldığı önlemler bir yana, basın üzerindeki kontrolün varmış olduğu düzeyi tekrar tartışmaya açması bile sorunun çok boyutlu yapısını gözler önüne sermeye yetiyor. Türkiye’nin insan hakları sorunlarını bir bütün halinde görmemizi sağlayan delici hakikat anlarından birini yaşıyor gibiyiz. Delici olması hakikate dair alışkanlıklarımızın tepetaklak olmasından ileri geliyor. Adı üstünde televizyonda HDP tartışılıyor, o halde HDP televizyonda olmalı diye düşünüyoruz. Televizyonda film izlemenin yahut dizi takip etmenin oluşturduğu itiyadla HDP’nin ekranda görüneceğini varsayıyoruz. Ancak beyhude yere bekliyoruz, çünkü o erkanda görüneceği için değil başkaları onun üzerine konuşacağı için “televizyonda”. Burada hakikati mantıklı düşüncenin izlediği yoldan giderek değil, ters yönden yapılacak bir yolculuk aracılığıyla keşfedebiliyoruz. Zira televizyon muhabirinin “evrensel ilkelerden” söz açabilmesi, kurulu propaganda düzeneklerinin işleyebilmesi için HDP’nin orada olmaması gerekir.

Slavoj Žižek, böylesi bastırılmış olanın geri dönüşü türünden hakikatleri anlamamıza elverecek ilginç bir fıkra analizi yapar. Söylendiğine göre Moskova’da düzenlenen bir sergide “Lenin Varşova’da” isimli bir tablo sergilenmektedir. Tabloda Lenin’in eşi genç bir erkekle yataktayken resmedilmiştir. Sergiyi gezen ziyaretçilerden biri resimde Lenin’in olmadığını fark edince rehberine şaşkınlık içinde sorar: “Ama Lenin nerede?” Rehberin kendinden emin ve gururlu yanıtı şu şekildedir: “Lenin Varşova’da.” Aslında resmin başlığı içeriğinde temsil edileni yansıtsın diye değil, asıl olayın nasıl mümkün olduğunu anlatsın diye konmuş. Eşinin kendisini aldatabilmesi için Lenin’in Moskova’da değil Varşova’da olması gerekir. Hikayenin anlatmak istediği asıl gerçek orada temsil edilen kişiler üzerinden değil, böyle bir olayın vuku bulabilmesi için temsilde olmaması gereken kişi üzerinden dile geliyor. Tıpkı bu fıkrada olduğu gibi, Türkiye’de de hakikate sadakat kuralının çiğnenebilmesi, siyasetin iktidarın çizdiği rotadan çıkmadan ilerleyebilmesi için HDP’nin orada olmaması gerekiyor. İktidar, kendi sesi temsilde eksik bırakılanın yarattığı boşlukta yankılandıkça, o sesleri kendini tasdik eden tanıklıklarmış gibi işitmenin hazzını yaşıyor.

Siyasal alanda açılan bu boşluk bugün yürürlükte olan ihlal rejiminin nasıl işlediğini de anlamamıza yarıyor. Üzerine konuşulan ama kendisi konuşturulmayan, hakları ihlal edilen ama hak aramasına geçit verilmeyen herkes aynı boşluğun içine itiliyor. Bugün örgütlenme hakkından toplantı ve gösteri yapma özgürlüğüne, seçme ve seçilme hakkından düşünce ve tartışma özgürlüğüne kadar uzanan geniş bir yelpazede siyasal hakları ihlal eden uygulamaların tümünün yolu aynı kavşakta buluşuyor. Terörle mücadele gerekçesi insanı haklarından yoksun bırakmanın bir yolu, uygulanan şiddeti görünmez kılmanın bir aracı olarak işlev görüyor. 11 Eylül sonrası başlayan “terörle savaş” rejiminin insan hakları üzerinde yaratacağı kısıtlayıcı etki uluslararası planda geniş bir şekilde tartışılmıştı ve tartışılmaya da devam ediyor. Ama tartışma esasen “terörist” olarak tanılanmış kişilerin bir insan olarak sahip oldukları haklar üzerinden yürütülüyor. Hemen belirtmek isterim ki terörü bir insan hakları kavramı olarak görmüyorum ve terörle savaş konseptinin hakların etkinliğini kısıtlamak için geliştirilmiş bir “devlet sebebi” olduğunu düşünüyorum. Ancak sonradan daha geniş tartışmak kaydıyla bu düşünceleri bir yana koyup şimdilik Türkiye’deki uygulamanın sahip olduğu daha farklı bir boyut üzerinde durmak istiyorum.

Ülkemizde devletin kurduğu terörle mücadele aygıtının mimarisi her zaman ikili bir kullanıma olanak tanıyacak şekilde geliştirilmiştir. Geliştirilen yöntemler ve araçlar bir yanda terör eylemi olarak değerlendirilen davranışlara karşı kullanılırken, diğer yandan uluslararası standartların ötesine geçilmekte ve zülfüyare dokunan her türlü siyasal eylem biçimini, şiddet içerip içermediğine bakılmaksızın kriminalize etmenin aracına dönüştürülmektedir. Özellikle 7 Haziran seçimleri ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra terör kavramının içeriğinin sürekli olarak genişletildiğine ve siyasi muhalefetin de terör kapsamına alınarak bastırılmaya çalışıldığına tanıklık ediyoruz. Yasal, idari ve askeri boyutları olan, devletin bekasını sağlama zemininde üretilmiş çok sayıda entelektüel, dini ve siyasi gerekçeye sahip olan terörle mücadele yapısı, insan hakları açısından şiddet içermediği kabul edilen eylemleri, hatta bizzat insan hakları savunucularını da hedef alacak şekilde kullanılıyor. Bugün Türkiye’de siyasal eylemin tanımlayıcı sınırları o kadar belirsizleşmiştir ki, terörizm ile muhalefet yapmak arasındaki ayrım, çizgileri hissedilir bir şekilde silinmeye başlamıştır. Mevcut yasal düzenlemelerin kararnameler aracılığıyla gelişigüzel bir şekilde değiştirilmesi ve ihtiyaca uygun olarak yeniden şekillendirilmesi hukuk alanında öngörülebilirliği ortadan kaldırmıştır. Böylelikle giderek keyfi ve sert bir nitelik kazanan anti terör önlemleri karşısında insanları koruyacak fazla mekanizma kalmamıştır. Uluslararası örgütleri seferber ederek hükümet eylemini insan hakları standartları içerisinde tutma üzerine kurulmuş hak savunuculuğu siyaseti, hükümetin oluşturduğu yerli ve milli atmosfer içinde etkisini yitirmeye başlamıştır. İktidar, buradan gelen eleştirileri dışarıda terörle mücadele konusundan kendine çifte standart uyguladığını söyleyerek, içerideyse casusluk veya hainlik suçlaması yaparak karşılamaktadır.

Şimdi karşımızda duran esas soru şudur: Sınırları bu ölçüde esneklik kazanmış, içeriği birçok çelişki ve gerilim barındıran terör kavramını halen anlamlı bir şekilde kullanılabilir miyiz? Terör kavramının Türkiye’de maruz kaldığı içeriksizleşme ve erozyon gün gibi aşikar. Anlamını çoktan yitirmiş olan bu kavram üzerinden 6 milyondan fazla oyu olan bir partiye televizyoncuların “Terörle arana mesafe koy” çağrısı yapması ironiktir. Bu ironi uzun süreden beridir örtülü olarak uygulanan basın boykotunun da diğer parti yasakları gibi ayan beyan konuşulmasına yol açmıştır. Artık uygulanan yasaklar, bizzat uygulayıcıları tarafından da itiraf edilir hale gelmiştir. Evet karşımızdaki televizyon ekranlarında HDP yok, ama olmamasının nedeni televizyon kanallarının halkın değil iktidarın yanında olmasıdır. O, haksızlığa maruz kalan herkesin olması gerektiği yerde, halkın arasındadır.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.