YAZARLAR

'Terör örgütü mü, değil mi?' sorusu

Bu soru, şiddet eylemiyle uzaktan yakından alâkası olmayan muhataba soruldu, o bunu kendi meşrebince izah ederek cevaplamaya kalktı, bunun üzerine derdest edilip sorgulandı, -Hrant gibi- kamuoyu gözünde katli vacip konuma getirildi… ve nihayet öldürüldü -Hrant gibi! Tahir Elçi fecaatinin yaşandığı coğrafyada, her kim topluluk önünde birine bu soruyu sorarsa, şunu kabul etmiş demektir: Evet, vereceğin cevaptan sonra başına her iş gelebilir.

Yakın tarihimize ilişkin farklı, çelişik, hattâ zıt anlatıların büyük ölçüde yalanlara dayandığını çoğumuz biliyoruz. Ufak bir kısmımız biliyor, sorun ediyor, büyük kısmımız sorun da etmiyor, yalanımıza bizim dışımızda kimse inanmadığı için dertli.

İdeolojilerimizin gövdeleri de, imalatçısı dışında kimseye inandırıcı görünmeyen, çarpıtılmış dünya algılarından ve tatminsiz kalmış ihtiraslardan oluşuyor. Birbirine dünyayı dar etmeye and içmiş gözüken ana akım ideolojilerimiz, oysa ancak birbirlerinin omzuna basarak yükselebilir, gün yüzü görebilirler. Yazı tarafı silinse tura tarafı da kendiliğinden kazınıp dümdüz olacak büyülü kalp paradır, siyasî düşünce âlemimiz. Çünkü kendini alternatif gibi sunan yüzeysel tahayyüller, çok da derin olmayan çukurların içerisinde aynı köklerden türeme, dalları kolları birbirine geçmiş gövdelerdir. Sığlık, tutarsızlık, bütünlük yoksunluğu ve bir sorgulama eşiği aşıldığında anca hileyle, entrikayla, şirretlik ve kaba kuvvetle savunulabilir olma bakımından ortaktırlar. Kutsallaştırılmış kılıfları içi gösterecek şekilde azıcık aralandığında bu eşik aşılmış olur.

Yalan üzerine bina edilmiş fikir ve söz âlemimizde gerçek tartışma olmaz. Akıl devredeyse tartışma olur; inanç tartışılmaz. Oysa bizde “Bilime inanmıyor musun?” sorusu bile, gayet meşru, üstelik inandırıcı cevap verilmesi zorunlu baraj sorularındandır.

Tartışmanın, akıl yürütmenin, fikir çarpıştırmanın olamadığı yerde, ortaya sürülen her soru, cevabı bilinerek, beklenerek soruluyor demektir. Nitekim, memleketimizin manevî hayatında soruların işlevi, vereceğiniz cevaba göre sizin göreceğiniz muamelenin belirlenmesidir.

Böyle pek çok sorumuz var. Yurttaşları makbûl-sakıncalı diye ayırt etmeye yarıyorlar. Birini konu edeceğiz. En çok can yakanlarından birini.

Tahmin etmişsinizdir, şu: “PKK terör örgütü mü?”

TEK CEVAP ŞIKKI

Destursuz dalalım: Bu soru sorulduğunda yapılan iş soru sormak değil, çünkü cevabının sahiden tartışılabilmesi mümkün değil. Çünkü, haliyle iki cevabı olabilecek soruya cevaplardan birini verdiğinizde küfür-kıyamet salvosuna mâruz kalacağınızı, soyunuz sopunuzun, gelmişiniz geçmişinizin bin türlü galiz hakaretin hedefi haline geleceğini, belki bundan ötesine geçileceğini, hapse atılacağınızı, hattâ öldürüleceğinizi biliyorsunuz. Bu soruyla açılan yolun cinayet yolu olduğunu hepimize Diyarbakır/Sur’da, Dört Ayaklı Minare’nin orada gösterdiler, daha nasıl göstersinler?

Yani bu soru birisini potansiyel saldırganların önüne atmak için, “atış serbest” moduna geçilebilmesi için ya da sorunun muhatabının başına iş getirildiğinde çoğunluk “hak etmişti” desin diye soruluyor. Tıpkı Yargıtay’ın Hrant’ı yazdığı şeyin tam aksiyle suçlayarak “Türk düşmanı” ilan etmesi, parçalansın diye arenaya atmasında gördüğümüz gibi.

Soruyu soran, muhatabı “hayır, değildir” cevabı verirse olacakları biliyor. Muhatap istediği kadar, “terör de yapan siyasî örgüttür” falan desin; devlete biatını bildirir tarzda “evet, öyledir” demediği sürece, vereceği bütün karşılıklar onu aynı yola sürükleyecek. Hedef olma yoluna, linç yoluna, ölüm yoluna…

Soru başka tuzak da içeriyor. Çünkü “terörü de benimsemiş siyasî örgüttür” gibi bir cevap, sadece devletin hışmını çekmeyecek, örgüte düşman gözüyle bakmayanları da hoşnutsuz kılacaktır. “Terör”, iki tarafı keskin bıçak gibi bir “parola”.

Örgüte düşman gözüyle bakmayanlar arasında örgütün düpedüz terör sayılacak eylemlerini onaylamayanların da bulunuşu, mutlaka araştırılması gereken, kapsamlı mevzu. Ancak sayıca hiç de az olmayan bu insanlarla ilgili tartışmanın yolu da tıkalı: Bunun için, örgütün onlarca yıldır süren varlığının sosyolojik-kültürel temelleri ve siyasî-kültürel sebepleri bahsine girmeniz gerekir. Elbette yapamazsınız, devlet tepenize biner. Mâlûm sorunun sorulabildiği kamuya açık ortamlarda size tek cevap şıkkı verilmiştir. Sadece onu işaretleyebilirsiniz.

CEVAP DEĞİL BİAT BİLDİRİMİ

“Peki, terör örgütüdür” cevabı verirseniz de sadece bir konuda hüküm vermiş, bir siyasî sorunu savuşturmuş olmazsınız. Şunu da kabul ve ilan etmiş sayılırsınız: Ben Kürt meselesinde devletin resmî tutumu dışına çıkmayacağım, ne denirse kafa sallayacağım, isterse elli sene daha kan aksın, gıkımı çıkarmayacağım.

Yani bu sorunun sorulması bir biat işleminin parçasıdır. Bunun aynı zamanda siyasî anlamı da var. “Terör örgütüdür” demekle, “siyasî hedefleri olan Kürt hareketi” gibi bir özneyi konu dışı bırakmayı da kabul etmeniz beklenir. “Kürtlerin siyasî talepleri” gibi bir başlık, altında yeraldığı “Kürt sorunu” çatısıyla birlikte çöker, ortada yalnız “terör sorunu” kalır. Beklenen budur.

Siyasî meseleyi halletmekle “terör sorunu”nun varlık zeminini yok edebileceğiniz gibi bir akıl yürütmeye bu tabloda yer kalmaz. Bunun ihtimal olarak ortaya sürülebilmesi imkânsız hale gelir. İstenen budur.

Çünkü aslında her şeyin kendisine göre ayarlandığı gaye, siyasî meselenin siyasî mesele olarak görülmesine meydan vermeme, böylece “terör”ün, dolayısıyla yönetenlere başka birçok imkân ve fırsat açan “terörle mücadele” ortamının sürdürülmesi.

O kadar açık ve basit bir gerçeğe dair konuşuyoruz ki, insan kendinden şüpheye düşüyor, izahata kalkıştıkça. Okurlar kendilerini aptal yerine koyduğumu sanıp kızarlar mı yoksa beni mi aptal sanırlar diye… Belki de rahat olmalı. Onyıllardır dönüp dolaşıp aynı şeyleri konuşmayı kanıksadık, bize bir şey olmaz!

Demek ki sözkonusu sorunun sorulması, meşru cevap hakkı tek şıkla sınırlandığı için abes, bir defa. “Hayır, terör örgütü olarak görmüyorum” diyen çıkarsa konuşabileceği, başkalarının da niye böyle dediğini merak edip ona kulak vereceği ortam var mı? Yok. Bu durumda “terör örgütüdür” diyenin dediği de gerçek bir tesbit, bir görüş olmuyor, siyasetçi düzenbazlıklarının değişmez motifleri vatan millet, hainlik vs. lafları dile dolayarak yapılanlara benzeyen bir afra tafra işleminden ibaret kalıyor. Fikir imkânsız, tartışma imkânsız.

SORUNUN KARANLIK YÜZÜ

Mâhut sorunun soruluşuyla meydana gelen problemin bir yüzü bu. Öbür yüzü daha karanlık. Bu soru, şiddet eylemiyle uzaktan yakından alâkası olmayan muhataba soruldu, o bunu kendi meşrebince izah ederek cevaplamaya kalktı, bunun üzerine derdest edilip sorgulandı, -Hrant gibi- kamuoyu gözünde katli vacip konuma getirildi… ve nihayet öldürüldü -Hrant gibi! Tahir Elçi fecaatinin yaşandığı coğrafyada, her kim topluluk önünde birine bu soruyu sorarsa, şunu kabul etmiş demektir: Evet, vereceğin cevaptan sonra başına her iş gelebilir, lince uğrayabilirsin, içeri atılabilirsin, katledilebilirsin; ben bunları göze alıyorum veya umursamıyorum.

O zaman bize de şöyle sormak düşer: Neden? Ne uğruna? Vazifeli misin, şuursuz mu?

Bitirmeden, etrafında dolandığımız meselenin başka bir boyutuna da çok kısaca değinmek istiyorum. Devletin Kürt sorununu ve özel olarak -siyasî pratiğiyle- PKK’yi kamuoyunda açıkça tartışılamaz kılmasıyla, bu örgüt dünyada başka kimseye kısmet olmamış bir siyasî dokunulmazlık kazandı. Oysa derinlemesine siyasî eleştiriye uğraması gereken pek çok süreç, hesabını vermesi gereken, karanlıkta kalmış pek çok hadise var. Hem sistemli ve sürekli zulme uğrayan Kürt halkında yerleşikleşen duygu durumu ve ruh hali her türlü eleştiri girişimini baştan kadük ediyor hem de zaten serbestçe konuşulabilir ortam yok ki, örgüt siyaseten eleştirilebilsin. İnsan bir örgüte “terör örgütü” demeyebilir, “siyasî örgüttür” diyebilir, aynı anda, hiçbir söylediğini, yaptığını onaylamayabilir, hattâ ona karşı çalışabilir, etkinliğinin azalması, siyaset arenasından silinmesi için didiniyor olabilir. Nitekim pek çok siyasî örgütle ilişkimiz aşağı yukarı böyledir.

PKK’ye “terör örgütü” mü “siyasî örgüt” mü dediğimizin, örgüte düşman veya dost olmamızla aslında alâkası yok. Kürtlerle ilgili siyasî mesele var mı yok mu? Esas mevzu bu. Olduğunu bilmemize rağmen yok diyeceksek, sonsuza kadar da sürse, “ora”da savaş ortamının devamından yanaysak veya sadece başımız belaya girsin istemiyorsak, “terör örgütü” deyip işin içinden çıkıyoruz. Böylece, sahiden, kendi değerlendirmesini yaparak örgütü böyle niteleyen çıkarsa o da savaşçı resmî politikaların destekçisi konumuna düşüyor. Oysa “tamam, terör örgütü” dendiğinde de benimsenebilecek değişik yollar var. (Tabiî en başta, silahı dışlayan, demokratik, barışçı siyaset yollarının açılması, teşvik edilmesi gelecektir, ama bu alanda da devlet ısrar ve istikrarla tam tersini yapageldi, yapıyor işte.)

Kürt sorununun varlığını kabul eden, bu sorunun asla silahla çözülmeyeceğini düşünen, PKK’nin politikalarını, eylem anlayışını yanlış, hattâ Kürt halkı için zararlı bulan, ona karşı olan, ama bu örgütün “Kürt realitesi” içindeki yerini hesaba katmadan çözüm arayışlarına girilemeyeceğini varsayanlar, hâlihazırda “terör örgütü” destekçisi diye damgalanıyor. Çünkü o soruya cevap verirken lafa “bir dakika, sırf terör örgütü deyip geçemeyiz”le filan başlayınca hüküm hemen veriliyor. Böylece çözümü de ancak siyasî olabilecek siyasî sorun buhar oluyor, yerini terörü destekledin-desteklemedin sığlığına terk ediyor. Türkiye’de en kolay iş, “bir dakika, meselenin şu tarafı da var” diyenin lafını ağzına tıkamaktır. Damgalama yoluyla.

Kürt sorunu hakkında esas konuşulması gerekenleri konuşamıyoruz. Daracık sığlığa sıkıştık. Bu sığlıktan hayır çıkamıyor. Ama sarsak kabadayının eline verilmiş keskin kılıcı andıran meşum sorudan cinayet çıkabilir, çıkıyor.