YAZARLAR

Da 5 Bloods: Bir savaş asla bitmez!

‘Apocalypse Now’dan ‘The Deer Hunter’ a kadar birçok önemli film Vietnam Savaşı'nın korkunçluğuna ve bu savaşta yaşanan büyük travmaların insanlar üzerinde nasıl sonuçlandığına dair çok başarılı sinematografik örnekler sunmuş hatta bazıları başyapıt mertebesine yükselip sinema antolojisine geçmiştir. Bu tür filmler çoğunlukla başta Amerika olmak üzere bütün dünyayı etkileyen bu savaşın, yani Vietnam Savaşı'nın nasıl olduğunu göstermeye çalışırken, ‘Da 5 bloods’ daha çok bunun, kendisinin de üyesi olduğu Afro-Amerikanlar üzerindeki etkisine eğiliyor.

Amerikan sinemasının önemli ve en politik yönetmenlerinden biri olan Spike Lee’nin son filmi ‘Da 5 bloods’ aslında, yönetmenin kariyeri ve (sinemasal) başarılarını göz önüne aldığımızda, yeni bir önemli yapım olmak için her şeye sahipmiş izlenimi veriyor: Yönetmenin vazgeçilmez teması olan ‘Afro-Amerikanlara karşı uygulanan ırkçılığı, üstelik bunun en fazla hissedildiği bir dönemde yani özellikle Vietnam Savaşı'nı da kapsayan 1960-70’ler arasındaki zaman dilimindeki bir hikayede dile getirme fırsatı… Bunu yaparken başkarakterlerini bu sancılı dönemi adeta iliklerine kadar yaşamış dört siyahi ‘Vietnam gazisi’ olarak kurmak… Ayrıca Amerika tarihinde asla tam olarak kaybolmamış ve son haftalarda yaşanan ‘ırkçı polis zulmüyle’ tekrar ön plana çıkan ‘eşitlikçi’ eylemlerin bütün dünyayı sarması ve önce iptal edilen Cannes Film Festivali için düşünülen (Lee jüri başkanı olacağı için film yarışma dışı gösterilecekti!) filmin Netflix kanalında sunulması, Spike Lee’nin bir kez daha, hiç de azımsanmayacak bir izleyici kitlesine ulaşacağını işaret ediyor. Kim bilir?... Belki bu ‘hamle’ Cannes Festivali ile Netflix kanalı arasındaki ‘buzların’ erimesini de sağlayabilir!

Zamanında Vietnam savaşında aynı bölükte görev yapmış dört Afro-Amerikan arkadaş Paul, Melvin, Eddie ve Otis, 50 yıl sonra verdikleri bir sözü tutmak için Vietnam’da buluşurlar: İlk ve asıl hedef savaş sırasında kaybettikleri ve nerede gömülü olduğu belli olmayan arkadaşları (ve o zaman grubun lideri) Norman’ı bulmak gibi görünse de aynı zamanda kaybolan bir kasa dolusu altı külçenin de peşindedirler! Şehir merkezinin dışında, ormanın içinde gerçekleşecek bu arama/keşif seferi, davetsiz misafirler, bölgede ‘arta kalan’ mayınlar ve grup içerisinde baş gösteren çatışmalar ile daha tehlikeli bir hale gelecektir.

SPIKE LEE TÜRÜ MACERA FİLMİ…

Aslında ‘Da 5 Bloods’un iki buçuk saatlik biraz uzun olan süresi, merkezini bir keşif macerası üzerine kuran bir hikaye için biraz ‘fazla’ ve ‘sarkmalar’ getirebilecek potansiyele sahip bir zaman dilimi gibi gelebilir. Ama aksine ‘Da 5 bloods’, Lee’nin en hafif, en tempolu ve en ‘maceralı’ filmi gibi görünüyor. Hatırlanacağı üzere yönetmen filmlerinde asla bir belgesel dokusu kullanmasa da genelde hep Amerika’daki siyahi toplumun üzerinde iz bırakmış kişilere, olaylara ve akımlara eğilir ve bunu yaparken de asla bir ülke ‘röntgeni’ çekmekten de vazgeçmez!

Ancak yönetmenin aslında özünden fazla taviz vermeyeceğini ve serüven ‘vitrinindeki’ filminin çok daha derin ve evrensel konulara parmak basacağı daha ilk kullandığı arşiv görüntülerinden anlaşılıyor. Özellikle 60-70’li yıllar arasında yükselen siyahilere karşı faşizan dalgaya, Vietnam Savaşı'na karşı çıkan ve Amerika’da sürekli ezilen, aşağılanan, hor görülen siyahi toplumun haklarını savunan Marthin Luther King, Malcolm X, Angela Davis veya Bobby Seale gibi önemli karakterler ve tarihsel olaylar yönetmenin arkasında olduğu özgürlük, adalet ve eşitlik gibi kavramların gerçek hayattaki en önemli temsilcileri ve sözcüleri olarak yerini alıyor. Örneğin Vietnam Savaşı'na gitmeyi reddedip (yani hapis cezasını bile göze alıp vicdani retçi olan) Muhammed Ali’nin açılıştaki konuşması savaşın özellikle Afro-Amerikan toplum açısından saçmalığı, değersizliği ve yanlışlığı üzerine etkileyici yorumlar barındırıyor.

VİETNAM FİLMİ DEĞİL, VİETNAM’DA BİR FİLM…

Böylesine önemli arşiv görüntülerinden sonra, büyük bir zaman atlamasıyla günümüzde, Vietnam’da bir otelde dört eski arkadaşın buluşmasıyla başlayan film, bu ani ‘ton’ değişmesiyle biraz şaşırtıyor. Yaklaşık 70’li yaşlarda olan bu dört dostun (çok önceden ayarlanmış olduğu belli) buluşması, sohbetleri ve samimi davranışları sanki önemli bir arayış ve gizli bir iş için değil de bir tatil kaçamağına gelmiş yaşlı çapkın bekarların hikayesini izliyormuş hissiyatı doğuruyor. Bu havayı destekleyen otelde eğlenme, dans etme, konuşma ve ‘dağıtma’ sekanslarından sonra bir rehber eşliğinde ormanda ‘keşfe’ çıkmaları ortamı biraz daha ciddi bir havaya soksa da halen filmin nasıl politik ve sosyal mesajlar verebilecek bir biçime döneceğini merak etmeye başlıyoruz doğrusu… Ancak işte tam bu ‘ormanda arayış’ sekanslarında Lee’nin ara ara koyduğu ‘flash-back’ler ve bunları filme yerleştirme tarzı hikayeyi başka bir boyuta çekiyor. ‘Apocalypse Now’dan ‘The Deer Hunter’ a kadar birçok önemli film Vietnam Savaşı'nın korkunçluğuna ve bu savaşta yaşanan büyük travmaların insanlar üzerinde nasıl sonuçlandığına dair çok başarılı sinematografik örnekler sunmuş hatta bazıları başyapıt mertebesine yükselip sinema antolojisine geçmiştir. Bu tür filmler çoğunlukla başta Amerika olmak üzere bütün dünyayı etkileyen bu savaşın, yani Vietnam Savaşı'nın nasıl olduğunu göstermeye çalışırken, ‘Da 5 bloods’ daha çok bunun, kendisinin de üyesi olduğu Afro-Amerikanlar üzerindeki etkisine eğiliyor. Yönetmenin bu savaş dönemine eğilmesinin’ nedeni siyahi toplumu aklama veya beyaz insanları suçlama çabasından değil, daha çok iki değişik etnik kökenli Amerikalılar arasındaki eşitsizliğin ayyuka çıktığı dönem olmasında yatıyor. Filmdeki bir karakterin de söylediği gibi Amerika’daki siyahi halk, Amerika nüfusunun yüzde on birini oluştururken Vietnam Savaşı'na gönderilen Afro-Amerikan askerler ordunun neredeyse yüzde otuz ikisiydi. Ve tahmin edileceği üzere en ön saflara gönderilen bu siyahi askerler genelde dar gelirli ailelerden, maddi olarak en altta olanlarından, çoğunlukla taşradan geliyorlardı.

Sonuçta Spike Lee’nin filminin bütününe baktığımızda filmin bir ‘Vietnam’ filmi değil, Vietnam’da geçen bir film olduğu belli oluyor.

BU BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL!

Yönetmenin Vietnam’ın kendisinden ziyade çok daha sonrasına odaklanması ve asıl senaryosunu bir macera kalıbına sokması tabii ki vereceği mesajların muğlaklaşması ve ‘hafife alınması’ açısından bir sorun yaratabilirdi ancak Lee bundan da değişik bir kamera kullanımı, doğal konuşmaların içine yedirilmiş önemli mesajlar ve savaşın ‘absürtlüğünün’ altını çizen durumlarla sıyrılıyor.

Özellikle aranılan ‘gömülü’ altının bulunması ve sonrasından yaşanan görüş ayrılıkları basit bir ‘altın ve para hırsı’ hikayesine dönüşmüyor. Zamanında Norman’ın başını çektiği bu asker grubu, zaten kirli emellerle (CIA’in verdiği rüşvet gibi..) taşınan bu parayı ceplerine indirmek değil, daha çok kendi davalarına (siyahlara yapılan zulme karşı) katkıda bulunmak için arıyorlar. Sonrasında içlerinden bazıları başka yollara sapsalar da asıl hedef bu yönde…

Bu bağlamda konuşmalar arasında geçen bazı sözler ve cümleler, hiçbir şekilde ‘replik’ kokmadan, savaş zamanından günümüze kadar devam eden baskıcı ideolojiler hakkındaki derin sorgulamalar ve soruları dile getiriyor. Örneğin beş asker dost Vietnam Savaşı'ndayken buldukları altını ne yapacaklarını konuşurken, grup lideri Norman’ın ‘Bu bizim savaşımız değil!’ demesi veya birçok yerde karakterlerin, bireysel ve toplumsal hafızalarda nasıl bir tahribat ve etki yaratacağını hesaba katarak ‘Bir savaşın asla bitmeyeceğini’ söylemeleri, filmi basit ‘savaş karşıtı’ yapımların çok ötesine taşıyor.

TAM FLASH-BACK OLAMAYANLAR…

Filmde sık sık atlamalarla gördüğümüz ve bir anlamda asıl hikayeyle paralel bir şekilde akan flash-back görüntülerinde ise başta bize çok garip gelen, sonrasında anlamlandırdığımız ilginç bir tutum göze çarpıyor: ne zamanki flash-back sekansları başlıyor ve kahramanlarımızı savaşın ortasında buluyoruz, savaşta kaybettikleri arkadaşları Norman dışında bütün ana karakterler aynen şimdiki zamanda (yani yetmişlerinde) gibi sunuluyorlar. Spike Lee gibi bir yönetmenin elinden çıkmış olmasa belki de müthiş bir dikkatsizlik veya makyaj departmanın fiyaskosu gibi adlandırabileceğimiz (!) bu zaman/birey uyumsuzluğu, tabii ki burada bilinçli bir şekilde, bizce savaş çok geride kalmış olsa da, özellikle Trump yönetiminde bir Amerika’nın, (en son Floyd cinayetiyle tekrar hatırladığımız) ne kadar baskıcı ve ırkçı olabileceğine dikkat çekmek amacını çekiyor. Başka deyişle artık belki bir sıcak savaş yok ancak siyahi halk hala güvende olmaktan uzakta…

Aynı şekilde finale doğru iyice ön plana çıkan Paul karakterinde de değişik bir kamera kullanımı göze çarpıyor. Bu arayış sürdükçe ve eski pişmanlıklar ortaya çıktıkça giderek psikolojik açıdan dengesizleşen Paul, bazı sekanslarda kamerayı tam karşısına alıp, sayıklamalarını ve kendini gaza getiren lafları bize doğru söylüyor. Aslında bu sözler bile çok tekrara girdiği halde ‘deli saçması’ sözler değil, çünkü bazı açılardan Paul’un niye bu kadar paranoyaklaştığını açıklıyor…

Peki, bütün bunların yanında filmin kusurları yok mu? Tabii ki var ve bahsettiğimiz pozitif noktalar ne yazık ki bu zayıflıkları tamamen örtemiyor. Öncelikle film belli bir tempoda ve çoğu zaman ‘içi dolu’ konuşmalarla akarken, olay silahlarla çarpışmaya dönünce biraz ‘grotesk’ sayılabilecek bir hava esiyor. Bahsettiğimiz ana karakterlerin flash-back sekanslarında ‘yaşlı’ gösterilmesi mantıklı dursa da aynı şekilde günümüzde geçen çatışmalarda da aynı mahareti göstermeleri pek inandırıcı durmuyor.

Oyunculuk performansları açısından bakarsak ise başrol sayılabilecek Paul’u çok başarılı bir şekilde canlandıran usta oyuncu Delroy Lindo dışında çok ön plana çıkan bir oyunculuk yok. Hatta hikayeye biraz renk katması beklenen Fransız karakterler bile biraz ‘eklenti’ gibi duruyorlar.

Bir de son olarak asıl hikaye toparlandıktan sonra kullanılan arşiv görüntüleriyle iç içe geçmiş bazı sekanslar amatörce kameraya alınmış ve film bittikten sonra günümüze daha uygun olması için tekrar kurgulanmış gibi duruyor.

Bizce Spike Lee bir film yönettiyse böyle bir ‘altını çizmeye’ gerek yoktur. Çünkü onun orta derece başarılı filmleri bile bir şeyi zaten net bir şekilde haykırır: Black lives matter!

Yönetmen: Spike Lee

Oyuncular: Delroy Lindo, Clarke Peters, Norm Lewis, İsiah Witlock Jr., Jonathan Majors, Chadwick Boseman, Ngo Thanh Van, Jean Reno…

Ülke: ABD


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .