YAZARLAR

Bir günah gibi: AKP’nin kültürle imtihanı

Toplumu içeren bir kavram olan kültür, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri söz konusu olunca tek kişiye indirgenebiliyor. Yeni karara göre, ödüle hak kazananların artık bir kurul tarafından değil, kurulun önerdiği isimler arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek olması, kültürel politikaların nasıl yanlış kurgulandığına dair güzel bir örnek olsa gerek. Hâl böyle olunca geriye bir tek seçenek kalıyor. “Eski Türkiye”nin yarattığı popüler figürleri transfer etmek. Altyapıdan oyuncu çıkartamıyorsan, hiç riske girmeyip kabul görmüş ünlü futbolcuları transfer edip, günü kurtaran büyük kulüp stratejine benziyor bu yaklaşım. Seyircisiz, boşluğa verilen konserlere 30 milyon TL harcanması bu yüzden.

İletişim Başkanı Fahrettin Altun, 2018’de “Siyasi hegemonyanız bitti, kültürel hegemonyanız da bitecek” diyerek afili Marksist kavramlarla “siz-biz” ayrımının en müstesna örneklerinden birini vermişti. Zaten muhafazakâr bir iktidar olarak, takip ettiğiniz ideolojinin yapısı ve kullandığınız dilin kısırlığı gereği, damarlarınızda duyduğunuz asil meşruiyet ihtiyacı, sizi sol jargona ister istemez atacaktır. Soma'da 301 madencinin öldüğü facianın ardından protestocu bir maden işçisini tekmelemesiyle tanınan eski Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel’in, George Floyd'un öldürülmesiyle ilgili Arendt’e atıfta bulunarak 'kötülüğün sıradanlığı' yorumunu yapması da bu yüzden olsa gerek. Hadsizlikle “ben de entelim aslında”nın küstahça buluşması…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bundan iki yıl önce “Geçtiğimiz 16 yıla baktığımda kültür-sanat alanında yeteri kadar mesafe kat edemediğimizden dolayı hep hayıflanırım” itirafını hatırlarsak, kültürel anlamdaki bu muktedir olamama halinin hayati önemini daha iyi kavrayabiliriz. Hayaller; 21'inci yüzyılın Farabilerini, İbn’i Rüşdlerini yaratmakken, gerçekler hâlâ ve hâlâ; “Türk demek Müslüman demektir” diyen, Aleviliği “sapkınlık”, Alevileri “sapık” olarak gören, şiirleriyle yıllarca her cenahtan insanın gönlünde taht kuran, şeriatı her fırsatta savunduğunu itiraf eden İsmet Özel ya da “Kendilerine geçici düzenler kuruyorlar, esas düzen, İlahi düzen yasak oluyor” diyen Sezai Karakoç ile sınırlı kaldı. Bu durumun 18 yıl sonra iktidarda derin bir hayal kırıklığı yarattığı aşikar olsa gerek. Gazete ve dergilerde ağzı iki kelime laf yapıyor diye köşe verilen İslamcı yazarların nefret suç dozajına bakarak da kültürel hegemonya kurulamıyor.

Sağlıkta şehir hastaneleri açarak, iskanda dağı taşı inşaata çevirerek, ulaştırmada çoğu insanın geçmeye maddi gücünün yetmediği köprü ve tüneller yaparak, eğitimde her yeri imam hatip okulu haline getirerek, bu alanları domine edebilirsiniz. Zaten 18 yılda bu konuların tamamı toplum tarafından gönüllülük esası çerçevesinde içselleştirildi. Pandemi yaşlıların gitmesinin imkansız olduğu, dağ başlarına kurulan şehir hastanelerini tartışılmaz kıldı, 74 TL gidiş dönüş ödenen İstanbul’daki Avrasya Tüneli, Çankırılı için gurur vesilesi oldu vs. vs... Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak şurası bir gerçek ki kültürel alanın yapısı çok daha karmaşık işliyor. Bugün muteber olan yazarlar, müzisyenler, sinemacılar, çağdaş sanatçılar ya “Eski Türkiye”nin ürünü ya da bu baskıcı kalıplara girmeyi reddeden, aidiyeti iktidara eklemlenme olarak tarif etmeyen, ideolojik anlamda muhalif insanlardan oluşuyor, acı ama gerçek...

Aslında haklarını da yemeyelim, kültürel egemenliği kuramadıklarını anladıktan sonra az çaba da göstermediler hani, misal Yeditepe Bienali. 2018’de düzenlenen, sağda solda, hemen her yerde "Senin Bir Sanatın Var" sloganıyla arz-ı endam eden bienalden söz ediyorum. Bu cümlenin bizatihi kendisinin subliminal mesajlar içerdiğini kabul etmek gerek. "Senin sanatın varken, ne işin var kardeşim, yok ‘tuzlu sular’da, yok ‘anne ben barbar mıyım’ diyen gâvur işi bienallerde?" Ancak ne yaparsan olmuyor işte, "yerli ve milli" Yeditepe Bienali'nin açılışının Doğu Roma İmparatorluğu'nun en görkemli yapısı olan Ayasofya'da yapılmış olmasındaki paradoks, sanırım Bienal'in ironisi kendinden menkul, ama kimsenin farkına varmadığı tek çağdaş sanat performansı oldu. Bu da çok doğal elbette, şimdilerde ibadete açılması tartışılan Ayasofya, bu dünya tarihinin en görkemli üç-beş mekanından biri. “Sultanların yaptırdığı” anlamına gelen selatin cami olarak tasarlanan ve ibadete açılan Çamlıca Camii’nin, bundan 100 sene, 500 sene sonra nasıl anılacağını kestirmek mümkün değilken, Ayasofya’nın ve tabii Süleymaniye’nin sonsuza dek konuşulacağını iddia edebiliriz.

Terry Eagleton’ın “Kültür” kitabını falan geçelim, basit olsun, TDK’ye bakalım sizin için, bakalım kültür kavramı ne demekmiş: “Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü.” Oysa toplumu içeren bir kavram olan kültür, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri söz konusu olunca tek kişiye indirgenebiliyor. Alınan yeni karara göre, ödüle hak kazananların artık bir kurul tarafından değil, kurulun önerdiği isimler arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek olması, kültürel politikaların nasıl yanlış kurgulandığına dair güzel bir örnek olsa gerek.

Hâl böyle olunca geriye bir tek seçenek kalıyor. “Eski Türkiye”nin yarattığı popüler figürleri transfer etmek. Altyapıdan oyuncu çıkartamıyorsan, hiç riske girmeyip kabul görmüş ünlü futbolcuları transfer edip, günü kurtaran büyük kulüp stratejine benziyor bu yaklaşım. Seyircisiz, boşluğa verilen konserlere 30 milyon TL harcanması bu yüzden.

Başta Sabah gazetesi olmak üzere sürekli “eski Türkiye”nin imalatı olan sanatçıların “yeni Türkiye”ye ne kadar minnet duyduğuna ilişkin yapılan röportajlar da bu kültürel transfer politikasının bir sonucuydu. Bizi biz yapan birçok isim bu tuzağa düştü, anonimleşmiş sanatçı kimliklerini bir çırpıda heba eden bu isimlerle gerçekten kültürel hegemonya kurulabilir mi? Sahnede el pençe duran Mazhar Alanson’un o hazin görüntüsünü unutmak mümkün mü? Bu röportajları verenler, aleni bir şekilde ya da satır aralarında iktidara duydukları şükranla, son derece mantıklı gibi görünen söylemleriyle, bu yeni siyasal ve kültürel paradigmanın yeni meşruiyet aracıları oldular. Bu isimlerin söyleşi yaptıkları mecraların niteliğini de göz önüne alarak, söylediklerinin nereye gideceğini bilmemeleri imkansız olsa gerek. Bu nedenle yıllar içinde kendilerinin yaratmış oldukları algı ve imajları kendilerine bırakılamayacak kadar kamuya mal olmuş insanların bu demeçleri ne yazık ki anılarımıza da hakaret oldu.

Bu konserlere katılan Ajda Pekkan’a “Süper Star” statüsünü kolektif tarihimiz vermişti. Nükhet Duru, Eskişehir'deki konserinde Gezi Direnişi sırasında öldürülen Ali İsmail Korkmaz için “Ali” isimli ağıdını söylemişti. Ünlü taverna troykası bugünlere gece alemlerinden gelmişti. Serdar Ortaç gibi kumarda harcamadılarsa hepsinin yeterli paralarının olduğunu varsayarsak, konu bilinçli bir iktidarı kutsama tercihinden ibarettir. Üstelik bu popüler isimler iktidarın kültürel hegemonyayı kurmakta nasıl bir yanılgı içinde olduğunu da gösteriyor. Aynı isimler iftarlara gidiyor, konserler veriyor, ödüller alıyor ama bu kısır döngü hali, kültürel hegemonyayı sağlamaya bir türlü yetmiyor. Olsa olsa Ajda Pekkan’ın içten içe “Ağlarken içim, güldü gözlerim, bir günah gibi gizledim” dizeleri eşliğinde statü ve güce karşı olan zafiyetini göstermesine vesile oluyordur, o da bizi değil kendisini bağlar.


Azmi Karaveli Kimdir?

İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.