YAZARLAR

Levent Baştürk: ABD'de polis işgal ordusu gibi davrandı

Levent Baştürk, ABD’deki siyahların mücadelesinde Malcolm X ile Martin Luther King arasındaki farklılıkların bugünkü siyah mücadelesini etkileyen boyutları olduğunu belirterek kurucu liderlerinin ta baştan bir “imparatorluk” olarak gördüğü “Amerika” gerçeğiyle de yüzleşmeyi gerektirdiği kanaatinde. Baştürk, birçok Amerikalı yazarın bugünleri görerek ülkede yaşanacak kaoslara işaret ettiğini aktarıyor ve pandemik süreci ve ekonomik krizlerin şu anki protesto gösterileriyle birleşerek güçlü bir Amerikan devleti algısını zayıflattığını vurguluyor.

ABD’de başlayan ırkçılık karşıtı gösteriler ilk planda bir polisin bir siyah vatandaşı öldürmesine tepki olarak görünse de aslında tepkilerin pandeminin yarattığı ekonomik kriz ve işsizliğin yanı sıra sadece son dönemle sınırlı olmayan çok daha derin sorunlara yönelik olduğuna dair güçlü emareler bulunuyor. Haliyle bu durum, Amerikan politik ve ekonomik sisteminin sorgulanmasına, sistem eleştirilerinin ve reformasyon ihtiyacının yeniden hatırlanmasına yol açmış görünüyor. Yakın zamana kadar öğretim görevlisi vazifesini sürdüren Levent Baştürk hocayla son gösteriler bağlamında Amerika’daki ırkçılık karşıtı mücadeleyi ve ABD’deki sistem sorununu konuştuk.

Levent Baştürk

HER SİYAH MALCOM X VE KING’DEN BİR PARÇA İÇİNDE TAŞIR

Amerikan tarihinde Martin Luther King’den Malcolm X’e ırkçılık karşıtı mücadelenin bugünkü Amerikan toplumsal yapısı üzerinde bıraktığı etkileri konuşalım isterseniz. O mücadeleler nasıl bir kıymet ifade ediyordu, topluma ve insan haklarına neler kattılar?

Bu soruya George Floyd olayından yola çıkarak cevap arayalım isterseniz. Floyd’un ölümü üzerine vuku bulan gösteriler Amerikan toplumunu tekrar ırkçılıkla yüzleşmeye itti; çünkü geçmişte hem Malcom X hem de Martin Luther King siyahların vatandaşlık hakları için verdikleri mücadeleyle bunu yapmışlardı.

Yalnız Malcom X ile King’in mücadele yaklaşımı ve tarzları birbirlerinden farklıydı. Ancak her ikisi de tüm siyah Amerikalılarda var olan belli özelliklerin simgesiydi. Amerikalı siyah ilahiyatçı James H. Cone’a göre her bir siyah hem Malcom X’den hem de King’den bir parça içinde taşır. Malcom siyahlardaki siyahlığı temsil eden kişidir, bir yanardağdır ve beyazlara karşı yapılmış bizimle uğraşmayın mesajıdır. Malcom, siyahları kendileri dışında tanımlama çabalarına karşı verilmiş bir reddetme mücadelesinin simgesidir. King ise siyahların kendileri dışında olanlarla barış içinde birlikte yaşama isteğinin bir ifadesidir ve şiddetsizliğin, eşitliğin, sevginin ve karşılıklı umursamanın çerçevesini belirlediği bir toplumda herkesle birlikte yaşama arzusunun temsilcisidir.

Müesses nizam her iki lideri de resmî olarak tanımış görünmektedir. Ancak George Floyd hadisesi ve öncesindeki pek çok benzer hadise, zaten kusurlu Amerikan demokrasi deneyiminin iki mühim yapısal özelliğini bir kez daha ortaya çıkardı: Polis şiddeti ve ırkçılık.

Amerika tarihi, koloniler döneminden başlayarak ve bağımsızlık sonrası dönemde de artan hızla devam eden bir şiddet tarihi aslında. Bu şiddet kendisini sadece Kuzey Amerika kıtasına yayılma sürecinde göstermedi; inşa edilmiş sisteme her zaman içkin bir unsur olarak Amerikan dış politikasına da yansıdı. Malcom X bunu açık olarak görmüş ve tahlil etmiş birisiydi.

Dolayısıyla Amerikan toplumunun kendisiyle yüzleşmesi bir ideal ve proje olarak da kurucu liderlerinin ta baştan bir “imparatorluk” olarak gördüğü “Amerika” gerçeğiyle de yüzleşmeyi gerektiriyor.

AMERİKAN PROJESİ EN BAŞINDAN EŞİTLİK İLKESİNİ İHLAL EDEN BİR DEMOKRASİ OLARAK DOĞDU

ABD’deki sistemin dünyadaki değişimlere uyum sağlayabilen elastik bir sistem olduğunu var sayıyorduk. Ama son süreçteki başarısızlıklar ABD’nin bu kabiliyetini yitirdiği görüntüsünü verdi sanki. Ne dersiniz?

ABD İngilizlerden bağımsızlığını kazandığında laik ve demokratik bir cumhuriyet olarak doğdu. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde “Tüm insanlar eşit yaratılmıştır. Yaradanları tarafından kendilerine devredilemez hakların verildiğini ve bu hakların yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme haklarının bulunduğu gerçeklerinin apaçık ortada olduğunu kabul ediyoruz” der.

Ancak Amerika projesi ta başından bildirgenin üzerinde durduğu eşitlik ilkesini ihlal eden bir demokrasi olarak doğmuştur. Kölelik bir kurum olarak devam etmiştir ve ilk ABD başkanları arasında Washington ve Jefferson gibi köle sahibi olanlar vardır. Ayrıca beyazlar yerlileri hiç bir zaman bırakınız eşit görülmeyi, insan olarak bile görmemişlerdir. Hatta bu yeni “demokratik cumhuriyet”te beyazlar bile eşit değildir. Belli bir miktar mülkiyet ve servet sahibi olmayan beyaz erkekler uzun yıllar seçme ve seçilme hakkından mahrum kalmıştır. Kadınların oy kullanma hakkı elde etmeleri ancak 1920’lerde mümkün olmuştur.

Elbette ABD demokrasisi zaman içinde değişim geçirdi. Kölelik 1865’te kalktı; fakat bu siyahlara karşı ayrımcılığın sonu olmadı. Özellikle güney eyaletlerinde bu defa segregation denilen ırk ayrımcılığı devam etti ve buna yüksek mahkeme tarafından da bir kılıf bulundu: Ayrı ama eşit doktrini. Amerikan Anayasa Mahkemesi bu doktrin gereğince siyahlarla beyazların sağlık, konut, eğitim, istihdam, ulaşım ve diğer kamu hizmetlerinden istifade etmelerinde ayrıma tabi tutulmalarını uzun süre Anayasa’ya uygun buldu.

Anayasa Mahkemesi, bu doktrini 1954 yılında anayasaya aykırı buldu fakat bu doktrine göre yapılmış yasal düzenlemelerin ortadan kalkması 1970’lere kadar sürdü. Bu bağlamda özellikle 1964 tarihli Sivil Haklar Kanunu önemlidir.

Günümüzde ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlükleri açısından Amerikan demokrasisi ileri seviyededir. Lakin Amerikan demokrasisi pek çok ciddi zaafları bünyesinde taşır. Bunu uluslararası insan hakları örgütlerinin ve Birleşmiş Milletler’in yetkili, tarafsız komitelerinin raporlarına bakınca açıkça görürüz.

The Economist dergisinin yayınlamış olduğu 2019 Demokrasi İndeksi’nde ABD 25'inci sırada ve kusurlu demokrasiler arasında yer almakta. Amerikan seçimlerinde büyük paraların dönüyor olması sürekli olarak seçim kampanyası reformunu gündemde tutmuş; fakat bu zamana kadar bu gerçekleştirilememiştir. Bu da Amerikan seçimlerini sürekli olarak finansal kaynağa sahip çıkar gruplarının etkisine açık hale getirmiştir.

Araştırmacı gazeteci Greg Palast, Amerikan demokrasisini “paranın satın alabileceği en iyi demokrasi” olarak adlandırır. Palast’a göre iki yıl içinde 17 milyon oy seçmen listelerinden silinmiştir ve bu seçmenler siyah ve Latino azınlıklardan ve gençlerden oluşmaktadır.

Gerrymandering denilen seçim bölgelerinin bir partinin menfaatine olacak şekilde belirlenmesi anlamlı bir seçim rekabetini neredeyse ortadan kaldırmıştır. Seçim bölgelerinin yaklaşık üçte ikisinde hangi adayın kazanacağı neredeyse kesin gibi.

AMERİKAN SİSTEMİ KİTLELERİ SİYASAL SİSTEME KATMAYAN POLİARŞİK BİR SİSTEMDİR

.

Seçim sistemindeki bu ayrımcılığı da işin içine kattığımızda Amerikan siyasal sistemini nasıl tanımlayabiliriz?

Amerikalı tanınmış Siyaset Bilimci Robert Dahl Amerikan demokrasisini nominal demokrasi veya poliarşi olarak adlandırmakta. Poliarşi, şeklen demokrasi olarak görünen; ama aslında geniş halk kesimlerinin siyasette veya karar verme süreçlerini etkilemede etkin olmadığı bir rejimi ifade etmek için ileri sürülmüş bir kavramdır. ABD’de geniş halk kesimlerinden ziyade muhtelif elit gruplarının sözü geçmektedir. C. Wright Mills bu durumu iktidar seçkinleri kavramıyla izah etmeye çalışmıştır. Sıradan vatandaşlar ülke yönetiminde etkin değildir: Birkaç yılda bir yapılan seçimlerde, hepsi aslında aynı elit kesimlerden olan ve temsil ettikleri grupların çıkarlarını savunan adaylar arasından birini diğerine tercih etmenin ötesinde bir şey yapamazlar.

İfade özgürlüğü daha önce de belirttiğim gibi, Amerikan demokrasisinin en gelişmiş taraflarından birisi. Mesela pek çok Avrupa ülkesinde yasaklanmış olan Yahudi Soykırımı’nı inkar ABD’de suç değil. Bir akademisyen derste hükümeti veya ülkesinin dış politikasını eleştirdiği için bir sıkıntı yaşamaz. Ancak bu durumun da istisnaları olduğunu belirtmek isterim. Mesela 11 Eylül hadisesinin ardından birkaç üniversite fikirlerini aşırı bulduğu bazı akademisyenlerle olan sözleşmesini feshetmişti. Yine İsrail ve siyonizm karşıtı bazı akademisyenlerin (mesela Norman Finkelstein) işlerini kaybettikleri bilinen bir durum. Ancak burada iş kaybının gerekçesi kesinlikle kanunen bir suç işlendiği savıyla olmadı. Yine anaakım medyada reklam gelirlerini kaybetme endişesi sebebiyle gazetelerin İsrail konusunda haber veya yorum yayınlarken oto-sansür uyguladıklarını Noam Chomsky belirtmekte.

Trump dönemiyle birlikte ABD’de bir demokrasi erozyonunun yaşandığına şüphe yok. Lakin bunu da Trump’la başlamış bir durum olarak görmek yanlış olur. Amerikan demokrasisinin zaten kusurlu ve inişli çıkışlı bir çizgisi oldu hep. Trump döneminde yaşanan erozyonun köklerini de büyük ölçüde bir kırılma diyebileceğimiz 11 Eylül hadisesi sonrası yaşananlarla ve Amerikan siyasetinde Cumhuriyetçi Parti’nin her geçen gün merkezden daha fazla sağa kaymasına bağlamak mümkün. Bugün Cumhuriyetçi Parti’nin seçmen kitlesinin mühim bir kesimini Hıristiyan Evanjelistler (veya Hıristiyan siyonistler), koyu muhafazakarlar, beyaz üstünlükçüleri ve sağ siyonist çevreler oluşturuyor. Bu kesimlerin demokrasi algılarının oldukça dar ve seçici olması, aslında Trump’ın otoriter tavrının tamamen belirleyicisi olmasa da tamamlayıcı bir faktör olduğunu ifade etmek gerekiyor.

PANDEMİ VE FLOYD HADİSESİ, ABD’NİN AB İLE İLİŞKİLERİNİ ETKİLEYECEK

Peki hocam bu son sürecin Amerikan dış politikasına yansımaları nasıl olur?

Floyd’un polis şiddeti sonucu hayatını kaybetmesi ve buna tepki olarak ortaya çıkan gösterilere karşı Trump yönetiminin aldığı tavır ve bazı yerlerde gösterileri bastırmak için kullanılan şiddet, birçok ülkeden ve BM’den tepki gördü. Özellikle “yağma başlayınca kurşunlama başlar” ifadesi tepkiyle karşılandı. Bu sözün 1960’larda verilen yurttaşlık hakları mücadelesini bastırmak için emniyet güçlerinin orantısız güç kullanmasını savunmak amacıyla ırkçı güvenlik görevlileri ve siyasetçiler tarafından da kullanılmış olması Trump’a yönelik eleştirilerin dozajını artırdı. Dolayısıyla, bu süreç beraberinde ABD’nin ciddi bir uluslararası prestij kaybına uğraması sonucunu getirdi.

Bir küresel kriz olarak Covid-19 salgını gösterdi ki, artık günümüz dünyasında yaşanan pek çok sorun küresel yaklaşım gerektiriyor. Bu özellikle de ABD’nin konumunu önemli kılmakta. Artık bir hegemonik güç olma kapasitesi zaafa uğramaya başlamış olsa da ABD’nin hâlâ sahip olduğu askeri, siyasi ve ekonomik güç sebebiyle kendisinden birçok konuda inisiyatif alması beklenmekte. Fakat Trump yönetiminin küresel angajmanlarını azaltma yönündeki eğilimi ve Trump’ın ABD başkanı olarak fevrî ve kendi ülkesindeki kurumlarla da uyumsuz siyaset tarzı ABD’ye yönelik beklentileri boşa çıkarıyor. Hatta Trump yönetiminin Covid-19 salgını karşısında aldığı tavır, ülkede bir fiyaskoya yol açarak ABD’yi pandeminin merkezi haline getirdi. Bu durum ve buna yönelik Trump’ın süreci yönetiş tarzı da ABD’nin itibarını ve imajını yıpratan etkileri olmuştu.

FRANSA, LİBYA’DA ŞİMDİDEN RUSYA İLE FLÖRTLEŞMEYE BAŞLADI BİLE

Gerek pandemi ve gerekse Floyd hadisesinin ABD’nin dış politikası açısından sıkıntılı yanı özellikle ABD’nin Avrupa ile olan ilişkilerde kendisini gösterecektir. Fransa zaten bir süredir Amerika sonrası dünya senaryosuna göre dış politika adımlarını atıyor. Bunu mesela Libya siyasetinde görmek mümkün. Rusya’ya yakın bir duruş ve Körfez’e giderek daha fazla yanaşma bunun bir göstergesi. Trump’ın çekilmese bile yükümlülüklerini azaltmayı düşündüğü bölgede Fransa kendi etki alanını genişletme derdinde. Ayrıca Fransa, Libya krizinde görüldüğü gibi, Rusya’yla çıkar birlikteliği arayışı içinde olan bir siyaset izlemekte olduğu görüntüsü veriyor.

Almanya da Trump yönetimiyle bazı sıkıntılar yaşıyor olmasına rağmen hâlâ ABD’yle birlikte hareket etme seçeneğini gözardı etmeyen bir tutum izlediğini görüyoruz.

George Floyd'un polis tarafından öldürülmesini şiddetle kınayan Angela Merkel, ABD toplumunda yaygın bir hâle gelen “ırkçılığın” kutuplaşmayı giderek artırdığını vurguladı. Kutuplaşma vurgusunu aslında Trump’a yönelik bir eleştiri olma vasfı taşıyor. Trump’ın ABD’deki gösterilere tepki olarak kamu düzenine sürekli değinmesi, krizi kendi tabanını konsolide edecek şekilde kullanma çabasının bir parçası.

Irkçılığı kınayan ve bu endişe verici durumun Almanya’da da gözlemlendiğini ifade eden Merkel, Amerikan demokratik deneyimine ve Amerikan halkının sağduyusuna olan güvenini de ifade etti ve Trump yönetimine dair “Yapabileceğim tek şey,  birlikte çalışabileceğimizi ümit etmek" dedi.

Trump döneminde ABD’nin NATO müttefiklerine karşı gösterdiği antagonist tavır ve Batı Avrupa’yla olan ilişkilerde diplomatik nezakete sığmayan hal ve tavırlar ister istemez Almanya ve Merkel için Batı dünyasının gönülsüz veya de facto lideri gibi yorumlarının yapılmasını beraberinde getirdi. Ve Merkel’in Floyd’un öldürülmesinin ardından yapmış olduğu açıklama kendisinin bu bilinçle hareket ettiğini gösteriyor.

TRUMP SEÇİMİ KAYBEDERSE MÜESSES NİZAM YENİDEN DÜNYA LİDERLİĞİNE OYNAR

.

Peki tam da seçimler yaklaşırken yaşananlar ABD’nin dış politikasında ne gibi değişikliklerin yaşanmasına yol açar?

Bu bağlamda ifade etmemiz gereken bir husus ABD başkanlık seçimlerinin yaklaşmakta olduğudur. Floyd’un öldürülmesi hadisesinin, diğer faktörlerle birlikte, ABD dış politikasına nasıl etkisi olduğu asıl seçim sonrasında daha belirgin olacak. Muhtemel bir Trump zaferi durumunda pek çok ülkenin Amerika sonrası duruma ilişkin projeksiyonlarını daha hızlı devreye soktuklarını görmemiz şaşırtıcı olmayacak. Tabii ki bu durum ABD’nin dünya siyasetindeki ağırlığını bir nebze saha azaltan bir gelişme olacaktır. Ancak Trump’ın seçimi kaybetmesi durumunda yeni yönetimin Trump sonrası bir restorasyon hamlesi içine gireceği ve tekrar ABD’nin liderlik rolünü üstlenmesi yolunda adımlar atmasını da beraberinde getirecektir. Muhtemelen Obama dönemindeki dostlarla birlikte sorumluluk ve yükümlülük paylaşarak liderlik politikasına dönüş söz konusu olacaktır.

Trump’ın seçimi kazanması durumunda ise vazgeçemeyeceği iki dış politika seçeneği var: Rusya’nın etki alanını genişletme siyasetine set çekme ve Çin’i çevreleme. Bu iki hususta da istediği sonucu elde edebilmesi için Trump yönetiminin kızdırdığı, küstürdüğü veya kendisine soğuk durmaya başlamış ülke yönetimlerini kazanmaya ve ortak siyaset belirlemeye ihtiyacı var.

PANDEMİ VE IRKÇILIK KARŞITI GÖSTERİLER, ABD’NİN ZAYIF DEVLET GÖRÜNÜMÜNÜ PEKİŞTİRDİ

Bazıları Covid-19 süreciyle birleşen protesto gösterilerinin ve hatta öncesinde Turmp’la birlikte başlayan bir geri çekilme sürecinin yanı sıra Amerikan sisteminin sarsılması hatta çöküşün başlangıcı olarak görüyor. Bunun uluslararası düzeyde yansımaları olur mu? Amerikan hegemonyasının çatırdama sesleri mi bu duyduklarımız, gördüklerimiz?

Covid-19 süreci ve bununla birleşen gösteriler yaşananları, içeride müesses nizamın tıkandığının işareti ve dışarıda Amerikan hegemonyasının çatırdama sesi olarak görmek mümkün. Ama bir çöküşün veya bir inişe geçmenin başlangıcı olarak görmek eksik analiz olur.

İşin gerçeği, küresel sistemde Amerikan hegemonyasının çözülmeye başladığına dair Covid-19 sürecinin çok öncesine giden çalışmalar yapılmış ve fikirler ileri sürülmüştü.

1980’lerin sonunda da ABD gücünün gerilemesi önemli konulardan biriydi. Özellikle ekonomik güç olarak dünya ekonomisindeki payının azalması ve askeri olarak fazla yayılmış olmasının olumsuz sonuçları üzerine yoğun tartışmalar yapılmaktaydı. Paul Kennedy’nin meşhur “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri” bunun en bilinen örneklerinden biridir. Ancak Sovyetler Birliği’nin ve dolayısıyla Doğu Bloku'nun çökmesi sonucunda oluşan tek kutuplu dünya sistemi bu tartışmanın bir süre kesintiye uğramasına sebep oldu.

Fareed Zakaria’nın “Post-Amerikan Dünya” adlı eseri 2008’de ilk baskısını yaptı. Bu kitapta ABD’nin göreceli bir güç kaybına uğradığı yeni dönemin tartışmasını yapılmaktadır. Özellikle ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinden sonra yaşanan 2008’deki küresel mali kriz yeniden ABD’nin zayıflayan hegemonyası tartışmasını başlattı. Tabii bunda Çin’in bir ekonomik süper güç haline gelmesinin ve ABD’den sonra ikinci en büyük askeri harcama yapan ülke olmasının da payı oldu. Dünya ekonomisinin merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kaydığı gerçeğinin tartışıldığı günümüzde Amerikan hegemonyasının zayıflaması, üzerinde çok konuşulan bir konu oldu. ABD’nin göreceli bir güç kaybı içinde olduğu Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski gibi mühim Amerikalı stratejistler tarafından da kabul edilen bir durum. Buna bir de günümüz dünya sisteminin çok merkezli olmaya başladığını da ekleyelim. Özellikle de ekonomik açıdan durum böyle ve bu durum siyasette de etkisini gösteriyor.

Ancak gerek Covid-19 pandemisi ve Floyd’un ölümünün ardından yapılan gösteriler bu zamana kadar hiç olmayan bir ABD görüntüsü verdi. ABD’nin pandemiyle mücadelede başarısızlığı ve basiretsizliği onun bir süper güç olma imajını sarsan bir husus oldu. Bu başarısızlığı telafi etmek için ilan edilen oldukça hırslı teşvik paketi de daha çok elitlerin istifade etmesi sonucunu doğurdu. Yine Trump’ın otokrat siyaset anlayışı, gücü kutsaması, kültür savaşını kışkırtması ve ırkçı söylemi hem ülkede kutuplaşmayı artıran ve emniyet güçlerini de hukuksuz davranmaya sevk eden bir durum olarak algılandı. Gösterilerin ardından da verdiği tepkiyi hukuk devletinde olması gerekenle bağdaştırmak imkansızdı.

Kısa ve öz ifade edecek olursak, Covid 19 pandemisi, artan polis şiddeti ve “Siyah Hayatlar Değerlidir” gösterileri, ABD’nin halkının temel ihtiyaçlarını karşılayan bir “güçlü devlet” olduğu görüntüsünü sunmuyordu. Aksine halkının en temel ihtiyacı olan sağlık ve güvenlik gibi konularda bile zafiyet yaşayan ve halkın genelinin refahı yerine belli bir kesimi ayrıcalıklı tutmaya yönelik bir yönetim sergileyen bir “zayıf devlet” resmi zihinlerde yer etti.

BEYAZLARLA SİYAHLAR ARASINDA SERVET DAĞILIMI UÇURUMU KORKUNÇ

Irkçılığın Amerikan sisteminin yapısal bir parçası olduğunu düşünüyor musunuz? Irkçılıkla yeterince mücadele edildi mi sizce?

ABD’de güney eyaletlerinde kölelik yasaklandıktan sonra devam eden ırk ayrımcılığını meşrulaştıran “Ayrı fakat eşit doktrini”ni Amerikan Anayasa Mahkemesi 1954’de Anayasa’ya aykırı bulmasına rağmen gereken reformlar hemen yapılamamış ve yurttaşlık hakları gösterileri 1960’lar boyunca Amerika’nın gündeminde olmuştu.

Bu şartlar altında Malcolm X’e 1964'te “Bu ülkede ilerleme var mı?” sorusu sorulduğunda vermiş olduğu şu cevap aslında Amerika’da ırkçılığın ne kadar yapısal olduğunun da cevabı oluyor:

“Sırtıma 20 santimlik bir bıçak saplayıp da onu 15 santim çıkarmanız ilerleme sayılmaz. Tutup onu tamamen çıkarsanız bile ilerleme sağlanmış olmaz. Yarayı iyileştirdiğinizde ilerleme sağlanmış olur.”

Bugün bile o bıçak sırttan tamamen çıkarılmış değildir. Bıçak hâlâ içeride olmaya devam ediyor. ABD’de polis şiddeti sadece siyahlara yönelik bir durum değil. Bir yılda yaklaşık bin 100 civarında silahsız insan polis şiddeti sonucu hayatını kaybediyor. Ancak bir siyahın bir beyaza göre polis şiddetine maruz kalma ihtimali 2,5 misli daha fazla. Bu oran 15-25 yaş arası için çok daha yüksek.

Nixon yıllarında başlayan uyuşturucuyla mücadele de yine Amerikan hapishanelerinin siyahlarla dolmasına sebep oldu. Beyazlar arasında uyuşturucu kullanma oranı daha yüksek olmasına rağmen bir siyahın bir beyaza göre uyuşturucu bulundurmaktan hapse girme ihtimali 600 misli daha yüksekti. Siyahların polis tarafından durdurulma ihtimali, durdurulduktan sonra tutuklanma ihtimali, tutuklandıktan sonra adil yargılama olmaksızın hapis cezası alma ve bu cezanın uzun olma ihtimali beyazlara göre daha yüksek. Tabii aynı durum farklı oranlarda Latinolar için de geçerli.

Covid-19 pandemisi sebebiyle can kaybına baktığımızda da manzara farklı değil. Pandemi nedeniyle işini ilk kaybedenler arasında siyahlar yer alıyor. İstihdam piyasası hareketlenince en son iş bulanlar da onlar oluyor. Siyahlar nüfusun yüzde 13’ünü oluşturmasına rağmen pandemi nedeniyle hayatını kaybedenlerin yüzde 23’ü siyah. Elbette bunda siyahların yoksulluk sebebiyle kötü beslenmeden kaynaklı kronik rahatsızlıklara beyazlardan daha fazla sahip olmasının da etkisi var.

Ayrıca virüse maruz kalma ihtimali olan işlerde çalışan siyahların oranı beyazlardan fazla. Yine ABD’de sağlığın bir hak olarak görülmemesi ve sağlık hizmetlerinin kâr amaçlı sektörlerden biri olması ve sosyal eşitlikçi bir anlayışın olmaması da hastalığın daha çok siyahlarda ve diğer azınlık gruplarında daha fazla görülmesine sebep olmakta. Ayrıca siyahlar kentsel mekanlarda çevre ve hava kirliliğine en fazla maruz kalan bölgelerde yaşamaktalar. Temiz suya erişim hususunda da daha dezavantajlı durumdalar. Beyazlarla siyahlar arasındaki servet dağılımındaki uçurum korkunç. Ayrıca siyah nüfusun yaşadığı mahallelerdeki okulların eğitim seviyesi diğerlerine kıyasla çok daha kötü.

BİRÇOKLARINA GÖRE GERÇEK YAĞMA, GÖSTERİCİLERİNKİ DEĞİL DEVLET BÜTÇESİNDEKİ YAĞMAYDI

ABD’deki protesto gösterilerinde bu kez çok daha yoğun bir beyaz katılımını nasıl yorumlamalı? Irkçılığa karşı bir dayanışma mı yoksa Trump yönetimine karşı bir tepki mi?

Bu gösteriler hem ırkçılığa karşı bir dayanışma niteliğini taşıyor hem de Trump yönetimine karşı bir tepki. Ama bu ikisiyle de sınırlanamayacak mahiyette. Amerikan elitinin ülkedeki liberal demokrasiyi yok ederek yerine bir mafya devleti inşa ettiğini iddia eden New York Times için 15 yıl dış muhabirlik yapmış Pulitzer ödüllü yazar Chris Hedges, bu gösterilerin yönetici elitin meşruiyet krizine bir tepki olduğunu söylüyor.

Sokağa çıkan insanlar polislerce işlenen bir cinayeti protesto etmenin ötesinde kendi hayatları üzerinde yeniden hak sahibi olma taleplerini duyurmak istediler. Her yıl silahsız 1100 civarında insanın polis tarafından katledildiği bir dahili kolonileşme haline ve güvenlik güçlerinin kendi insanlarına karşı bir işgal ordusu gibi hareket ediyor olmasına bir tepki olarak da sokağa döküldüler. Elbette siyahlar silahsız olmasına rağmen polis tarafından öldürülen kişiler arasında oransal olarak en büyük kesimi oluşturuyor; fakat tamamı onlardan oluşmuyor (genel nüfusun yüzde 13’ü siyah olmasına karşılık polis tarafından silahsız olmasına rağmen öldürülenlerin oranı yüzde 23). Amerikan toplumu özellikle 1990’lardan itibaren sürekli olarak vatandaşlara -ideal şartlarda olmasa da- eşit oldukları hissini veren kurumsal ve yapısal mekanizmaların aşınması gerçeğini yaşıyor. Ülkenin yaklaşık yarısı yoksulluk seviyesinde veya bu seviyeye yakın şartlarda yaşıyor. Sağlık sistemi imkanları çalışan kesim için her geçen gün daha da ulaşılması imkansız bir hal almakta. Kötü eğitim, sağlıksız beslenme, temiz su, insanın hayatını saygın bir şekilde devam ettirmesini sağlayacak iş imkanlarının azalması, giderek artan borçlanma ve pandemi sürecinde toplumun en alt katmanlarında olanlarının pandemiden an ağır şekilde etkilenmesi gibi hususların hepsine olan tepkiyi görmek mümkündü bu protestolarda.

Covid-19 pandemisi sebebiyle toplumun yaşadığı ekonomik sıkıntıları azaltmak amacıyla Trump yönetimi tarafından hazırladığı 4 trilyon dolarlık teşvik programından da yine en çok istifade edenler şirketler oldu. İşin gerçeği teşvik adeta zengini daha zengin yapmak için bir kaynak transferi amacıyla kullanıldı. Floyd’un ölümünün ardından sokaklara dökülen pek çok göstericinin gözünde ülkedeki hakiki yağma da aslında buydu.

AMERİKAN ÇÖKÜŞÜ TEORİLERİ BİZDE MİLLİ SPOR HALİNE GELDİ

Bu kitlesel gösteriler toplumda bir panik havasına, iç savaşa dönüşeceğine ilişkin kaygıya yol açıyor mu?

Chris Hedges uzun süredir Amerika’da bir iç savaş veya bir toplumsal anarşi halinin yaşanacağı konusunda uyarılar yapan yazılar yazıp konuşmalar yapmakta. En son kitabı “America: The Farewell Tour” böyle bir gelişmenin habercisi niteliğinde bir eser. Hedges, Floyd’un katledilmesinin ardından yapılan gösterileri yorumladığı bir konuşmasında, yaşananlara hiç şaşırmadığını söylemekte. Hedges’in uzun süredir yapmış olduğu eleştirilerinde Amerikalı filozof Richard Rorty ve 1998’de yazmış olduğu “Achieving Our County” eserinden ilhamını aldığını görüyoruz. Bu eserinde Rorty, ilerleyen yıllarda sistemden hayal kırıklığına uğrayan zümrelerin bir otokratı iktidara getirmesinin ardından muhtemel bir faşizm deneyimi ve yaşanacak siyasi ve toplumsal kaos ihtimali üzerinde duruyor.

Dolayısıyla bu gösterilerin ardından bizim ülkemizde de hemen ABD’nin sonunun geldiği ve bir iç savaşa yuvarlandığı tartışmaları yapılmaya başlandı. Lakin Rorty ve Hedges’in tahlilleriyle bizde bir milli spor olan Amerika’nın yıkılışı beklentileri arasında ciddi niteliksel farklılıklar bulunduğunu belirtmek lazım.

Chris Edges’in benim de katıldığım çoğu eleştirilerini, ‘iç savaşın kaçınılmaz olduğu’ şeklinde okumuyorum. Çünkü Amerikan sistemi, her ne kadar kendini reforme etme konusunda genelde isteksiz ve yavaş olsa da, henüz bu esnekliğini kaybetmemiş durumda. Amerikan toplumunda mevcut sisteme karşı hem sağda hem solda tepkiler giderek artıyor olmasına rağmen henüz çok büyük bir çoğunluk hiçbir şey değişmeyecek deme derecesinde bir umutsuzluğa kapılmış değil. Zaten gösteriler de bunu bize gösteriyor. Bir değişim beklentisi var ve bunu insanlar ifade etmek için sokaktalar. Dolayısıyla vatandaşın büyük çoğunluğunun bu gidişatın sonunun bir iç savaş olduğuna dair bir kaygı olduğu kanısında değilim. Nihayetinde toplumsal talepleri belli haklardan istifade ederek merkeze iletme konusunda tarihi bir deneyime sahip bir toplum olduğu gerçeğini gözardı etmemek gerekiyor. Gösterileri talep etmeden ve bir bedel ödenmeden iktidardan bir nimet olarak hakların verilmesinin mümkün olmayacağını düşünen toplumsal kesimlerin bir kendini ifadesi biçiminde okumak gerekiyor.

Gösterilerin zaten çoğunluğu oldukça barışçıl bir şekilde ve her renkten ve farklı sosyal kesimlerden insanları bir araya getirir nitelikte. Yağmalama ve çeşitli binaları ateşe verme olayında birtakım fırsatçıların elbette etkisi olmuş olabilir; fakat asıl burada üzerinde durulması gereken durum şu: Göstericilere karşı güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanması ve marjinalize edilmiş kesimlerin kendilerini ifade etmeleri için onlara başka bir yolun bırakılmamış olması. Eğer bir panik yaşayan olduysa, o da Beyaz Saray’daki sığınakta soluğu alan Trump’la etrafındakiler oldu.

Güvenlik güçlerinin ilk başlarda gösterileri bastırma girişiminin olayları daha da azdırması üzerine Trump dışındaki yetkililerin büyük çoğunluğunun sağduyulu hareketi daha büyük bir felaketin yaşanmasının önüne geçti. Floyd sonrası protestolarda geniş spektrumlu katılımcı kitlesinin olması bir defa iç savaş spekülasyonlarının önüne geçen bir olgu. Trump’ın şahsının sorumsuz ve kışkırtıcı tavrına rağmen yerel yönetimlerin çoğunluğunun ve ordunun/ulusal muhafızların olumlu tepki vermesi de gösterilerin patlamaya dönüşmesine fırsat vermedi. Bu arada gösterilerin ABD dışında da yankı bulması ve başta ırkçılık olmak üzere yaşanan benzer sorunların dile getirilmesini sağlaması mühim bir husus olarak kaydedilmeli.

Elbette başkanlık seçimlerinin yaklaşmakta olduğu konjonktürde Trump tabanını konsolide etmek için ayrıştırıcı dil kullanmaya devam edecektir. Trump’ın siyaset tarzının iktisadi ve sosyal şikayetlerinden kaynaklanan öfkesini bir kimlik siyasetine dönüştürmüş olan fakir beyazlarla fakir siyahları birbirine düşürtme potansiyeli var. Ancak bunu frenleyecek bir mekanizma olarak Demokratların başkan adayı Biden’ın da seçim söylemi ve programı önem taşıyor. Biden ekibi, önseçimlerde rekabet ettiği adaylara destek veren seçmenin (özellikle Bernie Sanders ile Elizabeth Warren taraftarlarının) oylarını almak için bu adayların programlarından istifade edeceklerini açıklamışlardı. Bu gösterilerden sonra bunu yapmaları daha da elzem bir durum arz ediyor. Chris Hedges’in ısrarla üzerinde durduğu bir durum var: Amerika mevcut haliyle bir oligarşi ve her iki parti de bunun devamında ısrarlı görünüyor. Bu sebeple de iki aday arasında yapılacak seçimler aslında Amerikan halkına tek bir seçenek sunuyor: Oligarşi. Biden’in Trump karşısındaki şansı büyük ölçüde bu seçimi tek tercihli bir seçim olmaktan çıkarmasına bağlı. Amerikan sisteminin uzun sürede geleceği de oligarşik yapının daha katılımcı bir siyasi rejime dönüştürülmesinden geçiyor.

Levent Baştürk kimdir?

Levent Baştürk, 1964 yılında Merzifon’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 1986 yılında mezun oldu. ABD’nde Pittsburgh ve Denver üniversitelerinde Uluslararası İlişkiler ve Mukayeseli Siyaset dallarında lisans üstü çalışmalarına devam etti. ABD’de yaşadığı süre boyunca Muslim American Society Freedom Foundation ve WisdomNet Foundation gibi Müslüman toplumun sorunlarına eğilen sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına aktif olarak katıldı. Şubat 2012-Temmuz 2013 tarihleri arasında Ankara’da Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nda (SETA) araştırmacı olarak çalıştı. SETA Yayınları arasında çıkan “Irak Siyasetini Anlama Kılavuzu” adlı çalışmanın yazarları arasındadır. ABD ve Türkiye’de çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde Türk siyaseti ve uluslararası ilişkiler konularında yazıları yayınlandı. Dünya Bülteni ve Haberiyat portallarında dış politika yazıları kaleme aldı. Baştürk, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Kamu Yönetimi bölümlerinde Temmuz 2013-Eylül 2018 tarihleri arasında Siyaset Bilimi, Karşılaştırmalı Siyasal Sistemleri Sivil Toplum ve Demokrasi, Uluslararası İlişkilere Giriş, Amerikan Dış Politikası ve Ortadoğu derslerini verdi. 2019 Yerel Seçimlerinde Saadet Partisi'nin Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı oldu.


İslam Özkan Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.