YAZARLAR

Zedelenmiş erkeklik, zedeleyen ebeveynlik

Hayat narsisistlere artık en büyük cezayı verecektir; bir ötekiyle ilişki kurmanın hazzından mahrum kalma cezası. Asla derin bir sevgi deneyimi yaşayamazlar.

Geçen hafta sosyal medyada #erkekleryerinibilsin hashtag'iyle cinsiyetçi söylemlere dair ezberler bir güzel bozuldu. Kadınlara yönelik sarf edilen cinsiyetçi cümleler, kinayeli olarak erkeklere yönelik kullanıldı. Görmeyen duymayan için özellikle Gaye Su Akyol’un tweetlerinden birkaç örnek vereyim;

Erkek şort giyiyorsa aranıyordur.

Plajda üstsüz erkek, perdesiz eve benzer. Ya satılıktır ya kiralık.

Kocasını dövmeyen dizini döver.

Erkek dediğin evinden damatlığıyla çıkar, kefeniyle döner. Vs…

Birkaç günlüğüne de olsa dünya tersine döndü. Bir kez daha düşündüm ki; dil ne acayip şey ve ne büyük bir iktidar alanı… Farkında olalım olmayalım nasıl da belirliyor tüm düşünce sistemimizi…

Önce dili kullanma biçimimizle başlıyor olan biten, sonra zaten gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Kadını aşağılayan, değersizleştiren bu eril dilin altında zedelenmiş bir erkeklik vurgusu olduğunu düşünüyorum (Aynı olay tersinden olmuş olsaydı aynısını kadınlar için de düşünebilirdim, fakat bilmem kaç yüz yıllık hikaye kadınlardan değil, erkeklerden başlıyor).

Bu nefret söylemini kullanan dilin ardında öyle zedelenmiş bir erkeklik var ki, ancak öbürünü tarumar ederek, öbürü üzerinde iktidar kurarak kendisini onarabileceğini sanıyor.

Zedelenmiş erkeklik diyorsam, peki zedeleyen kim bu denklemde? Zedelenmiş erkekler gökten zembille inmiyorlar neyse ki, bunun bir oluşum süreci var. İşte bu yazı ona dair.

Narsisistik kişilik bozukluğunun yüzde 80’inin erkeklerde görülmesi, bizleri bunun toplumsal tarafı üzerine, ebeveynlik sistemleri, eril zihniyet üzerine düşündürmeli… Bu açıdan baktığımızda narsisizm en çok toplumsal bir patolojidir. Elbette bütün narsisistler aynı değildir, herkeste başka biçimlerde ve şiddette seyredebilir. Benim bu yazıda yazacaklarım biraz genelleme içerecek, bu şerhi düşerek devam edeyim.

Şimdi efendim psikoterapistliğin bana verdiği yetkiye dayanarak erkek kısmında görülen narsisizme (evet, bu yazının konusu erkek narsisizmi), zedelenmiş erkeklik diyorum, iyi bir günümdeysem büyü(ye)meyen yıkıcı çocukluk da diyebilirim. Canım benim! Naapsın? Sevilmemiş biri sevebilir mi? Sevemez. Sevmek isteyene de izin ver(e)mez. Sevgiyi alamaz, sevgiyi kabul etme becerisi gelişmemiştir, sevgiyle ne yapacağını bil(e)mez çünkü kendisi hayattan alacaklıdır. Temel duygusal besin değerlerinden öyle yoksundur ki duygusal besin değerlerini hem kendisi nasıl vereceğini bilmez hem de ötekinden nasıl beslenebileceğini… Narsisizmin altında çok ciddi bir özgüven eksikliğinin, kendini sev(e)memenin, kabul görmeme kaygısının olduğunu biliyoruz. Müthiş bir değersizlik duygusu ve bu değersizlikle baş edebilmek adına sürekli öteki tarafından pohpohlanma ihtiyacı… Bu ihtiyaç dolayısıyla da narsisist birey, ilgi oburudur, sürekli onu kendisine gösterecek aynalara ihtiyaç duyar. Her nesne onun için aynadır. Dolayısıyla öteki yoktur, sadece o vardır. Tüm ilgi kendisinde olacak, hayatınızın merkezine bağdaş kuracaktır. Varsa yoksa onun hayatıyla hemhâl olmanız gerekir. Öyle çekicidir ki siz de uyumlanıverirsiniz ona, epey verici davranırsınız ancak kötü haber, ağzınızla kuş tutsanız da yaranamazsınız, yetemezsiniz, yetemediğiniz gibi de sizi sürekli başkalarıyla kıyaslar. O görmek istediği gibi görecektir dünyayı. Kendi yetersizliğini ve değersizliğini size öyle güzel yansıtır ki, tüm hissettiğiniz değersizlik duyguları tam da onun kendisiyle ilgili hissettiği ama adını asla koyamayacağı şeydir işte. Atın o duyguyu üstünüzden, o duygu size ait değil; ona ait. Siz gerçekten kendinizi onun sizi gördüğü gibi görmeye başlarsınız. Çünkü narsisist birey nefes alıp vermesini ancak bu manipülasyonlara borçludur. Hava-su gibidir bu manipülasyonlar, yoksa yaşayamaz.

E sonra ne olur? Narsisist bireye maruz kalan kişi olarak kendinize yabancılaşırsınız, bedeniniz birtakım psikosomatik tepkiler verir, depresyondan/anksiyeteden musdarip olursunuz, nefretle küçülür kalbiniz, duygusal olarak sömürülmüşsünüzdür ve de en yakın psikoloğa atıverirsiniz kendinizi. Ya da narsisist partneriniz sizi delirdiğinize ikna eder, hatta seans ücretini elinize tutuşturur ve sizi bir psikoloğa yollayıverir. Çünkü hala öğrenemediyseniz söyleyeyim sorun onda değil sizdedir; hep sizde!

Narsisizm, kişinin kırılgan iç dünyasını dış dünyaya göstermemek adına taktığı incecik bir porselen maskedir aslında. Çok şık, çok güzel, çok etkileyici bir maskedir bu, ama çıt diye kırılması an meselesidir. Onu kimseler anlayamaz, o hep haksızlığa uğrayandır, hemen incinen ve kıymeti bilinmeyendir. Bu kişiler derinlerdeki yaralı benliklerini hissetmekten kaçınmak için kafalarında idealize ettikleri sahte bir kendilik imajı yaratırlar ve ona aşık olurlar (Bkz. kendi yansımasına aşık olan Narcissos’un hikayesi). Çoğunluğu hayatı çeşitli düzeylerde oluşturdukları idealizasyon düzenekleriyle algılarlar. Her şey büyük büyük cümlelerle yaşanır ama sonra küçücük kalır. Dengenizi şaşırırsınız.

Narsisistler kadar sizi göklere çıkaran biri daha yoktur ama sonra sizi oradan öyle bir iter ki ağzınız gözünüz patlar. Sizi göklere çıkarması da babasının hayrına değil elbette; o sizi göklere çıkardıkça siz ona aşık olacaksınız ve o da bir kez daha kendisine hayran kalacaktır. O ne mükemmeldir o. Tabii siz de mükemmel(!) olmalısınızdır zira ona ancak bir mükemmel yakışır. Çünkü narsisizm kişinin kendisine yakışanla birlikte olmasıdır. Kaçın kurtarın kendinizi diyeceğim ama öyle kolay olmaz bu, narsisist bir adam terk edilmeye asla katlanamaz, terk edecek biri varsa o ancak kendisi olmalıdır, son sözü o söyler, son noktayı o koyar. Siz onu terk etmeye yeltendiğinizde ise önce saldırganlaşacak, güç savaşına girecek sonra -şansınız varsa- yine dünyanın en harika erkeği olacak, sizi kendisine bağımlı kılacak, siz yaptığınızın büyük bir hata olduğunu düşünecek ve yine onun ağına düşeceksinizdir.

Bu cümlelerimin birçok kadına tanıdık geldiğini biliyorum. Laf aramızda ama narsisizmi bu kadar derinden bilmemize çok içerliyorum. Niçin bu kadar biliyoruz ki biz bunu? Bu bize niçin bu kadar tanıdık? Çünkü kutsal analık müessesesi üzerine kurulu bir coğrafya bize bunu çok güzel öğretiyor. Analığını bu kadar kutsayan evlatlarını da kutsayacaktır, o evlat hele bir de erkekse… Büyüyünce de o evlat baba olacaktır haliyle ve narsisizm elden ele, kuşaktan kuşağa…

Şimdi "Kutsal analık tarafından kutsanan erkeklik, niçin “zedelenmiş erkeklik” olsun ki?" diye bir soru atalım ortaya. Sonuçta o erkek canlısı mis gibi ilgi, sevgi görmemiş midir? Görmemiştir efendim, annesinin uzantısı olarak görülmekten, annesinin işgali altında kalmaktan, adeta annesinin ikame bir penisi olarak görülmekten öteye gidememiştir oğlanımız. “İkame penis” derken penis sembolizasyonu üzerinden ikame gücü kastediyorum burada. O oğlan çocuğu, anası tarafından ne yazık ki bir öteki olarak hiç muhatap alınmamıştır. Oğlan yoktur yani orada, kutsal analık (anayım ben, ana!!!) ve anasının ürünü olan o muhteşem yüce oğul vardır. Bu yüzden bu errrkek evlada asla sınır konmaz, ona her istediğini yapma hakkı tanınır, şımartılır. Kadın şu hayatta yapamadıklarını oğluna devretmiştir, ancak onun yaptıkları üzerinden tatmin olur. (Bu coğrafyada rastladığımız hamamda oğluna kız bakan ana, gerçekten o kızı oğluna mu bakıyordur?! Bu hamam meselesine girersem çıkamam, geçiyorum o yüzden. Kayınvalide-gelin tartışmalarının, “Kadın kadının kurdudur” cümlesinin yani kadın hasedinin temelinde tam da bu eril güç mücadelesinin içselleştirilmiş versiyonu vardır.)

Velhasıl erkek evlada her şey mübahtır, elinin kiridir. O her durumda haklıdır. O çok özeldir çünkü anasının kuzusu, aslanı, paşasıdır. Peki kadına başka bir çıkış yolu bırakmayan, analığın kutsallığını ısrarla vurgulayan ve kadını acımasızca değersizleştiren kim? Elbette bu eril sistem, ataerkil düzen. Toksik annelik, gücünü bu eril duygusal şiddetten almaktadır. Başka çıkış yolu yoktur kadının, onun da kendisini yaşatması gerekecektir. Alın size tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıkar denklemi. İkisi tabii ki çok iç içe!

Makul miktarda narsisizm sağlıklı olabilir ve her birimizin bizi ve ötekini zorlayan narsisistik tarafları mutlaka vardır, bunları görmek ve bunlar üzerine düşünmek ve bir psikoterapistle çalışmak son derece hayırlı olur.

Bana göre narsisizm, ötekini yok sayan boyutlara ulaştığında tehlike çanları çalıyor demektir. Tabii şunu da tekrar ekleyeyim narsisizm sadece erkeklerde değil kadınlarda da görülür. Ama ben bu yazı kapsamında hem erkekte görülen narsisizmden hem de daha patolojik durumlardan yani narsisistik kişilik bozukluğundan bahsediyorum. Bu bozukluk çok erken döneme ait bir patoloji. Bu bireylerin çocukluğunda mutlaka sorunlu bir ebeveyn ilişkisine rastlarız. Bir tanesini yukarıda anlattım, bir diğeri de otoriter, soğuk ebeveynlerdir. Onlar evlatlarını koşullu olarak severler ya da sevgilerini göster(e)mezler. Geleceğin narsisist adayı ancak başarılarıyla ve ebeveynlerini mutlu etmesiyle var olabilir. Onlar uslu durdukları, ödevlerini yaptıkları, çişlerini kaçırmadıkları, iyi not aldıkları ölçüde sevilirler. Çocuk bir şeyi hatalı yaparsa veya eksik bırakırsa sevilmeyeceğinden öyle korkar ki tüm dikkatini başkalarının onun hakkında ne düşündüğüne harcar. Çocukluklarında sürekli eleştirilir, küçümsenir, utandırılır, yetersiz ve değersiz hissettirilir. Aileleri tarafından asla oldukları gibi kabul edilmez bu çocuklar, o yüzden de bu kişilerin yetişkinliklerinde başkalarının onun hakkında ne düşündüğü haddinden fazla önemlidir. Başkalarını etkilemeye ve kendilerine hayran bırakmaya bu kadar adanmış olmaları da en çok bununla ilgilidir. Küçükken kendi ebeveynlerini bir türlü mutlu edemedikleri ve onlara bir türlü yeterli gelmedikleri için yetişkin olduklarında da kendi başarıları onlara asla yetmez. O memnuniyetsiz ebeveyni içselleştirmişlerdir çünkü. Hep daha fazlasına, daha fazlasına ihtiyaç duyarlar. Koşarlar, koşarlar, koşarlar… Çok fazla haz odaklı oluşları o hazzın içerisinde asla kal(a)mamalarıyla ilgilidir. Cinsellik de bundan nasibini alır. Pornografi ve mastürbasyon bağımlılığı, kendilerini sürekli paranteze aldıklarının göstergesidir. Kendilerine hep dışarıdan bakmaya çalışırlar, o yüzden bir şeyin içinde olmak, hissetmek konusunda epey zorluk yaşarlar. Partnerleri onlar için bir öteki değil; meta, kendilerinin uzantısıdır. Kırılgan narsisistimiz sadece kendi ihtiyaçlarını, önceliklerini, hazlarını merkeze alır; sizden de bu bekler. Hele bir almayın ona dünyanın en büyük hayal kırıklığını yaşatırsınız yani narsisistik yaralanmayı… Demin de söylediğim gibi çünkü o hayattan alacaklıdır, dolayısıyla sizden de… Valla ben yazarken yoruldum, bir de onları düşünün. Yani ben çok eminim ki dışı sizi içi onu yakıyor. Ama işte narsisist birey, içindeki yangını görmemek için yüzünü hep başka yöne çevirir.

Gördüğünüz gibi narsisistik bireylerin çocukluklarında sınırlar ya hiç yoktur ya da sınırları gösteren değil de “sınır benim” diyen bir ebeveynlik sistemi vardır. İkisinde de ötekinin varlığı söz konusu değildir. Çocuk ebeveynlerinin dünyasında bir öteki olarak var olamazsa elbette yetişkin hayatında da ötekinin ötekiliğini göremeyecektir.

Dolayısıyla da hayat onlara artık en büyük cezayı verecektir; bir ötekiyle ilişki kurmanın hazzından mahrum kalma cezası. Asla derin bir sevgi deneyimi yaşayamazlar. Hep aynı çukurun, aynı tür savaşçı ilişkilerin içinde bulurlar kendilerini. Daha ne olsun. Yani diyeceğim o ki ona vuran vurmuştur, bir de siz vurmayın.

Mesela bu yazı bir narsisisti ya rahatsız eder ya da ona asla ulaşamaz. Çünkü tahmin edersiniz ki narsisistik kişilik bozukluğundan musdarip birisi, asla bununla yüzleşemez. Allah yüzüne güldüyse o başka semptomlar için psikolojik destek almaya karar verir ve altından çıkan narsisizmle de terapisti usul usul çalışır, ama itiraf edeyim ki zor bir gruptur onlar. Yani birine “sen narsisistsin, psikoloğa gitmelisin” denmez, sakın ha! Derseniz onu çok yaralamış ve öfkelendirmiş olursunuz, ne münasebet yani, o tanrının yeryüzündeki suretidir. Kendisini başka bir semptomundan yumuşaklıkla yönlendirmeniz gerekir.

Bir psikolog klişesi vardır, psikoloğa gerçek hastalar gitmez, gerçek hastaların hasta ettikleri gider diye. Bu ifade en çok narsisistik kişilik bozukluğu yaşayan insanlar için geçerlidir diyebilirim. Burada “gerçek hastalar” ifadesi yerine narsisistik kişilik bozukluğunu koyabilirsiniz.

Şimdi o çok kutsanan ve burnundan kıl aldırmayan ırk meselesine, siyasi partilere hatta birçok ideolojiye bir de narsisizm perspektifinden bakalım. Kutsanan analığın oğlunu kutsamasını unutmadan, zedelenmişlikleri ve zedeleyenleri inkâr etmeden…

En başa ve dil meselesine dönecek olursam kadınların attığı o tersine dünya tweetleri birçok erkeği rahatsız etti, narsisizmlerine çomak soktu. Hem aynalanmış oldular hem de eril dil bence herkesi rahatsız eder, etmelidir de. Hep yazdığım bir şey var; bir dil kadın kullanınca dişil, erkek kullanınca eril olmuyor. Bir dili eril yapan şey, iktidarın dili olmasıdır. Hükmedici, işgalci, buyurgan, aşağılayıcı ve kapalı bir dil olmasıdır. Kadın ya da erkek kullanmış fark etmez. Ama unutmamak gerekir ki mutlaka zedelenmiş bir benliğin ürünüdür. Zedelenmiş benlik, eğer üzerine çalışılmamışsa ve onu değiştirmeye niyetlenilmemişse ze-de-ler! Kadın, erkek fark etmez. Sonrasında elimizde zedelenmiş ilişkiler, zedelenmiş çocuklar dolayısıyla da zedelenmiş bir toplum kalır.

Not-1: Konuya ilgi duyanların farkındalık geliştirmeleri adına çok kıymetli bir kitap önereyim;

Pascale Chapaux-Morelli ve Pascal Couderc tarafından kaleme alınan, İletişim Yayınlarından çıkan “İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon-Narsist Bir Partnerle Yüzleşmek”.

Not-2 : Bu yazıyı okuyan kişilere Sophie Mackintosh’un Su Kürü romanından hareketle yazdığım “Toksik erkekler hasarlı kadınlar” başlıklı yazımı da okumalarını tavsiye ederim.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.