YAZARLAR

Direniş belki biraz, başkaldırı sakın ha

“Farce” teriminin tam Türkçesini bulamıyorum bir türlü. “Maskaralık” demeli belki. İçinde yaşadığımız “ileri demokrasi”, yok “Türk tipi başkanlık rejimi” filan değil, basbayağı maskaralıktan ibaret işte. Anayasa var ama yok. “Mış gibi” yapıyoruz. Hepimiz.

CHP’li milletvekili Enis Berberoğlu kendi partisinin genel merkezinde basın toplantısı düzenleyerek teslim olacağını açıklamıştı. Aynı gece evinden gözaltına alındı. Sahi, bir de “iki HDP’li milletvekili” tutuklanıp, cezaevine konulmuş sanırım. Haydi, onları şey etmeyelim şimdi, eleştirel yazının tadı kaçmasın. Erbil’e ziyarete gelen eski/yeni milletvekillerinin kartlarında kaçıncı dönem görev yaptıkları yazardı, partileri yazmazdı. Ben de sohbet arasında, illa merak eder, önce kendim anlamaya çalışır sonra öğrenirdim partilerini. O zaman uyarmışlardı beni Ankara’dan, resmi yazışmada milletvekilinin partisinin değil hangi ili temsil ettiğinin ve döneminin belirtilmesi gerektiği yollu. Leyla Güven Hakkâri ve Musa Farisoğulları Diyarbakır milletvekilidir. Oy versek de, vermesek de. Hani hepimizin, tüm yurttaşların vekili ya sözkonusu anayasal temsilcilerimiz. Ama insan “HDP milletvekili” olunca tabii. Neyse.

Bunun üzerine CHP Başkan Vekili Engin Altay da toplamış arkadaşlarını dayanmış TBMM Başkanı Şentop’un kapısına. Ve kapalı bulunca kapıyı, eşiğine bir anayasa kitapçığı bırakmış. Mazallah zihinlerde adeta mahut Babıali Baskını imgeleri canlanıyor. Meclis Başkanı Şentop da, istihbaratı kuvvetli olacak tevekkeli, Altay ve arkadaşları baskın vermeden “bir dakika önce” ayrılmış makam odasından. Firenklerin “coup de théâtre” dedikleri, Can Yücel’e öykünerek özgür, uyarlamacı bir çeviri yaparsak, “ne hakla, otuz beşe bakla!” vaziyeti. Meclis koridorlarına “dökülen” CHP’lileri dostça uyaralım: Bundan ötesi, şu latif iklimli, güneşli günlerde meclis bahçesine çıkmak olabilir ki, o vahim adımı düşünmek dahi istemiyor insan. Kamu düzenine varoluşsal tehdit kategorisine girer zira.

Sözünü ettiğim bu yaratıcı, sert ve etkin direniş eyleminin başını çeken, “elebaşısı” mı demeli Altay, anayasa kitapçığını kapıya bırakırken “hâlâ var olduğunu, yürürlükte olduğunu TBMM Başkanı’na hatırlatmaktan büyük üzüntü duyuyorum ama buna ihtiyaç doğdu” demiş. “Ciğerim yana yana evet”, “anayasaya aykırı ama evet” demek geliyor benim de içimden. Ve “büyük üzüntü” ne kelime, derin bir yeis sarıyor bünyemi. “Aziz Allah” diye hayıflanarak, iç çekiyorum. “O tren çoktan gardan ayrıldı baba” demek de geliyor ama önünde yüz kişinin katletildiği Ankara Garı da devre dışı epeydir heyhat. Tam geçen  yazımda anlamlandırmaya çabaladığım “CHP sokağa çıktı, anarşiden, terörden yana’ söylemlerine yöneldiler; biz bu oyunlara gelmeyeceğiz” çerçevesindeki Kılıçdaroğlu yaklaşımının alandaki uygulaması olmuş, kutlarım.

“Farce” teriminin tam Türkçesini bulamıyorum bir türlü. “Maskaralık” demeli belki. İçinde yaşadığımız “ileri demokrasi”, yok “Türk tipi başkanlık rejimi” filan değil, basbayağı maskaralıktan ibaret işte. Anayasa var ama yok. “Mış gibi” yapıyoruz. Hepimiz. Sizi bilmem, ben anayasa deyince Murat Sevinç’in öğrencisiyim. Hocayı attılar da Mülkiye’deki kürsüsünden, istifade eder olduk. Aklımda ne de güzel anayasa metinleri olduğunu, hatta büyüyüp ülkenin başına geçtiğimde Rabbim nasip kısmet ederse bizzat onun başkanlığında bir kurula yazdıracağımı söylediğimde yeni anayasa metnini, müstehzi gülümsemesi geliyor gözlerimin önüne. Kağıtlara yazılı tumturaklı cümleler midir anayasalar? Şu satırları yazan bu pırıltılı beyin, kaleminin ucunu sivriltip, patlatamaz mı sağlamından bir anayasa? Sırrı Süreyya Önder de, Engin Günaydın’la sohbetinde, kendi yazmakta olduğu anayasada adını geçirmeyi önermişti. Herhalde ondan geri kalmam ben de.

Deneyimim de hiç yok değil. Derler ya, “biz de boş değiliz” yani. Bağdat’tayken, ülkesi Güney Afrika’da Mandela’yla birlikte “apartheid” rejiminin kaldırılması için mücadele etmiş hukukçu Fink Haysom’un başkanlığında yapılan BM anayasa yazım toplantılarına düzenli katılırdım. O zaman Geçici İdari Kanun (“TAL”) yürürlükteydi, başta da ABD prokonsulu Bremer vardı. Belki son zamanlarda “demokrasi ittifakı” değil “cumhuriyet için birlik” etrafında buluşmak gerektiğini tutturmam bundandır. Önce şu Teşkilat-ı Esasiye üzerinde anlaşsak, biz demir alsak, istim arkadan gelse? Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına gelirken “devlet” deyince “teşkilât-ı esasiye” anlasak artık, “teşkilât-ı mahsusa” yerine: “Yaz tahtaya bir daha, tüm defteri kitabı…” Yahut bir devasa büyükşehir belediyesi mi sanıyor acaba CHP, Türkiye Cumhuriyeti devletini? Türkiye’nin gerçekten şanzıman dağıtmakta olduğunu, saatin on ikiye beş kalayı gösterdiğini kavrayacak mı CHP? Halen dahi şüpheleri varsa ve büyük harfle “devlet” deyince zihinlerinde canlanan MGK ise dönüp son MGK toplantısı basın açıklamasının içler acısı haline bakmaları yeterli.

Biz birbirine benzemez “muhalifler” Kürtlere Kürtlük öğretmeye, Kürtlüğün sağını, Kürtlüğün solunu konuşmaya devam edelim, Sayın Erdoğan eksik olmasınlar hepimize Kürtlüğü öğretti: “Berxwedan jiyane” imiş hakikaten. Bu sloganın yine Can Yücel’e öykünen çevirisi de “ömür törpüsü” olacak sanırım. Onun karşısına bir tutam veya aldığı kadar “her şey güzel olacak” bırakalım, lezzet yerine gelsin. “Berxwedan tamam, ama o da bir yere kadar, oturduğumuz yerden; Allah saklasın serhıldan no no…” diyor Kılıçdaroğlu, o da eğer sesini duyan olursa. George Floyd için tek dizlerini yere koyan Bursasporlu topçular, Nazım Hikmet’i anan Akşener, Davutoğlu vs hesabı. Sıkıntı yok, oyuna devam. Bir dönem “kendileri içeride ama fikirleri iktidarda” olanlar vardı. Şimdi Kılıçdaroğlu doktrini muhalefette ama milletvekilleri cezaevinde. CHP’nin oy oranı da değişmedi, on yıllardır sabit: Tut aşağı vur yukarı yüzde yirmi beş.

Sonuç niyetine anımsatalım: Selahattin Demirtaş, 4 Kasım 2016 tarihinden bu yana Edirne Cezaevi’nde.

*Bu yazı bağlamında, bulabilen olursa Danimarkalı yönetmen Andreas Dalsgaard’ın 2014 yılı yapımı “Life is Sacred” (“Yaşam Kutsaldır”) belgeselini değerli okurlarıma önermek isterim. O yıl “açılım” henüz yürürlükteydi, izlediğimde etkilenerek “keşke Kürtçe altyazılı da olarak, geniş biçimde gösterime girse” demiştim kendi kendime. Kolombiya’daki barış ve demokratikleşme sürecini, o süreçte başarısız ama başarılı başkanlık adayı Bogota Belediye Başkanı felsefeci Antanas Mockus’un öyküsü aktarılıyordu.  Pablo Larrain’in 2012 yapımı Şili filmi “No” çok revaçtadır ya bizde, sözünü ettiğim belgesel sanki daha iyi oturuyor aslında. Bence tabii, naçizane öneri kabilinden.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.