YAZARLAR

Mimarlık Covid-19’a merhem olur mu?

Mimarlıkta bilgi üretimine bakıldığında bu süreçte emek sömürüsü ve mekân ilişkisi, modern kentin yeniden ele alınması ve seyreltilme gerekliliği, mevcut konut stokunun sağlıksızlığı gibi konular ele alınıyor. Meslek pratiği ise eski normalin yeni normalini sürdürmekten öte geçemiyor.

Son beş ay içerisinde Covid-19 pandemisi ile birlikte gündelik hayatımız, bu hayatın mekânı kent ve yer ölçeğinde mekânla kurduğumuz ilişki ters yüz oldu. Yeni normalimiz artık ev dışında maske takmak ve bir buçuk metrelik fiziksel mesafeyi korumak. Ayrıca kısa sürede pandeminin bir sağlık sorundan öte sınıfsal olduğuna, devletlerin daha da otoriterleştiğine ve emek sömürüsünün arttığına tanık olduk. Buna paralel bugün hukukçusundan, siyaset bilimcisinden, beşeri coğrafyacısından tarihçisine çeşitli uzmanlar yeni oluşan siyasal sistemi ve bunun toplumsal yapıya yansımalarını tartışıyorlar.

Mimarlık disiplini de bu tartışmaların dışında değil. Bir gereklilik haline gelen yeni mekânsal dönüşümler ve bunun gündelik hayatımıza etkileri oldukça verimli bir tartışma alanı yarattı; beraberinde mekânsal çözümler ve tasarımlar art arda gelmeye başladı. Aralarında neler yok ki, havaalanı, fuar alanı gibi mekânların hızla pandemi hastanelerine dönüşmeleri, evsizler için konteyner barınma birimleri, park ve semt pazarı gibi alanların yeniden organize edilmeleri, korunaklı konut ve hatta restoranlarda özel cam küplerde yemek alanı tasarımları.

Mediamatic Eten Restoran, Amsterdam

Semp pazarı tasarımı; ekip: Ayşenur Kara (Endüstri Ürünleri Tasarımcısı), Aslı Naz Atasoy (Mimar), Ezgi Sapmaz  (Şehir ve Bölge Plancısı), Gizem Güvlü (Mimar), Sinan Karadaş (Mimar), Ümit Basuk (Mimar)

Tasarımların mimari kalitesi konusuna girmeyeceğim, ama ortada konuşulması ve anlaşılması gereken iki önemli durum söz konusu.

Mimarlıkta bilgi üretimine bakıldığında bu süreçte emek sömürüsü ve mekân ilişkisi, modern kentin yeniden ele alınması ve seyreltilme gerekliliği, mevcut konut stokunun sağlıksızlığı gibi konular ele alınıyor. Meslek pratiği ise eski normalin yeni normalini sürdürmekten öte geçemiyor.

Peki, bugünlerde üzerine çokça konuşulan eski normalde mimarlığın yeri neydi ki?

Sınıf ayrımı ve gelir eşitsizliğinin sürekli arttığı, insanların köleleştiği bir dünyadan bahsediyoruz. Koşulsuz emek sömürüsüne dayalı üretim-tüketim döngüsü her koşulda devam etmeli. Daha önemlisi insanları üretken ve tüketen bireyler yapan modern iktidarların bio-politikaları terk edilip, ölümü meşrulaştıran, kimin ölüp kimin yaşayacağına karar veren nekro-politikalara geçileli çok oldu. Ve bugünün pandemisi, kolayca feda edilebilecek nesnelere indirgendiğimizi bir kere daha bizlere gösterdi.

Kapitalizm sonrası ya da herkesçe kullanılan adıyla neoliberalizm denilen bu dünyada mimarlık pratiği rant projelerinin ve kentlerin yağmalanmasının aracına indirgenirken, bir yandan da mimarlık disiplini lanetleniyor ve değersizleşiyor. Bugün düşünsel üretimi ile mimarlığa katkıda bulunan ve dünya çapında büyük projelere imza atmış Rem Koolhaas bile mimarlığa olan inancını yitirdiğini söyleyerek, bir nevi mimarlığı ve kendini inkar etmiş durumda. Belki de hal böyle iken mimarlığın Covid-19 pandemisine verdiği her yanıtın eski normalin yeni normalini sürdürmesi ile kısıtlanmasına şaşmamalı.

Tabii burada sorulması gereken başka, önemli bir soru var. Pandemi öncesinde de sağlıksız kentlerde ve konutlarda yaşarken, fabrikalarda yine sağlıksız koşullarda üretim yapılırken, mekân sömürü ve öncelikle işçi sınıfı olmak üzere toplumun disipline edilme aracı olmuşken, mimarlık ne yapıyordu?

Soruyu cevaplamaya gerek duymadan başta belirttiğim ikinci konuşulması ve anlaşılması gereken konuya geçelim.

Virüs bulaşmamasına yönelik mekân önerileri, mimarlığın yeni normalin toplumunu yeniden üretmek gibi öncü bir role büründüğünü de gösteriyor. Bu refleks mimarlığın tekrar kendini değerli kılma çabası olarak görülebilir. Eğer “tekrar” kelimesini kullanıyorsak, demek mimarlığın toplum nezdinde değerli olduğu bir dönemin varlığından bahsedilmeli.

Tüm mimarlık tarihine bakıldığında, daha önce sadece soylu ve ruhban sınıfı gibi toplumun ayrıcalıklı kesimine hizmet veren mimarlık, ancak 20'inci yy. başında, 19'uncu yy’den devralınan konut sorununu çözmek ve modern toplumu dönüştürmek gibi öncü bir role büründü. İlk defa mimarlık toplum için oldu. Toplu konut tasarımında yenilikçi öneriler, buna eşlik eden düşünsel üretim ve manifestolar mimarlığa daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir ivme kazandırdı.

Ancak modern mimarlığın temel sorunu modern topluma eşlik edecek nesnelerin biçiminin ne olduğunu kavrarken (ki halen bu biçimlerden türetilmiş nesneler çoğulluğunu kullanıyoruz), bu yeni toplumun nelere dönüştüğü konusundaki kavrayış yetersizliği idi. Bahsettiğim zengin ve verimli dönem ancak yarım asır sürdü.

Tarihçiler, tabii buna mimarlık tarihçileri de dahil, geçmişte bir an belirleyip, önce ve sonra demeyi çok severler. Mimarlık tarihçisi Charles Jenks, modern mimarlığın ölüm tarihini 1955’de mimar Minoru Yamasaki'nin tasarladığı, ödüllü Pruitt-Igoe toplu konutlarının bir süre sonra kente dahil olamaması, kimliksizleşme, suç oranı ve ırkçılığın artması nedenleri ile yıkılışının tarihini gösterir, yıl 1972 idi. 1972 yılını, aynı zamanda mimarlığın evrensellik iddiasını yitirdiği yıl olarak görmeli.

Pruitt-Igoe toplu konutları

Sonrasında kendisini modernliğe karşı ve tarihsel biçimler çuvalındaki biçimleri gelişi güzel kullanan post-modern mimarlığın, kimlik edinme adına bireysel beğeniler ile tüketim toplumuna nasıl eklemlendiği ve etkisini kısa sürede yitirdiğinin, burada değinmeyeceğim, acıklı hikâyesi gelir.

Mimarlık halen bu büyülü dönemin nostaljisinden kurtulamamıştır ve tekrar toplumu dönüştürmede öncü olacağı zamanların, fırsatların hayalini kurar. Krizi fırsata çevirmek, hiç de yabancı bir kelime değil. Kapitalizmin süreklilikleri olsa da, kapitalizm sonrası neoliberal dünya, nekro-politikaları ile acımasız, ölümcül bir dönem. Ayrıcalıklı konumunu çoktan kaybetmiş olan mimarlığın her çabası bu yüzden naif kalıyor, çoğunlukla hayat bulamıyor ve gülümsenerek geçiliyor.

Pek çok mimarın, yukarda belirttiğim Koolhas’ın mimarlığa inancı kalmadığına dair sözleri ya da Türkiye’nin sayılı mimarlarından Emre Arolat’ın bir söyleşisinde “mimarlar sermayenin ajanlarıdır” sözleri, hep bu öncü olma durumunun yitiminden gelir. Bu nedenle mimarlar kendi meslekleri üzerine konuşurken her zaman biraz siniktirler.

Sahi, yazının başlığı ne idi? Tekrar hatırlatarak yazıya son vereyim: Mimarlık Covid-19’a merhem olabilir mi?

Kaynaklar

Mediamatic Eten Restaurant; www.archdaily.com

Semt pazarı tasarımı, https://acilkoronamekanlari.wordpress.com/acik-ve-kapali-pazar-alanlari/

Not: Korona virüsü ile ilgili tasarımlar için mimar, iç mimar, endüstriyel tasarımcı, şehir plancısı, peyzaj mimarı, makine mühendisi, doktor ve sosyologlardan oluşan ve bu akut duruma mekânsal yanıt arama çabasındaki kolektif ağ “Acil Korona Virüs”’ oluşumuna https://acilkoronamekanlari.wordpress.com internet adresinden ve Twitter @acilkoronamekan hesabından ulaşabilirsiniz.


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.