YAZARLAR

MEHTAP, KAYA, Erdoğan... Sermaye ne ister?

Sermayenin merkezi unsuru ile iktidar arasındaki ilişki, 24 Ocak’ta ruhuna otoriterlik üflenmiş neoliberal devletin asli görevinde düğümlendi şimdi: ‘Devlet Baba’ asayişi sağlayacak ve fakat ‘Devlet Baba’ Merkez Bankası’nı işletecek dövizi de bulacak!

“Kamu yönetimi toplumsal gelişmenin gerisinde kalırsa ne olur? Devlet Baba asayişi sağlayamaz… Devlet Baba vergi toplayamaz… Devlet Baba Merkez Bankası'nı işletecek döviz bulamaz… Devlet Baba dış ilişkileri iyi kurup işletemez… Gelişen toplumlarda sorun görüldü mü hemen kamu yönetimi güçlendirilir. Biz de ise… ah… vah… gördünüz mü denir ve iş orada kalır.”

24 Ocak Kararları’nın ardından yayınlanan TÜSİAD’ın Görüş dergisinden alınmış bu paragraf, bir hipnozcunun ritmik hareketini andıran aynı kalıp cümleyi tekrarlamasıyla, derme çatma ‘halkçı’ taklidiyle dikkat çekiciydi gerçekten. Bonapart’ın iktidara gelmesinin sevinciyle sokakta gördüğü işçinin sırtına vurup, “yiğidim, aslanım” diyen Emile Zola’nın burjuva karakteri gibi, demir ökçeli piyasayı ‘esnaf ağzıyla’ satmaya çalışıyordu Türkiye burjuvazisi de. Zira devletin halk nezdindeki ‘baba’ imgesinin temsiliyeti koruyucu, kollayıcı, hizmet edenden; korunan, kollanan, hizmet edilene doğru kayıyordu.

***

Geçen hafta bu köşede, TÜSİAD ve MÜSİAD’ın pandeminin yarattığı fırsatlara bakışı ele alınırken iki büyük örgütün, ‘amaçta birlik/yöntemde farklılık’ içeren yaklaşımlarının, iktidarın çözmesi gereken bir muamma olduğu vurgulanmıştı. Bu durumun politik yansımasının ne olacağı ‘havada bırakılan’ bir soruydu ve yazı, Marx’ın sözüyle noktalanıyordu: Devlet iktidarı havada asılı durmaz. (Yazı şurada)

İşte 24 Ocak’ta ‘havas’ın dergisinde ‘avam’ın diliyle ifadesini bulan mantık, siyasi bir ‘arkeolojik kalıntı’ kıymeti taşımaktan öte, bugün halihazırda otoriterliğin dayandığı ‘kök düşünce’yi oluşturuyor. Ve iktidarın hem toplum hem de sermaye ile ilişkilerinde, karşı karşıya kaldığı muammaların merkezinin daima devlet olduğunu hatırlatıyor bize. Dolayısıyla büyük sermaye ile iktidar ilişkisini belirleyen zemin burasıdır.

Görüş dergisine dönelim ve ‘kamu idaresinin yapılandırılması’ adı altında süren yeni inşanın seyrini izleyelim…

***

“Merkezi İdarenin Yeniden Düzenlenmesi” başlıklı yazıda, 24 Ocak’ın ezberlenmiş maddelerinden ziyade, dört karar fazlasıyla önemseniyordu. “Göze çarpmayan dört mühim adım” denilen kararlar; Koordinasyon, Para ve Kredi kurulları ile Yabancı Sermaye ve Teşvik daireleriydi. Bunlar, güçlendirilmiş bir Başbakanlık’ta toplanacak ve dar bir kadroyla yönetilecekti. 1960’larda benzer amaçla hazırlanmış Merkezi Hükümet Teşkilatlanma Projesi (MEHTAP) hatırlatılıp, nihayet somut adım atıldığı söyleniyordu.

SONRASINDA NELER OLDU?

Piyasa ekonomisinin ana arteri açılsa da istenilen kıvama bir türlü gelemedi devlet. Özal’ın popülizminde savrulan hedef için 1988’de, AB’ye uyum kriteri de konularak, Kamu Yönetimi Araştırması (KAYA) adıyla bir hamle daha yapıldı. Ne var ki ekonomik kriz ve işçi hareketi ANAP’ın nefesini tüketti. 1991’de DYP-SHP koalisyonuna esas gaye yine hatırlatılıyor, lakin bir yıl geçmeden emeklilik yasasıyla seçmene taviz veren Demirel, “Siyasetçi her zaman ekonomik gerçeklere bağlı kalmaz” yaklaşımıyla, süreci akamete uğratıyordu.

12 Eylül’de ezilen toplumsal çelişkilerin tekrar fışkırdığı 90’lı yılların karanlık manzarası ise neoliberal devlet inşasının ‘karanlık şafağı’nın tezahürüydü bir bakıma. Nitekim 2001 krizinin ardından ilk elden geçirilen şey, devletin idari sistemiydi. Kamu Yönetimi Temel Kanunu, ‘üst kurullar’, ‘15 günde 15 yasa’ vb. adımlarla 24 Ocak’ta çıkılan yol, nihayetine erdi.

Kaba bir formülasyon kurarsak eğer; AKP’nin ilk yıllarına kadar devlet, ekonominin siyasetten ‘özerkleştirilmesi’ ekseninde yapılandı. Emekçi kesimler lehine bölüşüm ilişkilerine müdahale potansiyeli taşıyan imkanların tasfiye edilmesiyle, Doç. Dr. Ümit Akçay’ın sürekli vurguladığı “otoriter emek rejimi” kurumsallaştı. Tam da sermayenin 1980’de istediği gibi; devlet piyasa arabasının arkasına değil (kamu yönetiminin toplumun gerisinde kalması), önüne koşuldu.

Böyle bir ekonomik model nasıl yönetilir peki?

Sermaye sınıfının dışında temsil araçlarını kalan herkese kapayacak biçimde siyasetin de ‘özerkleştirilmesiyle’ elbette. Bildiğimiz normlar dünyasını paramparça eden ve nihayetinde kendini devletle özdeşleştirmiş bir iktidar mimarisi üreten süreçtir bu. 40 yılın siyasi haritasını katladığımızda, güçlendirilmiş Başbakanlık arayışıyla, başkanlık rejimi örtüşür.

Bu verimli arazinin sermayeye sağladığı muazzam birikim olanaklarına dair fazlaca örnek sıralanabilir ama, Koç Grubu’nun 2002-2016 arası beş kattan fazla büyümesi, bir şeyler anlatır herhalde. Tüpraş ve Yapı Kredi’yi yutmasının yarattığı sinerjiyi de bilançonun dipnotuna kaydedelim. AKP döneminde benzer büyüme başarısını sergileyemeyen pek az şirket vardır.

Oysa ekonomideki yaldızlı resmin üzeri kazındığında, altından bambaşka fırça darbeleri de belirir. Mesela; polisin pervasızlığının altyapısını oluşturan Polis Salahiyet ve Vazife Kanunu’nda 2004’te yapılan değişikliği veya iktidarın ‘terör çuvalı’nı henüz 2006’da Terörle Mücadele Kanunu’ndaki değişikliklerin tezgahında dokuduğunu görürüz. AKP iktidarının iç ve dış konjonktürün yarattığı dalgaların avantajında ustaca sörf yaparak kurduğu hegemonya havada asılı durmadı, bu verimli arazide kök saldı.

Bugün AB’ye uyumla ekonomik mucize arasında kurulan korelasyon, toplumsal hafızada yaratılan bir amneziden güç alıyor yani. AB’ye ‘demokratik entegrasyon’u öngören uyumun ömrü, eni konu iki yıldı çünkü. Geriye kalan düzenlemeler ve icraatlar, küresel pazarın ‘tedarik’ fırsatlarını ve finansal olanaklarını avlamaya dönük; plansız programsız, oraya buraya savrulan ağlardan ibaretti. Dış avantajlar daraldıkça kah doları, kah faizi düşmanlaştıran, popülizmle piyasanın ihtiyaçları arasındaki makası açan, devletin otoriter kapasitesini kendi bekasına yontan siyaset, o ağlara dolandı kaldı sonunda.

Sermayenin merkezi unsuru ile iktidar arasındaki ilişki, 24 Ocak’ta ruhuna otoriterlik üflenmiş neoliberal devletin asli görevinde düğümlendi şimdi: ‘Devlet Baba’ asayişi sağlayacak ve fakat ‘Devlet Baba’ Merkez Bankası’nı işletecek dövizi de bulacak!

AKP iktidarının ilkini, dünyaya örnek olacak maharette yerine getirdiği muhakkak; ikincisi ise büyük oranda küresel ekonominin, özel olarak da Türkiye’nin ticaretinin yarısını oluşturan AB pazarının kaderine bağlı görünüyor. AKP için zaman kazanmanın aciliyetiyle, Avrupa kapitalizminin ihtiyaçları hiç olmadığı kadar birleşiyor.

Dolayısıyla otoriterliği, bir balığı kılçığından sıyırır gibi sadece iktidara tahvil etmek anlamlı görünmüyor. Yarım asırda demokratikleşmeyle değil; siyasal şiddetle, cinayetle, katliamla, krizlerle inşa edilmiş bir devlet modelinden, hele ki şu koşullarda, kolayca taviz verileceğini düşünmek hayaldir. İki ana kolon üzerine bina edilmiş aygıt işlediği müddetçe, iktidarla sermaye arasındaki muamma da çözülür. Yoksa…

Yeni partilerin katılımıyla muhalefet cephesinin demokratikleşmeyi ‘parmak şıklatmaya’ indirgeyen siyasal hattının, hızla “Devleti AKP’den kurtarma” misyonunda yoğunlaşmasının manidarlığını, tam buraya not düşelim.