YAZARLAR

Özgü(n)lük fetişizmi

Batı’dan gelmiş teorilerin Türkiye’yi açıklamadığını gerçekten düşünüyorsanız önünüzde çok fazla seçenek yoktur: Biri mevcut teorileri Türkiye’yi açıklayabilir şekilde revize etmektir. Diğeri Türkiye’yi açıklayabilecek teori üretmektir. Elbette bu ikisinin de mümkün olmadığını düşünülüyorsa eğer o zaman ilgili makineyi ithal etmemek lazımdı. İşte açmaz dediğim tam da bu.

Ülkemizde çok yaygın olan söylemlerden biri de özgü(n)lük söylemidir. Türkiye kendine özgü bir memlekettir. Diğer toplumlara benzemez. Bu yaklaşımın “biz bize benzeriz”, “Türk'ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi siyasal/ideolojik versiyonları da çok güçlüdür. Ancak ben bu yazıda işin daha çok düşünce dünyamızda, akademik ortamlarda nasıl işlediğini ele almak istiyorum.

Özgü(n)cülük sosyal bilim ve beşeri çalışmalar alanlarında Türkiye’nin bir düşünce ve araştırma konusu olarak tek başına ele alınması gereken bir konu olması şeklinde tezahür ediyordu. Türkiye kendine özgü bir ülkeydi. Türkiye özgün bir toplumdu. Bu yaklaşıma göre Türkiye hiçbir topluma benzemiyordu. Diğer toplumlardan farklıydı. Bu nedenle diğer toplumlar, örneğin Batı için geliştirilmiş yaklaşımlar, teoriler ile Türkiye’yi açıklamak mümkün değildi.

Ancak işin ilginç tarafı sosyal bilimler ve beşeri çalışmalar alanlarında modernleşme sürecinde ortaya çıkmış temel disiplinlerin nerdeyse hepsi o diğer toplumların özellikle Batı’nın tecrübesi içinde oluşmuş ve sonra Türkiye’ye gelmişlerdi. Yani söz konusu disiplinlerin alet ve edevat çantası, kavramsal çerçevesi, metodolojik araç parkı, araştırma pratikleri de sözünü ettiğim çerçevede oluşmuşlardı.

Batı’dan ithal edilen sosyal bilim ve beşeri çalışmaların valizinde örneğin, ulus-devlet, toplum, sınıf, aile, birey gibi temel kavramlar mevcuttu. Dolayısıyla bu disiplinler söz konusu kavramların sadece Avrupa için değil, aslında bütün dünya için geçerli olduğunu iddia ediyorlardı. Gerçi, örneğin sosyolojiyle antropoloji arasında bir rol paylaşımı da yok değildi. Sosyoloji Batılı/modern toplumlar için, antropoloji ise Batı-dışı/pre-modern toplumlar/topluluklar için öngörülmüştü. Ancak Türkiye antropolojiyi değil daha çok sosyolojiyi tercih etmişti. Günümüzde üniversiter yapıda mevcut bulunan sosyoloji ve antropoloji bölümlerini karşılaştırdığımızda dengenin 1/10 düzeyinde sosyoloji lehine olduğunu görebiliriz. Yani Türkiye bir yandan da kendini Batı-dışı/pre-modern toplumlar/topluluklar için öngörülmüş antropolojiye layık görmüyordu.

İşte bu noktada büyük bir açmaz ortaya çıkıyordu. Türkiye üniversitelerinin koridorlarında Batı üniversiteleriyle disiplin adları olarak aynı tabelalar mevcuttu ama bir yandan da bu disiplinler Türkiye için kullanışsızdı çünkü Türkiye kendine özgüydü! İnsanlık tarihindeki bence en Batılı şey olan ulus-devlet bize de gelmişti ama biz farklıydık! Avrupa’da cumhuriyet ve demokrasi ciddi bir sınıfsal gerilim üzerinde oluşmuş bir dengeydi. Sosyal bilim ve beşeri çalışmalar alanında çalışıyorsanız eğer “sınıf” kavramını kullanmak sizi otomatikman Marksist yapmaz. Elbette siz ayrıca Marksist olabilirsiniz. Evet cumhuriyet ve demokrasi bizde de vardı ve olmalıydı ama biz çelişkisiz bir toplumduk! Hepimiz bir aileydik mesela! Hâlbuki aile insanlık tarihinin en hiyerarşik kurumlarından biriydi.

Bu tıpkı şuna benziyordu: Batı’dan bir makine ithal edilmişti ama onu kullanması gerekenler bu makinenin ilgili hammadde için uygun olmadığını söylüyorlardı. Bunun sebep olacağı üretimsel randıman düşüklüğünü hayal edebiliyor musunuz? Hem nicelik olarak hem de nitelik olarak. Aslında tipik bir modernleşme sendromu olan bu durumun Türkiye’deki sosyal bilim ve beşeri çalışmalar alanının üretim miktarını ve kalitesini uzun zamanlar doğrudan etkilediğini düşünüyorum. Örneğin elinizde sosyoloji diye bir araç var ama siz bu aracın Türkiye için uygun olmadığını düşünüyorsunuz. Böyle bir durumda nasıl verimli olabilirsiniz?

Batı’dan gelmiş teorilerin Türkiye’yi açıklamadığını gerçekten düşünüyorsanız önünüzde çok fazla seçenek yoktur: Biri mevcut teorileri Türkiye’yi açıklayabilir şekilde revize etmektir. Diğeri Türkiye’yi açıklayabilecek teori üretmektir. Elbette bu ikisinin de mümkün olmadığını düşünülüyorsa eğer o zaman ilgili makineyi ithal etmemek lazımdı. İşte açmaz dediğim tam da bu. Hem makineyi ithal ediyorsunuz, hem onun başında bunun Türkiye için ne kadar gereksiz olduğunu tartışıyorsunuz. Elbette bu noktada sosyolojiyi Türkiye’ye Şefik Hüsnü’nün değil, Ziya Gökalp’in getirdiğini unutmamak gerekiyor!

Ben Türkiye’den uzun zamanlar sözünü ettiğim alanlarda teoriye ve uluslararası literatüre yeterince katkı çıkmamasının ardında bu konunun önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Teori üretememek, teoriye katkıda bulunamamak, yaşadığı toplumun koşullarını teorikleştirerek literatürü dönüştürememek bir bakıma bir modernleşme sendromu olan özgü(n)cülüğün sonuçlarından biriydi. Çünkü özgü(n)cülük Türkiye’yi dünyanın bir parçası olarak görmüyordu, onu izole ediyordu. İsterseniz buna artık yakışıklı bir evrensel isim bulalım: Authenticism. Bu kadar güçlü bir authenticism vurgusunun, çok daha geniş bir çerçevede bir tür provencialism yani taşralılık, yerelcilik üretmemesi de mümkün değildi.

Bu anlamda, bir modernleşme ülkesi olarak Türkiye’de genel olarak endüstriyel, ticari taşralılığa paralel olarak teorik, akademik bir taşralılıktan söz etmek fazla abes olmaz. Batı’da büyük teoriler gökten zembille inmemişti. Ya da başka bir yerden ithal edilmemişti. Bu teoriler içinden çıktıkları toplumun tarihsel, toplumsal, kültürel renklerini elbette taşıyorlardı. Türkiye’nin bu toplumlardan bazı farklarının olması da eşyanın tabiatına uygundu. Ancak özgü(n)cü tepkinin sorunu şuydu: Türkiye’nin özgünlüğünü abartıldıkça örneğin sosyolojik gelenek ve literatür kullanışsız hale geliyordu. Asıl mesele bu iddia edilen özgünlükleri teorize edecek ya da ilgili (Batılı) teorileri yanlışlayacak veya revize edecek, olmadı yepyeni bir disiplin icat edecek bir akademik ve entelektüel üretim kapasitesine bir türlü ulaşılamamasıydı.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazılarında en fazla kullandığı kelimelerden birinin “istihsal” olduğunu hatırlıyorum. Tanpınar sürekli üretimin yetersizliğinden yakınıyordu. Ben bunun sadece Türkiye’ye özgü olmayan ama bütün modernleşme toplumlarına genelleştirilebilecek bir özellik olduğunu düşünüyorum. Her alanda üretimin nicelik ve nitelik olarak yetersizliği. Gerçekten üretmeye başladığımızda, yani fikir, marka, teori, yapıt açısından ciddi bir zenginliğe kavuştuğumuzda zihnimizin prangaları olan evrensel/yerel, Batılı/özgün gibi ikilemlerin giderek geride kaldığını görebileceğiz. Ama ilişkinin iki yönlülüğünü de görebilmek gerekiyor: Bu ikilemlerin yaşadığımız üretimsizlikle ilişkisini.

*Bu yazıdaki bazı fikir ve benzetmeler konusunda değerli meslektaşım Veysel Bozkurt’a teşekkürlerimi sunuyorum.


Besim F. Dellaloğlu Kimdir?

1965’de İstanbul’da doğdu. 1984’de Galatasaray Lisesi’ni, 1990’da Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve Doktorasını Mimar Sinan Üniversitesi’nde Sosyoloji alanında hocası felsefeci Ömer Naci Soykan danışmanlığında yaptı. Lisans ve lisansüstü eğitimi esnasında uzun süre Fransızca turist rehberliği yaptı. Memleketin büyük bir bölümünü gezdi. Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde (1998), Paris VIII Üniversitesi’nde (2002), Lizbon Üniversitesi’nde (2014), Strasbourg Üniversitesi’nde (2017-2018), Mainz Gutenberg Üniversitesi’nde (2018-2019) doktora sonrası araştırmalarda bulundu ve dersler verdi. Bu vesileler sayesinde dönem dönem Frankfurt, Paris, Lizbon, Strasbourg ve Mainz’da yaşadı. Türkiye’de Mimar Sinan, Marmara, İstanbul Bilgi, Yıldız Teknik, Galatasaray, Kırklareli, İstanbul ve Sakarya Üniversitelerinde dersler verdi. 2019’da üniversiteden emekli oldu. Okuryazarlığa devam ediyor. Mevcudu bulunan kitapları şöyledir: Frankfurt Okulu’nda Sanat ve Toplum (Say), Romantik Muamma (Timaş), Benjamin (Derleme-Say), Benjaminia: Dil, Tarih ve Coğrafya (Ayrıntı), Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi (Timaş), Zamanın İçinden Zamanın Dışından (Heretik), Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi (Timaş).