YAZARLAR

Eskisi gibi olmayacak ama nasıl olacak?

Bu karantina sürecine girerken en çok evde kalabilme imkânı olanlar şanslıydı ancak şimdi görüyorum ki bu süreçten çıkarken de en çok yine onlar şanssız olacak. Çünkü güvenli evlerimizi ana rahmine benzetirsek ondan tekrar kopuş yaşayacağız. O içerdeki yavaş yaşamdan dışarıdaki hıza tekrar uyum sağlamaya çalışacağız. Buna hazırlanmamız gerekiyor. Hepimize bol şans!

Karantinanın da evreleri varmış; panik evresi, “Allah rutin kayboluyor, işler güçler nasıl olacak, bağışıklığımı nasıl güçlü tutacağım, ailem iyi mi, sevdiklerim iyi mi, herkes iyi mi…” Sonra üretim çılgınlığı evresi; “Ekmek de yapayım, onu da yazayım, bunu da okuyayım, şunu da izleyeyim, tek bir dakikam boş geçmesin”, sonra duraklama evresi; “Dur yahu her şeyi yapmak zorunda değilsin, sakin ol, yeterince iyi halin de makbul, bırak şu telefonu kenara!”, daha sonra da teslimiyet ya da bırakma evresi; “Amaaan ne olacaksa olur…” İşte bu yazı o bırakma evresinden yazılıyor.

Bilen biliyor benim ağaçlarla kurduğum ilişkiyi, geçen yıl şöyle bir yazı yazmıştım. Şimdi de ağaçlarla giriş yapmak istiyorum. Onların kadim rutini kadar şu belirsizlikte bana iyi gelen başka bir şey daha yok. Çünkü onlar hallerimizin özeti. Ağaçlardan daha bilge bir şey bilmiyorum. Her sıkıştığımda, yükseldiğimde, çaresiz hissettimde ağaçlardan ilham almaya çalışıyorum. Ve hepimize ağaç arkadaşlar diliyorum. Bu da yazının son cümlesi gibi oldu ama henüz başındayız.

Bu süreçte küçücük balkonlar, pencereler daha bir genişledi sanki. Seslere, kokulara, havanın değişimine belki hiç olmadığı kadar daha fazla dikkat eder olduk. Ben de bahçedeki erguvana taktım kafayı. Bütün hallerini her gün ve gün içinde de neredeyse her saat diliminde görme şansım oldu. Gönüllü karantinaya girerken tomurcuk tomurcuktu, sonra pembe pembe çiçeklerini açtı. Her sabah ayrı bir heyecan, ayrı bir şov. Adeta flört etti bizlerle. Sabah ışığında ayrı, akşamüstünde ayrı, gece ayrı… Yaklaşık 2-3 hafta kadar sürdü o çiçekli hali. Sonra çiçeklerini döktü ve yeşillendi. Birkaç ay bize gölge yapacak o yapraklar, altında sofralar kurulacak, üstünde kuşlar konaklayacak. Sonra yeşil yapraklarını da dökecek ve her şey sil baştan yeniden tekrarlanacak. Alın size yaşam-ölüm-yaşam döngüsü… Eros ve Thanatos’un dansı…

Ağacın çiçeklerini dökmesi ve içinde bulunduğumuz ruh hali bana kayıplarımızı düşündürdü. Kayıplar derken, sadece ölümden değil ölüm dışı kayıplarımızdan da bahsediyorum. Ölüm, en somut kayıp elbette. Birinin hayatını kaybetmesi kayıpta gelinen en son nokta. Ancak o son noktaya gelene kadar hayatımızı oluşturan yüzlerce ölüm dışı kayıpla da hemhâl oluyoruz. Bu aile yadigarı bir eşya olabileceği gibi, bir duygunun kaybı, bir dostluk ilişkisinin, bir mekânın, eski bir kendiliğin kaybı da olabilir… Şu süreçte iç dünyamızda belki fırsat bu fırsat hayatımıza dair yaptığımız muhasebelerle, belki düzenlemek istediğimiz ilişki biçimleriyle, seçimlerimizi gözden geçirerek kendi içimizde de birçok kayıp verdiğimizi biliyorum, her kaybın yeniye yer açtığını da… Kayıp, can yakan bir armağan ne de olsa…

Şu sıralar her şeyden önce eski düzenin kaybını yaşıyoruz. Ve eksikliğini en çok hissettiğimiz şeylerden biri de ortak mekânlarımız ve aynı zamanda da bireysel alanlarımız… Danışanlarla terapistler psikoterapi odasında buluşamıyorlar şu an, sevdiğimiz yazarın söyleşisini o seminer salonunda dinleyemiyoruz, istediğimiz kişilerle aynı mekânda olamıyoruz, onlara dokunamıyoruz. Az bir şey değil bu. Ancak burada bir parantez açayım; ben bu süreçte itiraf etmeliyim ki dijitalleşme adına çok önemli şeyler öğrendim ve deneyimledim. Teknoloji konusundaki muhafazakarlığıma çok güzel bir darbe indi. Seanslar, atölye çalışmalarım online gerçekleşti. Ve teknolojinin o soğuk, yalnızlaştırıcı ve mesafeli bulduğum hali epey sıcak, birleştirici ve yeni bağlara vesile oldu. Çalışmaların, seansların ne kadar verimli ve derinlikli olabileceğine tanıklık ettim. Bundan sonraki süreçte teknoloji konusunda daha cesur olabilirim ancak hepimizin uyanık olması gereken bir konu var ki o da dijital tahakküm. Zira her zamankinden fazla süren mesai saatleri, sınırların kaybolması, neredeyse sürekli çevrimiçi olma zorunluluğu adeta uzakta oluşun bir telafisi gibi… Bu konuyla ilgili daha sonra detaylı yazacağım şimdilik konu dağılmasın, parantezi kapatıyorum.

Hayatımızın akışkanlığının tüm kayıplara uyum sağlama ve değişimi büyüme aracı olarak kullanabilme yeteneğimize bağlı olduğuna inanıyorum. Yası tam olarak tutulamamış kayıplar yani uyum sağlayamadığımız değişiklikler yaşamımıza gölge düşürürler, bağ kurma yeteneğimizi bozarlar. Eski köye yeni adet değil de, yeni köye eski adetleri taşırız. Ve o köyden bize ne yer olur, ne yurt.

Vamık Volkan yasla ilgili bir makalesinde yasın üç unsurundan bahseder; birincisi her kaybın bizi kaçınılmaz bir keder içine sürüklemesidir. İkincisi, her kaybın tüm geçmiş kayıpları canlandırmasıdır. Üçüncüsü ise tam olarak yası tutulabilen her kaybın büyüme ve yenilenme için bir araç olabilmesidir.

Bebeklerin büyüme atağı geçirdikleri dönemde ihtiyaçları, öncelikleri, dünyayı algılayış biçimleri değişir, yeni beceriler kazanırlar. Bebek büyüme ataklarında huysuzlanır, artık önceki gelişim dönemini, alışkanlıklarını geride bırakıyordur ve bu hiç kolay değildir. Biliriz ki kaybedildiği sanılan şey aslında onun için hem fiziksel hem ruhsal bir kazanımdır çünkü bundan sonra gitgide insanlaşacaktır. Bu ataklar yaşamın her döneminde devam eder ve kayıplar, değişimlerle kendisini gösterir.

Şimdilerde minik minik normalleşme sürecine girildi ama birçoğumuz çok huzursuzuz, epey ürkek adımlarla dış dünyaya dahil olmaya çalışıyoruz. Kimin ne kadar travmatize olduğu henüz belli değil, çünkü henüz bitişin adını koymadık. Bu karantina sürecine girerken en çok evde kalabilme imkânı olanlar şanslıydı ancak şimdi görüyorum ki bu süreçten çıkarken de en çok yine onlar şanssız olacak. Çünkü güvenli evlerimizi ana rahmine benzetirsek ondan tekrar kopuş yaşayacağız. O içerdeki yavaş yaşamdan dışarıdaki hıza tekrar uyum sağlamaya çalışacağız. Buna hazırlanmamız gerekiyor. Hepimize bol şans!

Peki şimdi nasıl olacak? Eskisi gibi olmayacak evet, ama nasıl olacak? Bu krizi nasıl yöneteceğiz? Valla bilmiyorum, bilmiş psikologlar gibi de ahkam kesmeyeyim. Ama şunu biliyorum ki kayıplarımızla, kazançlarımızla, durmalarımızla, kalkmalarımızla yola devam edeceğiz… Ama arada halletmemiz gereken bir şey var, o da yas tutmak.

Yas, herhangi bir kayıp ya da değişikliğe verdiğimiz ruhsal bir yanıttır. İç dünyamız ile gerçeklik arasında uyum sağlayabilmek için yaptığımız bir uzlaşmadır. Yas tutmak, önce olmuş bitmiş olanın, kaybedilenin adını koymakla ve onunla vedalaşabilmekle mümkün. Örneğin şu an bitmiş bir şey yok, hâlâ içinde bulunduğumuz pandemide insanlar hayatlarını kaybetmeye devam ediyorlar. Henüz sayının adını koyabilmiş değiliz, henüz olayın dışına çıkamadık. Kıymetli Prof. Dr. Kemal Sayar’ın da hassasiyetle üzerinde durduğu gibi henüz hayatını kaybeden çoğu kişinin öyküsünü bilmiyoruz, iyileşen ve kurtulanların da öykülerini tam olarak bilmiyoruz. Dolayısıyla olan biteni henüz simgeselleştiremiyor ve yas tutma evresine geçemiyoruz. Yavaş yavaş bunu da yapacağız. Adaptasyon becerimizle ve onarmaya meyilli tarafımızla biz son aylarda ne yaşadık diye oturup düşüneceğiz, konuşacağız, susacağız, süblime edeceğiz. Bu belki haftalar, belki aylar, yıllar sürecek. Bu işin fıtratında bu var çünkü.

Çok uzun bir şimdinin içinde salınıyoruz aylardır. Elimizde bugünden başka bir şeyimiz olmadığını eğer bu süreçte hâlâ idrak edemediysek başka ne zaman idrak edebiliriz bilmiyorum. Geleceğin belirsizliğini kabul etmekten başka bir şansımız yoktu (hâlâ öyle). Bunu hakkıyla yapabilenler ana dönmenin, spontanlığın, sezgilerinin biraz daha farkına varabildi. Yavaşlayan dış dünya ve hızlanan iç dünyayla değişen rüyalarını, duygularını gözlemleyebildi. Covid-19, her şeyden önce pek de şefkatli olmayan bir öğretmen(di). Öğrendiklerimize sahip çıkmak artık bizim sorumluluğumuzda…

Psikoloji bireysel farklılıklar üzerine kurulu bir bilim, dolayısıyla psikolojiye ait her şey, yas tutma biçimlerimiz de dahil kendimize göre şekillenecek ama bir yerde illa ki kesişeceğiz.

Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama şöyle diyordu: Kayıp yaşamın bedelidir; kaldığın sürece ödenmesi gereken olağanüstü kira.

Bu kiranın bedeli her neyse ödeyeceğiz. Sonra yine yeşillenecek o yapraklar. Çok eminim. Çünkü ben demiyorum, ağaçlar diyor.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.