YAZARLAR

Broadchurch'den çıkmak zor...

Başarılı ve ayrıksı polisiye serisi olan Broadchurch'u, henüz izlememiş olanlara hararetle tavsiye ederiz. Ancak bir uyarı: Broadchurch kasabasına bir girince çıkmak bazen çok zor olabiliyor!

Netflix bünyesinde belki de çok iddialı bir giriş yapmasa da sonrasında yavaş yavaş çatısını oturtup, hikayesindeki bütün taşları yerini oturtarak sonra, tam 3 sezon süren ‘Broadchurch’ bizce özellikle ilk sezonuyla dikkat çekiyor. ‘Broadchurch’, kendi türüne yakın diğer Amerikan polisiye dizileriyle doğal olarak bazı ortak noktalar taşısa da, bir şekilde kendine özel bir atmosfer yaratmayı başaran, türün klasik şablonlarını yıkmasa da onlara değişik bir yorum katan ve birçok handikap gibi görünen şeyi (ağır tempo, aksiyon eksikliği…) bir avantaja dönüştürüp tutarlı bir omurgaya oturtmayı başaran bir dizi. Bizce dizinin bu kadar uzun soluklu olması ve belli bir izleyici kitlesine ulaşması da zaten bunun kanıtı…

Broadchurch adlı bir İngiltere kıyı kasabasında, Latimer ailesinin on bir yaşındaki oğulları Danny’nin cansız bedeni sahilde bulunur. Davaya, kasabanın yerel polisinden dedektif Ellie Miller ve buraya ‘dışarıdan’ getirilen Alec Hardy verilir. Karakter olarak birbirinden çok farklı olan bu iki dedektif bir şekilde beraber çalışmaya başlarlar. Soruşturma ilerledikçe aslında bu huzurlu görünen kasabanın birçok sırrı hasıraltı etmeye çalıştığı ve hiç kimsenin göründüğü kadar masum olmadığı ortaya çıkacaktır.

BENİM GÜZEL KASABAM…

Aslında ‘Broadchurch’un ilk ‘pilot’ bölümü (2013 yapımı) sinematografik açıdan değişik bir estetik ve ilginç bir renk kullanımı sunan, hikaye açılımı ve olay örgüsü bakımından ise klasik, dinamik değil ama ‘kabul edilebilir’ bir ağırlıkta olan ve çok şaşırtıcı olmasa da ilgiyi ayakta tutan bir ‘girişle’ açılıyor.

Hikayenin ana karakterlerinin büyük bir kısmını bu kasabanın ‘yerlileri’ veya buraya bir süre önce taşınmış kişiler oluşturduğu için, onları kendi evlerinde, işlerinde ve (bazılarını) aileleriyle görmek, hikayenin merkezini oluşturan bu kasabanın işleyişi ve ahalisi açısından iyi bir ‘önbilgi’ sahibi olmamızı sağlıyor. Fazla dallanıp budaklanmayan bu anlatım, kasaba sakini bir ailenin çocuğunun önce kaybolması bir süre sonra da cesedinin bulunmasıyla tabii ki tam bir gerilim/polisiye kimliğine bürünüyor ancak bu, seriyi basit bir ‘katil kim?’ hikayesine indirgemiyor. Her ne kadar senaryonun asıl dayandığı konu bu çocuğun kim tarafından ve neden öldürüldüğü olsa da, aynı zamanda senarist ve yönetmen bazı klasik şablonları adeta ‘tersyüz’ ederek, seyirciden sadece ‘beklemesini’ rica etmiyor. Birbirinden çok farklı iki dedektif gibi çok kullanılmış bir ‘ikiliyi’, uzunca bir süre, bir şekilde aralarında denge ‘oturtmuş’ değil ‘oturtamamış’ olarak gösteriyor.

Cinayetin işlenmesinin ardından insanların sorgulanma ve ‘şüphelilerin’ oluşturulma süreci, bu gibi dizilerde genelde birçok takip, kavga, kaçıp-kovalama gibi aksiyon sekansları ve arka arkaya dökülmeye başlayan ‘boşa çıkan’ şüphelilerin arz-ı endam etmesiyle başlar. ‘Broadchurch’ ise aksiyonu minimum düzeyde tutup, sanki kasabanın klasik havasına uygun, dingin, derinden, yavaş ve daha çok söze ve varsayıma dayanan ama kararlılıkla yürütülen bir araştırma/sorgulama sürecini sergiliyor. Kuşkusuz baş şüpheliler, cinayete dair bilgisi olan tanıklar, polisin işine karışmaya çalışan gazeteciler veya medyumlar gibi polisiye türün ‘kaçınılmazlar’ sınıfına giren karakterleri burada da ancak bizce iki önemli değişiklik gözümüze çarpıyor: İlki yönetmenin, başkahraman ikili ile diğer yan karakterler arasında koyduğu ‘mesafe’ oluyor. İkincisi ise filmde baş gösteren ve giderek yükselen paranoya duygusunu destekleyen bir mekan ve renk paleti kullanımı…

DAVANIN DEĞİL YERİN İÇİNDE OLMAK…

Davayı yürüten başkarakterlerden Ellie Miller daha en baştan naif, iyimser, sıcak hatta bir açıdan sanki polislik işine ve özellikle ‘cinayet masasında’ çalışmak için çok uygun olmayan bir karakter gibi çiziliyor. Ancak bu uygun olamama bir yetersizlikten ziyade daha çok bir hazır olamamadan kaynaklanıyor. Çünkü genelde uğraştığı cinayetten çok daha küçük davalarla uğraşan ve daha önce hiç böyle vahşi bir olayı yaşamamış olan Ellie de, tıpkı uzun zamandır yaşadığı Broadchurch kasabası gibi bunu yaşamaya hazır değil. En azından yeteri kadar hazır değil…

Üstelik oturanların sayısı ve yaşam bölgelerinin çok kısıtlı olduğu bir kasabada, şüphelilerin nerdeyse hepsinin Ellie’nin görüştüğü, tanıdığı hatta bazılarıyla arkadaşlık ettiği kişiler olması ve dolayısıyla böyle bir olaya, onun ‘dışarıdan’ gelen dedektif Alec kadar soğuk, profesyonelce ve objektif bak(a)maması, işini daha da zorlaştırıyor. Bu durum, diğer karakter Alec’i daha baskın ve profesyonel kılsa da senaryo bunu, Alec karakterini onu yüceltmek için kullanmıyor, onu eksiksiz bir polis gibi tanıtmıyor. Hatta uzunca bir süre Alec’i ters, uyuşma açısından çok zor, duygusuz ve oldukça soğuk bir karakter gibi görüyoruz. Üstelik Alec, cinayet davası için geldiği bu kasabadan hoşlanmıyor hatta nerdeyse nefret ediyor. Daha önce yüzüne gözüne bulaştığı bir dava yüzünden biraz ‘zorunlu sürgün’ gibi geldiğini düşündüğümüz bu görevi eksiksiz tamamlamak istese de, geldiği yere dönmeye can atan ve buraya alışmakta her açıdan zorlanan bir karakter… Zoraki bir şekilde ortak ve aynı amacın peşinde olsalar da arada karşı karşıya gelen gelen Ellie ve Alec bir anlamda ‘sıcak ve hümanist taşralı’ ile ‘soğuk ve mekanik şehirli’ temsillerinin çatışması gibi çiziliyor. Ellie’nin içinde olmaktan mutlu olduğu ve ‘yeterli’ olduğu düşündüğü bu ‘kasabanın sınırları’, Alec’i adeta boğuyor, sanki giderek daha da ağırlaşan hastalığını alevlendiriyor, nefes almasını zorlaştırıyor.

KASABA BASKISI VE ETKİLERİ…

Serinin ana merkezini oluşturan Broadchurch ise küçük bir kasaba olmakla beraber yerel halk dışında herkesin unuttuğu, turistlerin asla gelmediği izbe, ücra bir yer değil… Hatta birçok sekansta sanki bir ‘sayfiye’ mekanındaymışız gibi bir hava esiyor. Kasaba, denizin kıyısında, çok uzun bir plaja ve yeşillik alana sahip, yine kıyıda denize karşı duran güzel kayalıklar mevcut ve büyük şehirlerin kargaşasından uzak bir atmosfer kendini hissettiriyor.

Ancak bütün bunların yanında, her oturanın birbirinden haberdar olması, gizli işlerin çok zor yapılabilmesi, herkesin kim olduğu ve ne iş yaptığının aşağı yukarı belli olması kısaca herkesin ve her şeyin göz önünde olması, böyle korkunç bir cinayet yaşanınca, etkisinin büyük bir şehirdekinden çok daha derin ve sarsıcı olmasına yol açıyor. Her türlü anonim ortamdan uzak olan bu yerleşim mekanında, oturanların tanımadığı hatta karşılaşmadığı kişilerden değil ama yanı başındaki komşusundan bile şüphelenmeye başlamasıyla, çevre baskısı ve paranoya en üst seviye çıkıyor. Üstelik şüpheli listesinden kimse elenmiyor: Ne kasabanın otelcisi, ne kitapçısı, ne rahibi hatta ne de kurbanın babası!

Alec ve Ellie karakterleri arasındaki zıtlığa, bu aşamada daha yakından bakmamızda yarar var çünkü bu zıtlık basit bir mizaç farklılığından ve yaşam tarzımdan kaynaklanmıyor. Alec karakteri belki duygusuz ve inanılmaz mesafeli ama özünde kötü niyetli olmaktan ziyade (geçmişte yaşadığı travmaların da etkisiyle) arkadaşlık, nezaket, ortaklık gibi durumlara ve terimlere ‘yabancı’ kalmış bir büyük çocuk gibi görünüyor. Bu şaşkın davranışın zirvelerinden birini bir süre sonra Ellie’nin Alec’i evine akşam yemeğine davet ettiği ve Alec’in bu daveti bir türlü anlamlandıramadığı sekansta görüyoruz. ‘Broadchurch’ bu açıdan sert konusu ve türüne rağmen içinde mizah da barındıran bir yapım…

KASABANIN RUHU: RENKLER VE MÜZİK…

‘Broadchurch’ kasabasının bazı özelliklerine değindik ancak yine bunun bize nasıl sunulduğuna dair ciddi bir estetik çalışma olduğu tartışılmaz bir gerçek. Açık havada geçen sekanslarda hava güneşli de olsa rahatsız edici bir serinlik ve kapalılık hissiyatı var. Doğa ve yeşil alanlar hoş olsa da içlerinde bir yabanilik, tekinsizlik hissediyoruz. Denize karşı duran kayalıklar ise güzel olduğu kadar da kaygı verici bir görüntü sergiliyor (üstelik serinin kurbanı orada bulunduktan sonra). Kasabanın bir kısmını çevreleyen deniz ise içinde yüzmeyi isteyeceğimiz mavilikten çok, yeşilin ve grinin karışımı soluk bir renkte gösteriliyor. Görüntü yönetmeninin seçtiği renk paleti daha ilk görüntülerden itibaren kendini belli ediyor: İngiltere’nin kapalı ve yağmurlu havasına uygun soluk, kapalı renkler ve güneşin bile ısıtamadığı serin bir atmosfer…

Cinayet soruşturması uzadıkça giderek ‘nefes alınamaz’ hale gelen ve yaşayanların ‘saklı yüzlerini’ yavaş yavaş ortaya çıkardığı bu kasabada ayakta kalmaya çalışan iki başrol oyuncusu gerçekten çok özel bir performans sergiliyorlar. Aslında senaryoya bakınca karakterlerini gayet detaylı ve belirgin yazılmış olduğunu anlayabiliyoruz ancak bizce hem Ellie rolünde (artık ‘The Favourite’teki oyunundan ve Oscar’ından sonra iyice hatırlayacağımız) Olivia Colman hem de Alec rolünde David Tennant karakterlerine ciddi bir insani ve duygusal boyut katıyorlar. Kasabanın farklı sakinlerini canlandıran diğer oyuncular ise ilerleyen değişik bölümlerde daha ön plana çıkarak hikayede görünen değil yön veren portreler çiziyorlar.

Son olarak ‘Broadchurch’ serisinde mekanın atmosferine büyük katkıda bulunan ve senaryonun ruhuyla tam uyuşan müziğe de değinmemiz gerekir: dizinin yaratıcısı Chris Chibnall bu görev için İzlandalı kompozitör Olafur Arnalds’ı uygun görmüş. Aslında İzlandalı müzisyen projeye sonradan katılan bir isim değil zira öğrendiğimize gören dizinin yaratıcısı Chibnall’a dizinin ilk senaryosunu yazmak için Arnalds’ın müzikleri ilham vermiş. Müzisyen tamamen projeye dahil olunca (sadece 4 ayı olmasına rağmen) bir orkestrayla çalışmak yerine sadece yaylı çalgılar ve piyano eşlinde yapılan bir ‘quator’a elektronik sesler ekleyerek gerçekten başarılı bir iş çıkarmış. Beş günde bir kilisede kaydedilen bu müzikler dediğimiz gibi filmin ruhuyla tam olarak örtüşüyor.

Sonuç olarak bu başarılı ve ayrıksı polisiye serisini, henüz izlememiş olanlara hararetle tavsiye ederiz. Ancak bir uyarı: Broadchurch kasabasına bir girince çıkmak bazen çok zor olabiliyor!

Yönetmenler: James Strong ve Euros Lyn

Oyuncular: David Tennant, Olivia Colman, Andrew Buchan, Jodie Whittaker, Arthur Davill, Jonathan Bailey, Vicky McClure, Susan Brown…

Ülke: İngiltere


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .