YAZARLAR

Anormalleşme sürecinde AVM özlemi

Bugün Türkiye’de 432 AVM bulunuyor ki bu sayı, var olan müzelerle neredeyse aynı rakama tekabül ediyor. Kapalı devre havalandırma sisteminden oluşan bu hijyenden yoksun mekanlar, kapitalizmin çağdaş müzelerine dönüşmüş durumda. Alacak paran yoksa dahi, müzede sağa sola bakar gibi dükkan gezmenin mantığı da tüketim kültürüne tanıklık etmek. Tıpkı Andy Warhol’un “Bir gün bütün büyük mağazalar müze, bütün büyük müzeler de mağaza olacak” demesi misali bir dönemden geçiyoruz. Pop-artın büyük ustası, sen rahat uyu, Türkiye senin bu hülyânı gerçekleştirdi.

Kabul edelim ki aslında normalleşmiyoruz. Biz ekonomik, toplumsal, kültürel ve elbette siyasal anlamda gittikçe anormalleşiyoruz. Ekonomide hayatımızı kurtaracağına inandığımız swap anlaşmalarını dört gözle beklerken, barolar-meslek odaları susturulmak istenirken, ülkede her gün 40-50 kişi virüsten öldüğü halde Survivor’la yatıp kalkarken, İbrahim Gökçek’in mezarında insanlar “yakacağız” naraları atarken, sırf Gökçek hakkında tweet attı diye yargıç Ayşe Sarısu Pehlivan görevinden uzaklaştırılırken, bütün sosyal mesafe uyarılarına rağmen nişan törenlerinde halaylara devam edilip insanlara virüs bulaştırılırken normalleşmeden değil, ancak bir anormalleşme sürecinden bahsedebiliriz. 11 Mayıs’ta alışveriş merkezlerinin (AVM) açılmasıyla başlayan bu yeni dönem, son derece halüsinatif bir özelliğe sahip. Beyaz ya da mavi yakalı olması hiç fark etmez halkımız, AVM’lerin açılmasını salgının bitmesi anlamında büyük bir mesaj olarak telakki etti. Böyle düşünmekte de haklıyız elbette, zira AVM neydi? AVM sevgiydi, AVM emekti, AVM medeniyetti…

AVM’lerin uygarlık anlamına geldiğini en güzel anlatan açıklama 2 yıl önce Adıyaman’dan gelmişti. Kente ilk AVM’nin “gelişi” düşman işgalinden kurtuluş ile eşdeğer bir şekilde insanlara muştulanmıştı. Adıyaman Park AVM'nin yatırımcı işadamlarından olan Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mustafa Uslu, adeta bir sosyolog edasıyla bizleri pek güzel aydınlatmıştı: “AVM’ler sosyal anlamda çok önemlidir. Adıyaman'a sosyal yönden ciddi bir katkısı olacak. AVM'ler sadece alışveriş alanı değildir. AVM'ler bir yaşam alanıdır. İnsanların özellikle hafta sonu gelip gününü burada geçirdiği bir yerdir. Sabah kahvaltısından, akşam yemeğine kadar, sinema, eğlence merkezinin olduğu bir alandır. AVM'ler gelişmişliğin bir göstergesidir." Özetle “şehrinde AVM’n varsa” diyor yüce bilginimiz, gelişmiş, kalkınmışsın demektir, yoksa sen bir hiçsin, ilkelsin, köylüsün, primatsın, hatta pagansın ne alakaysa artık, o derece yani…

Pekiyi, güzel, tamam, buralar “yaşam alanı” onu anladık lakin 11 Mayıs’ta AVM içlerindeki yemek alanları, kafeler, sinemalar, oyun alanları açılmadığı halde neden 1 milyon 200 bin kişi yasağın kalktığı gün bu mekanlara hücum etti? Çünkü bu mekanlar çağımızın tüketim mabetleri haline geldi, aldıkça tatmin olduğun, tatmin oldukça ülkedeki vahşi kapitalist sistem içindeki varolmaya dayalı bu yarışta “ben de varım, ben de tüketiyorum” demenin sosyal araçları artık AVM’ler. Bazıları için klostrofobik gelebilecek bu mekanlar, “tükettikçe ya da tüketmeye meyil ettikçe varsın, şayet bu toplumsal algıya direnirsen virüs kapmaktan beter olursun” mesajını veriyorlar.

Bugün Türkiye’de 432 AVM bulunuyor ki bu sayı, var olan müzelerle neredeyse aynı rakama tekabül ediyor. Parklar, plajlar, denizler, ormanlar yasakken, kapalı devre havalandırma sisteminden oluşan bu hijyenden yoksun mekanlar, kapitalizmin çağdaş müzelerine dönüşmüş durumda. Alacak paran yoksa dahi, müzede sağa sola bakar gibi dükkan gezmenin mantığı da tüketim kültürüne tanıklık etmek. Tıpkı Andy Warhol’un “Bir gün bütün büyük mağazalar müze, bütün büyük müzeler de mağaza olacak” demesi misali bir dönemden geçiyoruz. Pop-artın büyük ustası, sen rahat uyu, Türkiye senin bu hülyânı gerçekleştirdi.

Artık her şey AVM’lerde şekilleniyor, basacak toprak bulamayan çocuklar, bu kapalı alanlarda düzenlenen sergilerde tohumları “tanıyorlar”, fosil şenlikleri buralarda düzenleniyor… Kaygılı modern veliler organik ürünlerini AVM’lerden alıyor, kendi mutfaklarında ev yemekleri öğreteceklerine çocuklarını bu mekanlardaki “workshop”lara gönderiyorlar. Edirne’den dışarı çıkamayan gençler, AVM içlerinde düzenlenen “Dünya'yı geziyorum” sergilerinde teselli buluyorlar.

Bu ortamlara gönüllü olarak, şahsi rızamızla, keyif ala ala hapsediyoruz bedenlerimizi ve ruhlarımızı. İstanbul Levent’teki “MetroCity” adıyla 2000’lerin başında açılan rezidans ve AVM’nin lansman kampanyasında kullandığı metin her şeyi özetliyor aslında: “Çıkana kadar içeridesin... Her şey yürüyüş mesafesinde. Şık ve güvenli. Her şey ayağınıza geliyor. Sokağa çıkmanıza gerek kalmıyor.” Mükemmel değil mi cidden? Bir tür modern hapishane reklamı gibi, sürekli satın alıyorsun ve hiç dışarı çıkmıyorsun, sinemaya gidiyorsun, yemek de yiyorsun eh daha ne istersin ki zaten şu fani dünyada?

Bu hafta içinde yapılan sokak röportajlarında bir vatandaşın AVM ile olan derin aşkını, “İnsan özlem duyamaz mı kardeşim, ben de AVM’yi özledim” olarak tanımlaması (Ahmet Hakan’ın aynı minvaldeki yazısı da) son derece anlamlıdır. Bir kadının “ben fazla kalmadım, bir kapıdan girdimmmm, diğerinden çıktım” demesi de keza… Normalleşmeden çok öte anormalleşme dediğim de tam bu aslında. “Toprağa, kuma basmayı, denize girmeyi, ormanda dolaşmayı özledim, ağaç altında dinlenmeyeli çok oldu” yerine, “Kıç kıça yemek yemeyi, 35 TL’ye film izleyip 30 kuruşluk mısıra 20 TL vermeyi, üretim maliyetinin 50 katına satılan kıyafetlere sahip olmayı, olamasam da olabilme ihtimalini özledim” diyoruz. Biz üç kuruşluk emekli, beş kuruşluk asgari ücretimizle zengin olabilme hülyâmızı satın alıyoruz. Menderes’in 70 yıl önce formüle ettiği Küçük Amerika belki olamadık ama herkesin zengin olma hayalinin üzerine oturan Amerikan Rüyası gibi, son derece bize özgü, orta sınıf temelli bir “Türkiye Rüyası” gerçekleşti sonunda ve bunun “yaşam alanları” da AVM’ler oldu.

Özetle AVM’siz kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir. Salgında geçim derdi, çalışmak zorunda olanların yaşadığı tarifsiz ikilemler, okulların ve çocukların geleceği, sınav tarihleri, sinemalar, konserler, tiyatrolar, parklar, sahiller, hepsi teferruattır, boş işlerdir, bunların (a)normalleşmesini boşverin. Çarklar dönsün, ekonomi canlansın yeter. AKM mi, AVM mi konusundaki tercihini, zaten çok uzun zaman önce yaptı bu ülke de, bu iktidar da… Şimdi ya bu sakillikle mücadele edeceğiz ya da zevk almaya bakacağız.


Azmi Karaveli Kimdir?

İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.