YAZARLAR

'Yazsan bile cüzzamlı muamelesi görürsün yerelde'

Başta insanlarda büyük panik vardı. Haberlere gelen yorumlarda hep bir inanmama eğilimi görüyorduk. İddiaları da yazdık, kurumların açıklamalarını da. Bilgi kirliliği had safhada. Bu, gazeteciler kadar toplumun da ihtiyacı. Veriler en azından şu işe yarıyor, insanlar rehavete kapıldığında “Samsunlular dikkat, şu kadar vaka var. Böyle giderse ikinci dalgayı da görürüz” diye haber yapıyorum hemen.

Medyanın zaten türlü sorunundan yorgun gazeteciler, salgın kaynaklı güçlüklerle de sınandı. Bazı illerde yerel medya çalışanları, hele ilk günlerde ayrıca baskı gördü. Hem yayın yönetmeni, hem muhabir; Samsun'da tek başına bir haber sitesi hazırlıyor... 43 yaşındaki 20 yıllık gazeteci, yerel medyanın “virüslü” halini, kendine mahsus yorucu dengelerini ve dönüşümü anlatıyor. Adını yazayım diye ısrar etti, ama akışı bozmadık. Şehirde “kaldırım taşı” bile tanıyormuş onu.

Çizim: Murat Başol

Yazılı medyada da çalıştım, şimdi tek başıma bir haber sitesi hazırlıyorum. Yerelde uzun yıllar gazetecilik yapınca artık kaldırım taşıyla da bağ geliştiriyorsunuz. Her siyasi kulvardan, herkes tanıyor sizi. Bu bazen bir taraf mutlu olurken, diğer tarafın üzülmesine yol açıyor. Sitemler oluyor, “Abi ya sen yapma” diye... Yanlış bulduğumu geçmişte ifade ettiysem, şimdi de edeceğim. Ama bazen mesleği bırakmayı düşünecek noktaya geliyorum. Bir belediye yahut bir kurumla ilgili bir yanlışlığa dair haber yaptığınızda, bunların trolleri mi diyorlar, gerçi troller gerçek kişi de olabiliyor, “Ne alamadınız da yazdınız?” gibi bir şey söyleyebiliyorlar sizin için. Tamam, yerelde böyle şeyler de yaşanıyor ama kardeşim herkes de aynı değil. Bir onurumuz, duruşumuz var.

Korona var, sokaklardayız, işimizin başındayız. Sağlık İl Müdürlüğü maske, dezenfektan veriyor muhabirlere. İşlek caddelerden canlı yayınlar yapıyoruz. Maske takılıyor ama müthiş bir kalabalık her yerde. Giriş-çıkış yasağı Samsun'da da kalkmadı hâlâ. Ölüm sayısını ancak Sağlık Bakanlığı'nın açıkladığı haritadan yakalayabilirsek öğreniyoruz. Vali vaka sayılarını söyledi ama ölüm sayısını hâlâ bilmiyoruz. Bence insan hayatı hiçbir şeyden üstün değil, hastalıkta, virüste siyaset yapılmaması gerekir. Ama oluyor. Burada salgına dair bir şey yazdı diye gözaltına alınan gazeteci olmadı. Ama her taraftan bunun üzerine siyaset yapma arzusu ön plana çıktı.

Başta insanlarda büyük panik vardı. Haberlere gelen yorumlarda hep bir inanmama eğilimi görüyorduk. İddiaları da yazdık, kurumların açıklamalarını da. Bilgi kirliliği had safhada. Bu, gazeteciler kadar toplumun da ihtiyacı. Veriler en azından şu işe yarıyor, insanlar rehavete kapıldığında “Samsunlular dikkat, şu kadar vaka var. Böyle giderse ikinci dalgayı da görürüz” diye haber yapıyorum hemen. Hepimiz birbirimizden sorumluyuz, doğru değil mi? Mesela bizim Yabancılar Çarşısı vardır, 600 esnafın bulunduğu, her şeyin satıldığı bir pazar. Geçen hafta açılacaktı normalde, bu konuyu dile getirdim, daha erken dedim, uyardım. Sosyal mesafenin korunamayacağı bir yer çünkü. Pazardan arkadaşlar aradı, “Abi haklısın ama kan ağlıyoruz” diyor. Önce insanı düşünmemiz lazım. Gündeme getirişimizle pazar o sıra açılmadı, bu pazartesi başladı. Hatta haber yapmaya gittim, hepsine hayırlı işler diledim. Evet, o ara böyle bir etkimiz olabildi.

Bir arkadaşımız sokakta canlı yayın yaparken emniyet güçleriyle sorun yaşamıştı. Bana da birkaç kez oldu, “Hadi yeter, bırakın artık” gibi bir tavırla karşılaştım. Sokakta kalabalığı, insanlar maskeliler mi onu kontrol ediyorlar. Siz de gazetecisiniz, haliyle olanı göstermek istiyorsunuz. Sen işine bak, ben işime bakayım, sana ne. Yapılanı gösterelim ki insanlara güven gelsin değil mi? Bunun üzerine yazdım da, en azından bunları söyleyebiliyoruz.

İnternet gazetesi olup kağıda basılanlar resmi ilan alabiliyor, normal reklam olanaklarından yararlanıyorlar. Bizim gibi sadece dijital platformda olan mecraların işi zor. Reklam anlamında internet gazeteciliğine alışılabilmiş değil insanlar. Kirlenmeyle ilgili bir güvensizlik de var. Mesleki yeterliliği olmayan biri çok ucuza bir domain, wordpress'ten bir tema alıp, ben site kurdum diyebiliyor. Bir hafta yayın yayıp belediyeye gidiyor. Çok yaşandı bu. Buna dikkat eden belediyeler var. Ama bilirsiniz işler ahbap çavuş ilişkileriyle yürür, yerelde bu daha fazla. Reklam dediğimiz de bayramdan bayrama, 100 lira, 150 lira bir meblağ zaten.

Ben nasıl geçiniyorum? Gazetecilikten başka iş yapmadım. Dört çalışanla birlikte bir medya ajansı gibi de çalışıyoruz, sosyal medya işleri yapıyoruz, öyle geçiniyoruz. Açgözlülük yapmıyoruz, olanla yetiniyoruz. Haber sitesi eşimin üzerine, onu medya patroniçesi yaptık. Patroniçe dediğime bakmayın, o da benim gibi garibanın tekidir. Medyanın sorunlarını siz de yaşıyorsunuz, ama yerelde bazı şeyler daha incitici olabiliyor. Benim için çıkıp bir şeyler yazıyor mesela. Tanıyorum da. Lan oğlum arabam mı var, diyorum. Evim mi var, bankada param mı var? Haczimizi, ufak tefek borcumuzdan ötürü sıkıntılarımızı sen biliyorsun... Neyse, en azından yerelde bunları diyenlerle bu tarz ilişki kurabiliyoruz.

İşimi seviyorum. Bana şimdi şurada haber var desinler, çocuk gibi uçarak giderim. O heyecanı kaybetmedim. Sitede haberdir, görseldir, her şeyi ben yapıyorum, çünkü benim yıllar içinde geliştirdiğim bir dil var. Çocuklar onu yakalayamıyor, şehrin aktörlerinin geçmişini bilmiyorlar, siyasetçileri eskiyle kıyaslayacak bilgileri yok. Yoruluyorum ama tek başıma götürüyorum. Eşim bazen “Gel çorba soğuyor” der, bir dalarım, iki saat sonra giderim yanına. Maddi anlamda tatmin olmadım ama manevi anlamda oldum diyebilirim.

Gazeteciliğe başlamam da komik. Askerden sonra Çorum'da akrabalar var, oraya gitmiştim. Okuldan birkaç arkadaş gazete kurmuş, “Ne gazetesi ya, siz ne anlarsınız?” demiştim onlara. Ama onlarla takıla takıla şöyle bir şey oldu. Daha Alevi, sol kesimin yaşadığı bir muhit var, bir gün baktım orada Uğur Mumcu Caddesi'nin tabelası silinmiş, okunmuyor. Dedim bizimkilere, bunu haber yapın belediye tamir etsin. Benim gazımla yaptılar, fakat kimse oralı olmadı. Bir-iki hafta sonra dayanamadım, gittim bir sprey aldım, matbaacıya da kalıp yaptırdım, tabelayı kendim boyadım. Bu arada arkadaşlar beni çekti, gazeteye haber yaptılar. Böyle başladım yani. Arada haber oluyoruz böyle. Mesela geçenlerde haberden dönüyorum kan ter içinde, yolda açtım laptobu, baktım düz neresi var, doğal gaz kutusunun üzerine koydum, yazmaya başladım. Bir muhabir arkadaş yakalamış, haber olduk yine.

Burada hükümete yakın medya da var, karşı olan da var. Karşı olan bazen başını kuma sokuyor, olup biteni izliyor, bazen konuşuyorlar. Şaşırıyoruz, ne oldu, ciğer mi yedi bunlar diyoruz. Yerel konjonktüre göre bir gazetecilik yapılıyor sonuçta. Eskiden yazılı medyada en güzel günlerimizi yaşamışız. Dönüşüm enteresan, yerelde kimse bir şey yazmıyor artık. Ulusal medyadaki gibi. Halktan yana olan yok. Yüzünü halka değil paraya dönüyorsan bunun adı gazetecilik değil. Gazeteler de yaşayacak ama ahlaklı olacak. Ben hiçbir haberde şunu yazmayalım demedim geçmişte, yazabiliyorduk da. Kimlerin kaçak evlerini haber yaptım. Şimdi ona dokunmayalım, buna dokunmayalım; maddiyat ağır basıyor. Siyasi baskı tam öyle olmuyor yerelde. O kadar cesur olsak Samsun'da ne işimiz var zaten, İstanbul'da patlatırdık haberleri. Yazsan bile cüzzamlı muamelesi görürsün yerelde. Ki zaten asgari ücretle İş-Kur'dan işe alınmış muhabir bir çocuktan ne isteyebiliriz, neyine kızabiliriz... Neyi eleştirmesini bekleyeceğiz ondan? Eleştirse bile yayınlamayacak kimse zaten. Biz virüsten konuşacaktık ya, nasıl geldik buralara...

Konuştuğumuz gün 143.114 vaka, 3952 ölüm açıklanmıştı.

*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.


Pınar Öğünç Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler mezunu. 1997 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör, köşe yazarı olarak çalışıyor. Jet Rejisör (söyleşi, İletişim Yay.), İnce İş (söyleşi, İletişim Yay.), Asker Doğmayanlar (söyleşi, Hrant Dink Vakfı Yay.), Aksi Gibi (hikâye, İletişim Yay.), Beterotu ((hikâye, İletişim Yay.), Cotturuk Defterleri (çocuk, CanÇocuk) kitaplarının yazarı.