YAZARLAR

Özgürlüğü hatırlamak

Tarihin o şaşmaz ilkesine bir defa daha güvenmek bizi yanıltmayacak: Başlayan her şey biter. Bir eşikteyiz, bir ara rejimde, bir ara hayat formunda. Eskisinin geri gelmeyeceğini, mevcudun sürmeyeceğini bildiğimiz bir dönem anlamına geliyor bu. Yani bir başlangıca; öyle ya da böyle, zorbaca ya da “insan”ca.

Tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Laf olsun diye söylemiyorum. İnsani yardım altında silah kaçakçılığının gözümüze serildiği, bakan ile mafya ilişkileri, hanım ağaların özel harekat görüntüsü altında tehditler savurabildiği mafya videoları izliyoruz. Yani bir trafik kazasıyla ortaya çıkmıyor mafya devlet ilişkisi; ya da diziler aracılığıyla topluma aşılanmıyor. Bildiğiniz adıyla sanıyla ortaya çıkan, milyonlarca takipçisi olan, “semt çocukları”nı arkasına dizen mafya örgütleri bizzat anlatıyor. Karşılıklı, Cumhur İttifakı'nın geleceğine, muhalefetin fizik olarak yok edilmesine ilişkin raconlar nasıl kesiliyorsa öyle. Yasal ile yasadışının, meşru ile gayrimeşrunun ortadan kalktığı bir çağı yaşıyoruz. Bütün çeteleşme analizlerinden daha güçlü bir video-anlatı, referans-anlatı çıkıyor ortaya. İşte bunlar yüzlerce akademisyenin kanlarında banyo yapacaklardı hatırlarsınız, ifade özgürlüğü sayılmıştı mahkemelerce. Yargının bunları kolladığına ilişkin çözümlemeler yapmıştık sonra. İşte o çözümlerin vardığı sonuçları kanıtlamıyor bu referans-anlatılar. Aksine meşru ile gayrimeşrunun arasındaki sınırı ortadan kaldırdığı için, o çözümlemelerin dayanağını, zeminini ortadan kaldırıyor.

Bir kadının, ailesiyle birlikte aynı sitede oturduğu komşularını öldürmek üzere listeler hazırladığını ulusal bir yayında söyleyebilmesini, söyleyebileceği bir programa konuk olabilmesini; itirafını polis zoruyla verdiğini beyan eden itirafçının söyledikleriyle cezaevine giren, açlık grevinde yaşamını yitiren Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek’in gömülmesini engellemeye çalışanların, gömülürse çıkarıp yakarız diyebilecek bir kamera bulabilmesi; çoluk çocuk dinlemeden katliam yapacağını söyleyen bir tetikçinin bu tehditlerini yayımlayabilmesini mümkün kılan bir ülkedeyiz. Ahlak ile ahlak dışı olanın sınırlarının ortadan kalktığı bir tuhaf bir sıvılaşmanın içinde. Böyle bir dönemde hukukun katı zeminine ilişkin analizlerin dayanağı da artık kaymış görünüyor.

Bir valinin açıkça, gizlemeden parti teşkilatı ile toplantı yaptığı bir düzende rejim tartışması yapmanın demokratik bir tutamak noktası var mıdır artık? Bu belge-kanıtları demokratik zeminde yaptığımız eleştirinin örnekleri olarak göstermek mümkün mü?

BİR TUHAF ZAMAN

Meşru ile gayrimeşru, yasal ile yasadışı, ahlaki ile ahlak dışı arasındaki ayrımın tamamen belirsizleştiği bir zemindeyiz. Ölüm ile hayat arasındaki sınırların yeniden çizildiği yepyeni bir yaşam sürdürme formu eşlik ediyor buna. Boğaz'daki yalısından poz veren burjuva için başka, 20 yaş altı olsa da sokağa çıkmasına izin verilen emekçi için başka bir yaşam sürdürme formu. Her gün ifşa edilen yalanların silahlı ya da silah tehdidini her an savuran bir zor aracılığıyla toplumun mayası yapılmaya çalışıldığı bir siyasal evrende büyük bir toplumsal çözülmenin eşiğindeyiz. Bu eşik, her eşik gibi aşılacak. Tarihin o şaşmaz ilkesine bir defa daha güvenmek bizi yanıltmayacak: Başlayan her şey biter. Bir eşikteyiz, bir ara rejimde, bir ara hayat formunda. Eskisinin geri gelmeyeceğini, mevcudun sürmeyeceğini bildiğimiz bir dönem anlamına geliyor bu. Yani bir başlangıca; öyle ya da böyle, zorbaca ya da “insan”ca.

YASAK DÜŞÜNCELER

Yasak düşünceleri bir yerlerden edinirsiniz, çoğu zaman erken yaşlarda. Basittirler. Çocuklukta bu düşüncelerin konuşulması hoş bile karşılanır. İyiye yorulur eskilerin tabiriyle. Çünkü evrensel kabul görmüş “iyi”lerdir bunlar. Hırsızlık kötüdür örneğin, cinayet lanetlenir. İnsanlar eşittir. Bu genellikte, bu soyutlama düzeyinde ne rahatlatıcı şey. Ne iyi yapar insanı.

Hayat karmaşıklaştıkça, bu düşünceler bazı ruhları tedirgin etmeye başlar, bazıları için ise aynı basitlikte kalır, ileri yaşlardaki konfor arzusuyla. Bazı hırsızlıklar hoş görülebilir. Bazı cinayetler alkışlanır. Bazı insanların eşit olmadığı bağıra bağıra söylenir. Tabii bu konfor, tedirginliği tatmamış ruhlarda eşitliği, adaleti, barışı savunduğu fikrini de yok etmez. Daha akıllı olanlar kayıtsızlığı tercih eder, Daha az akıllı olanları ise orada burada “doğru”ları savunurlar. Bir cinayet yoktur örneğin bazı öldürmelerde. Bazı hırsızlıklar, toplumun çarkıdır, hırsızlık sayılmaz. Bazı ölüler gömülemez, bazısının cenaze namazı kılınamaz.

Bu konfordur işte gözünün önünde olup biten yağmaya, katliama, zulme sessiz kalan; ama çok uzak diyarlardan gece masalları anlattıran çocuklara. Kurucu yalanlarımızın bize verdiği konfor, sağladığı çıkar. Platon’dan beri bildiğimiz siyasal topluluğun kuruluşu için yalan olsa da inandırılması gereken o yalan. Ortalama akla güvenmek, onu ölçü almak gerek. Ortalama akıl, aptal olduğu için inanmaz bu kurucu yalana. Hatta inanıp inanmamak konusunda kayıtsızdır da. Sadece savunur onu, inandığı şey toplumun kendini bu yalanla savunduğudur. Çarkın bu yalanla döndüğüdür. O da o yalanı savunur. Örneğin üzerine tezler yazılan Kürt diye bir halk, Kürtçe diye bir dil olmadığını iddia eden kart kurt zırvasına inandı mı yıllarca bu toplum sizce? Milyonlarcası savundu ama. Daha önce de andığım bir Cemal Süreya dizesi kadar etkili anlatan bir söyleyiş daha bulmak zordur bu durumu: “Kürtler yalan söylemek zorunda/Arnavutlar doğru”.

KURUCU BİR İLKE: ÖZGÜRLÜK

Tedirgin ruhlar için durum böyle değil. Hele ki tedirginliklerini atana kadar geçen süreç. Zorludur, çocukluğun bir başka halidir o da. Sanki sırrını açıkladığı anda dünyanın bütün felaketleri başına üşüşecekmiş gibi. Ama Attila İlhan’ın coşkulu söyleyişiyle “an gelir, kopar kıyamet”. Bu kıyamet, özgürlüğün ilk adımı olur genelde, bazen ağır, bazen hafif. Kant’ın “Aydınlanma nedir?” makalesindeki kendi düştüğü çukurdan çıkma metaforuna benzer bu an. Bütün o tedirginlik, önce yürümeye alışık olmayan bir bedenin, yürüme yeteneğini sürüne sürüne kazanmasıyla başlar. Sonra, beden bin yılların mücadelesiyle kapasitene dahil edilmiş özelliğini canlandırır: Yürür. Bütün o yalan, bazen taparcasına sevdiği toplumun işleyişiyle birlikte açık hale gelir. Ne kötüdür çoğu zaman. Çok uzun süren bir tedirginlik kuşattıysa, vazgeçilecek konfor ile ödenecek bedel arasında gidip geldiğini kendinden bile gizleyen ruh için ne zordur, ama özgürlük hissini ilk defa duymak çekicidir. Yeni bir başlangıçtır.

Bireyler için, tedirgin bir geçiş döneminin ahlaki ilkesi olduğu gibi, toplumsal geçiş dönemlerinde de ahlaki bir ilkedir özgürlük. Tedirgin bir topluluğunun kurucu ilkesidir. Bütün ilkesel ayrımların sıvılaştığı bir siyasal zeminde beklenmedik sonuçlar doğuracaktır. Öyle ya da böyle, özgürlüğü hatırlamamız gerekecek.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.