YAZARLAR

Bir ‘rejim şantiyesi’ olarak Türkiye

Diyanet eliyle kışkırtılan tartışmalar; Barolar ve TMMOB’a karşı girişilen hücum; mesnetsiz darbe tantanası ve bunun organize şekilde köpürtülmesi; HDP’den sonra CHP’ye de yönelen nefret söylemi düzeyindeki saldırganlık; seçim ve ittifaklar sisteminde değişiklik arayışı söylentileri; sosyal medyaya sarkan ‘ittifak içi’ pazarlıklar… hepsi, gerçekte tek bir gündemi oluşturuyor: Karanlık bulutlarla geldiği anlaşılan yeni ekonomik-toplumsal sorunlar fırtınasında iktidar gemisini batırmamak...

Sekiz yaşındaki Ahmet Burhan Ataç ve Grup Yorum üyesi müzisyen İbrahim Gökçek’in saatler arayla gerçekleşen ölümleri, Türkiye’de ‘hukuk düzeni’ gibi bir mefhumu çoktan geride bırakmış olduğumuz gerçeğinin yanı sıra; bir vicdan ve insaf imgesine ilişmiş olduğuna inanılan, hukuk kuralları ve normlarının ötesinde, insani ve istisnai durumları gözeterek işlemesi beklenen bir tür ‘düşsel adalet’in de tamamen ortadan kalktığını –bir kez daha– gösterdi bize. Dinsel söylemin ‘Allah korkusu’ gibi bir alegoriyle, burjuva sosyolojinin ‘maşeri vicdan’ diyerek işaret ettiği o varsayılan ‘kolektif insaf’, işlevsiz bir demirbaş olarak bile yok artık. Kanser hastası küçücük bir çocuğun yurt dışında tedavi olabilme ümidini annesine pasaport vermeyerek söndüren, sonra, onu sürüklediği geri dönülmez karanlıkta, hapisteki babasıyla son bir kez bakışmasına, vedalaşmasına da –buna ilişkin kararı ‘sabaha bırakarak’– engel olan bir mekanik var onun yerine… Gizli tanık ifadeleriyle müebbet hapse mahkûm edilmiş gençlerin adil yargılanmak; muhalif müzisyenlerin özgürce şarkı söyleyebilmek için giriştikleri açlık eylemlerini küçük bir işaretle durdurabilecekken ölümlerini seyreden ve o ölümleri vahşi bir ‘kutlama’ vesilesine dönüştüren, cenazeler için “çıkarır yakarız” diyebilen bir kalabalığı bu cüret düzeyinde var eden bir mekanizma…

‘İnsani’ olarak bu tür sonuçlarla görülen durum, aslında bir sistem/rejim inşasının; hem eriştiği menzil, ulaştığı ‘derinlik’ açısından, hem de gelip dayandığı yer, saplandığı ‘sığlık’ açısından sınırlarını da göstermektedir. Nitekim Ahmet ve İbrahim’in bedelini canlarıyla ödedikleri bu inşa faaliyeti; sokakta yürüyen yurttaşlara kesilen cezaların mevzuatının ertesi gün ‘icat edilmesi’nde, öte yandan Ekrem İmamoğlu’nu mermi dolu kavanozla tehdit edenlerin günler sonra ve konu kamuoyuna yansıyınca gözaltına alınıp ardından derhal salınmasında ve bunlar gibi sayısız başka örnekle de yüzünü gösteren bir ‘sürekli kriz’ halinde. İşte bu hal, sistem inşasının hem en geniş sınırlarına ulaşarak derinleştiğini, hem de bu geniş sınırları kontrol etmeye devam edebilmek için, giderek sığlaşan bir suda karaya oturmadan manevra yapmak zorluğuyla karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

Benzer bir başka örnek, Fahrettin Altun’un usulsüz müştemilatına ilişkin iddiaları dile getiren gazetecilerin terörizmle suçlanması ve bu konuda açıklama yapan CHP yöneticileri hakkında soruşturma başlatılması olabilir. Yargı erkinin, kâğıt üzerinde ‘tarafsız’ olarak tarif edilen yetki ve güç alanı, küçük bir çekirdekte toplanmış ‘yürütme’nin baskıcı varlığı tarafından apaçık şekilde ilhak edilmiş görünüyor. Türkiye’nin en büyük, ekonomik, siyasi ve kültürel açıdan en belirleyici şehri olan İstanbul’un yüzde 54 oyla seçilen belediye başkanını ölümle tehdit etmek hukuken de sıradanlaştırılırken, atanmış Saray sözcüsünün evi etrafındaki olası kent suçları hakkında haber yapmak bile ‘terör’ ile ilişkilendirilebiliyor… Rejimin birinci kişisi hakkındaki olağan eleştiriler, salgınla boğuşan halka yardım etmek yerine onlardan para toplamaya yönelik kampanyayı ti’ye alan tweetler tutuklama gerekçesi olurken, muhalif siyasetçilere yönelik açık ölüm tehditleri, tamamen siyasallaşmış hukuk süreçlerinin filtrelerinden akıp gidiyor. Bu tablo, normların belirlenmesi ve kuralların uygulanması konusundaki yetkinin, biçimsel bir bağımsızlıktan bile mahrum yargı yerine yürütme gücünü elinde tutan dar bir çekirdeğin eline geçtiğini gösteren bir tablo. Artık gizlenme gereği dahi duyulmayan çifte standart(lar), mevcut koşullarda, ayrıcalığı elinde bulunduranların olası uzlaşma adımları ya da siyasi yumuşama hamleleriyle geri döndürülemez bir hududa ulaştı.

Hukuk alanındaki bu görüntü, ‘idare’yle siyasetin bir parti-devlet formuna ulaştığını ortaya seriyor. Diyarbakır’da oyların yüzde 63’ünü alarak seçilen HDP’li belediye başkanı Selçuk Mızraklı kayyum yoluyla devrilip hapishaneye gönderilirken onun yerine atanan Diyarbakır Valisi’nin, kentteki AKP örgütü yöneticileri ve yine HDP’li başkanlar devrilerek yerlerine atanan kayyum ilçe belediye başkanlarıyla düzenlenen toplantıyı yönetmesi ve bunun hiçbir beis görmeden belediyenin sosyal medya hesaplarından paylaşılması, gelinen noktada taşıdıkları öznel meşruiyeti gösteriyor. Geçtiğimiz hafta buna benzer bir başka toplantının Antalya’da da yapıldığını, bu toplantıda Serik Belediyesi’ne ilişkin yolsuzluklar nedeniyle çıkan bir tartışma sayesinde öğrendik. Antalya’daki AKP ve MHP’li belediye başkanları ve il-ilçe yöneticileri ile Antalyalı iki bakanın katıldığı bir toplantıydı bu. AKP’li Serik Belediye Başkanı Enver Aputkan, 500 bin liralık rüşvet hadisesi için Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a “Bakan olarak bunu biliyor da üzerine gitmiyorsanız yazıklar olsun" diyerek toplantıdan ayrıldığını ilan etti. Toplantıdaki ikinci hükümet üyesi Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ydu. Bu olay, iktidar cenahındaki çürümenin, kendi kapalı devre toplantılarından bile dışarı sızacak/taşacak boyuta geldiğini göstermekle kalmıyor; Diyarbakır’daki vaka ve benzer pek çok başka örnekle birlikte, devletin kurumsal idari yapısının normal işleyişini akamete uğratan, dikey ve yatay ‘paralel yönetim ağları’ şebekesinin oluştuğunu gösteriyor.

Yurtdışına kaçan bir suç örgütü liderinin, konuyla ilgili bir video yayınlayarak “Berat Albayrak beni içeri attıracaktı” demesini de ‘pastanın çileği’ olarak eklemeli belki bunların üstüne. Bu şahıs, başta Barış Akademisyenleri olmak üzere, pek çok kesime ağır tehdit ve hakaretlerde bulunmuş, mütemadiyen toplumu kışkırtıcı beyanatlar vermişti. Ama başının, işlediği tüm bu nefret suçları ve karıştığı karanlık olaylarla değil de –“Bakan kafayı bana takmıştı” diye özetlenebilecek sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla– “yanlış ayaklara basması” nedeniyle belaya girmesi; bu ‘yeni’ yönetim mimarisinin dolaysız bir sonucu.

Yukarıdaki tablonun verileriyle konuşunca mevcut yönetimden ‘rejim’ diye söz etmek kaçınılmaz oluyor tabi. Birçok açıdan halen devam eden, tamamlanmamış bir ‘rejim inşası’ söz konusuysa da Türkiye kapitalist devletinin imtiyaz ve olanak dağıtım mekanizmalarında, hukuki ve idari altyapısında, ‘merkez’deki çekirdeğe doğru büzüşen bir hegemonik etki var nitekim. Bu olanaklar, çeşitli ittifaklar aracılığıyla, kısmen ve gözetim altında paylaşılıyor belki. Ancak nihayetinde, yasal yetkiler aşırı merkezi şekilde bir küçük grubun, hatta bir kişinin elinde.

AKP/Erdoğan yönetimi de, kendi eyleminin yönü ve bu eylemin erişmesi hayal edilen mevzi anlamında, baştan beri bir ‘rejim’ haline gelmeyi arzu edegeldi zaten. Kendilerinden ‘rejim’ diye söz edilmesine, bu ajandalarının açık anlamlarıyla tartışılmasından duyulan bir rahatsızlıkla alerjik reaksiyon göstermelerinin nedeni de bu. Ancak AKP/Erdoğan’ın bu rejim inşası için sağlam ve kalıcı bir harç oluşturacak ideolojik bütünlüğü, kendi sözleriyle ifade edecek olursak moral değerler taşıyan bir ‘davası’ yoktur. AKP, neoliberal belirsizlik döneminin bir dolaysız ürünü, geçmiş krizlerde işlevli olan bir omurgasızlığın mamulüdür. Bu ideolojik/etik belirsizlik, ‘işlerin iyi gittiği’ sıralarda avantaj olurken, şimdiki gibi kriz dönemlerinde inandırıcılıklarını azaltan bir kambura dönüşüyor. Öylesine derme çatma bir çıkar piramidine dönüşüyorlar ki, ‘piramidin tabanına’ doğru indikçe, toplumla çelişkisi dini, siyasi ve sair örtülerle gizlemeyecek ‘acayiplik’te kadrolar ve destekçiler çıkıyor ortaya. Bir ana siyasal hat olarak açtıkları darbe gündemine, “Komşuları fişledik, silahımız da var, 50 kişiyi bizim aile indirir” diye dalan ‘militan’ın pek gurur duyulmayacak şeceresi çıkıyor derhal ortaya örneğin. Kendini savunma refleksinin, mütemadiyen kendi haksız pozisyonunu teşhir etmeye dönüştüğü yıpratıcı bir döngü bu… Uzun süredir devam eden ekonomik sorunların yanında, salgının yol açtığı endişelerle de boğuşan; bu salgının olanca açıklığıyla gözler önüne serdiği sınıf çelişkileri içinde, kendi sınıf karşıtlarını sürekli iktidar siyasi kampında gören kalabalıklar arasında rıza üretmek hiç kolay değil.

Şimdilerde Diyanet eliyle kışkırtılan tartışmalar; başta Barolar ve TMMOB olmak üzere meslek örgütlerine karşı girişilen hücum; mesnetsiz darbe tantanası ve bunun organize bir şekilde köpürtülmesi; HDP’ye karşı zaten var olan ve CHP’ye doğru genişleyen nefret söylemi düzeyindeki saldırganlık; seçim ve ittifaklar sisteminde değişiklik arayışı olduğu yönündeki söylentiler; ‘göz seğirmeleri’ şeklinde sosyal medyaya sarkan ‘ittifak içi’ pazarlıklar… hepsi, gerçekte tek bir gündemi oluşturuyor: Karanlık bulutlarla geldiği anlaşılan yeni ekonomik-toplumsal sorunlar fırtınasında iktidar gemisini batırmamak... Bunun için her yolun mubah olacağı, gözlerin karartıldığı, kılıçların bilendiği; mahkemelerden RTÜK’e, kolluk güçlerinden paralı trollere dek, çıkar birliği ya da idari zor ile hâlâ saflarda tutmaya devam edebildikleri tüm güçlerle sürdürecekleri olağanüstü koşullar yaratmak, sürdürmek. Zaten bir süredir son derece eşitsiz ve müphem koşullarda yapılan, sonuçları tanımama yoluna bile gidilen ‘seçim’, bu stratejide bir araç olacaksa; ya tarihe ‘bir başka sopalı seçim’ olarak geçecek bir plan söz konusudur ya da bildiğimiz anlamda seçimlerin artık yapılmayacağı yönündeki bir niyeti açıkça gösteren cüretkâr bir hazırlık... AKP/Erdoğan yönetimi, bunlar ya da başka bir yolla, şimdiki çalkantının ve gümbürtüsü giderek daha çok duyulan yeni ekonomik fırtınaların içinden cebren çıkmayı başarırsa ‘teknik olarak’ da tamamlanmış bir rejim haline gelecektir. Erdoğan’ın, bir şantiyede, Sağlık Bakanı’nın pek duyarlı olduğu ‘sosyal mesafe’ kuralının tam aksine iç içe geçmiş işçilerin 50 metre uzağında, kırmızı-beyaz bir güvenlik şeridinin arkasında göründüğü fotoğraf, bu fırtınadan çıkmanın nesnel olanaksızlıklarını gösteriyor. Ama kırmızı şeridin diğer tarafında, bir sınıf bağışıklığına terk edilmiş kalabalıkların örgütsüzlüğü de öznel bir ‘olanağı’… O şerit, tüm taraflar için ‘kıldan bir köprü’ye dönüşüyor belki de…


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.