YAZARLAR

Vatandaş borsası: Sağlıkta ayrı hastalıkta beraber olunabilir mi?

Kimin hayatta kalma hakkı olduğuna kimin öleceğine, kimin güven içinde evinde oturacağına kimin tehlikeli işleri yapmaya devam edeceğine karar verilen bir yerde kamu hizmetinin piyasa mantığına galebe çalmasından değil, olsa olsa devlet eliyle sermayesi insan hayatı olan bir “vatandaş borsası” kurduğundan söz edilebilir.

Salgının hareketine göre dönemlik gerileyiş ve ilerleyişlerle bir süre daha devam edecekmiş gibi görünen bir kriz, dünyayı cenderesine almış durumda. Sağlık sisteminde, tıpkı duru gökte bir şimşek çakması misali, aniden baş gösteren tıkanıklık toplumsal ve siyasi hayatın kılcal damarlarına kadar nüfuz ediyor. Böylesi bir krizin ekonomik ve kültürel bakımdan değişik imalar içeren bir dizi sonuca gebe olduğu inkar edilemez. Ama bu sonuçlar bugün dünyayı şekillendiren postmodern kapitalist düzenin yapısal eştisizliklerini gidermektense eşitsizliklerden kazançlı çıkanlar arasındaki güç dağılımını ve küresel iktidar hiyerarşisi içindeki konumlanışları değiştirmeye aday gibi görünüyor. Çünkü hiçbir kriz kendi başına ele alındığında statükonun eskisi gibi sürdürülemeyeceğinden daha fazlasını göstermez. Değişime asıl rengini verecek olan, yani çıkış yolu nedir sorusunun yanıtı, kriz anında el altındaki alternatiflerin ne olduğuna ve nasıl bir ikna gücü taşıdığına bağlıdır. Başka bir deyişle, siyaseten yapılabilir olan ile olmayan arasındaki ayrımı, yürürlükteki politikaların yarattığı krize karşı geliştirilen ve sadece acil toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilen çözümler belirleyebilir.

Eldeki çözüm imkanlarının boy verdiği alanlar, salgının başından bu yana karşılaştığımız sorunlarca iki ayrı düzeyde şekillendirildi. İlk olarak, devlet ile piyasa ilişkilerinde uzun süreden beridir devlet aleyhine kurulan dengenin bu süreçte tersine döndüğünü görüyoruz. Şimdilerde üretim ve tüketim süreçleri, alım-satım ve borç-alacak işlemleri, çalışma ve endüstri ilişkileri dünyanın her yerinde bir bütün olarak devletin kontrolü altında. Küresel ekonominin görünmez eli olan piyasa, yerini tüm ekonomik faaliyetlerin nihai düzenleyicisi olarak devlete bırakmış durumda. İkinci olarak, fayda ve maliyet analizi üzerine kurulu ekonomik akıl yürütme biçimlerinin insan hayatına uygulandığında bir kurban ekonomisi şeklinde işlediğini ve insan feda etme üzerine kurulu olduğunu somut bir şekilde deneyimledik. Bu mantığın yol açtığı sonuçlar, ölüme terk edilmiş yaşlıların başına gelenlerle ve yetersiz koruyucu malzemeyle ön saflara sürülen sağlık emekçilerinin yaşadıklarıyla ayan beyan ortaya çıktı. Normal koşullarda toplumsal iş bölümünün en alt basamaklarında görüldüğü için düşük ücret ödenen işlerin, salgın sürecinde insan soyunun varlığını korumak için “anahtar sektörler” olarak yeniden tanımlandığına tanıklık ettik. Taşımacılık, kuryelik ve tedarik sektörü gibi alanlardaki emekçilerin yaşadığı sömürünün gerçek düzeyini ve kurban ekonomisiyle olan bağını bu çerçevede anladık.

Gelişmelerin bu iki düzeyli kavranışı, ilk aşamada devletin elinde toplanan gücün ikinci aşamada piyasa mantığını daha üst bir düzeye taşımak ve rekabeti devletler arasındaki egemenlik yarışında gerçekleştirmek amacıyla kullanıldığını gösteriyor. Soruna sadece ilk düzeyden bakanlar, esasen tüm tartışmanın devlet ile piyasa arasındaki çatışmadan ibaret olduğuna inananlar, virüsü “büyük eşitleyici” olarak adlandırmakta tereddüt göstermiyorlar. Boris Johnson’ın hasta olmasını, Putin’in bir süreliğine karantinaya alınmasını hastalığın zengin veya yoksul tanımadığının, yöneten ile yönetilen ayrımı yapmadığının kanıtı olarak düşünüyorlar. Bir bakıma sağlıklıyken elde edilemeyen eşitliğin hastalıkta yakalandığını iddia ediyorlar. Bu yüzden devletin genel yararının sözcüsü olarak tüm gücü kendinde toplamasını alay-ı vâlâ ile piyasanın karşısında kazanılan bir zafer olarak selamlıyorlar. Ancak aynı gelişmenin ikinci boyutu, yani kurban ekonomisinin mevcut işleyişi bu konuda çok aceleci olmamak gerektiğini söylüyor. Çünkü devlet bu mantığın kılına dahi dokunmamış, aksine “normal durum” olarak tarif ettiği piyasa ekonomisinin bireysel düzeyde geçerli kıldığı yarar ilkesini, tekrar bu duruma geri dönüşü mümkün kılsın diye toplumsal gruplara uyarlayarak daha üst düzeye çıkarmıştır. Kimin hayatta kalma hakkı olduğuna kimin öleceğine, kimin güven içinde evinde oturacağına kimin tehlikeli işleri yapmaya devam edeceğine karar verilen bir yerde kamu hizmetinin piyasa mantığına galebe çalmasından değil, olsa olsa devlet eliyle sermayesi insan hayatı olan bir “vatandaş borsası” kurduğundan söz edilebilir. Gerçekleşen şey kamunun piyasa mantığını olağanüstü şartlarda yeniden üretmesi, devletin adeta piyasalaşmasıdır.

Küreselleşmiş dünya, tüm ekonomileri piyasa güçlerinin hareketlerine olabildiğince az devlet müdahelesiyle işleme zemininde tek biçimli hale getirmişti. Siyasetin genel gidişatıysa her hükümetin kendi ulusal liginde top koşturmasından ötürü birbiriyle kıyaslanamaz performans ölçütlerine indirgenmişti. Örneğin İngiltere Brexit meselesi, Almanya Avrupa’nın birliği meselesi, Türkiye “büyük devlet” olma vaadiyle yerli ve milli olma meselesine odaklanmıştı. Böyle bakıldığında dünya siyaseti farklı ulusal ilgiler etrafında bölünmüş, çok biçimli bir görünüm arz ediyordu. Oysa aynı küresel düzenin yarattığı salgın dinamiği tüm bu hükümetlerin genel siyasi faaliyetlerinin ölçüsünü şu mesele üzerinden sadeleştirdi: Kaç kişi hastalandı ve bunlardan kaçı öldü? Ancak devlette oyun bitmez; şimdilik hükümetler bu sorulara verilecek yanıtı ölüm nedenlerini farklı şekillerde kayıt altına alarak manipüle edebiliyor. Ne var ki Türkiye’nin de içinde olduğu birçok ülkenin siyasi iktidarının oynadığı bu oyun çok uzun süre devam ettirilebilir değil. Sadece son üç veya beş yılın hareketli ortalamalarına bile bakıldığında bu sene Covid-19 yüzünden ölenleri yaklaşık olarak belirlemek mümkün. Bu yüzden hiçbir hükümet siyasetini, salgının dayattığı zorunlulukları kurban edilen insanlarla karşıladığı gerçeğini örtecek şekilde ayrıştıramaz. Şimdi her postmodern kapitalist devletin siyaseti, piyasa ilkelerini insanların hayatına uyarlayan yaklaşımın çatısı altında aynılaştırılmış durumda.

Bu da bizi devletler arası rekabet meselesine getiriyor. Sözünü ettiğim tektipleşmenin farklı hükümetleri ortak bir çabaya ve çözüm arayışına yöneltmesini beklersiniz. Bu yönde gelişmeler olsa da yapılanlar tam olarak bu beklentinin gereklerini karşılayacakmış gibi görünmüyor. Örneğin aşı bulunması için harcanan çabaların ortaklaşması amacıyla DSÖ tarafından 24 Nisan’da düzenlenen zirvede “karşılaştığımız ortak tehlike için ortak bir yaklaşım” gereklidir fikri benimsendi. Yine 4 Mayıs’ta AB öncülüğünde 40’tan fazla ülkenin liderinin bir araya geldiği online toplantıda, aşı bulmak için “dünya genelinde bir kaynak yaratma maratonu” başlatma fikri benimsendi ve şimdilik 8 milyar dolarlık kaynak toplanacak gibi görünüyor. Bunlar soruna kalıcı bir tıbbi çözüm bulunması yönündeki umutları güçlendirse de farklı ülkelerde yürütülen 90’ı aşkın aşı çalışmasının varlığını ve her bir araştırmanın kendi kulvarında ilerlediği gerçeğinin üstünü örtemiyor. Bu araştırmaların kesin bir sonuç vermesi için en iyimser gözle baktığımızda bile halen bir iki yıllık süreye ihtiyaç var. Bu süre zarfında salgının göstereceği dalgalanmalara göre ekonomiyi tekrar açıp kapatma gibi bir döngü içine sıkışma ihtimali de kendiliğinden açığa çıkıyor.

Şimdiye kadar gördüğümüz bazı işaretler, örneğin bazı hükümetlerin diğer ülkelerin satın aldığı yüz maskelerine el koyması yahut test araçlarının nakline engel olması gibi davranışlar, aşı bulma yarışının dünya çapında genel bir dayanışma ve paylaşım ekonomisine yol açmakla sonuçlanmayacağını gösteriyor. Bir aşı bulunsa bile bazı ekonomik ve politik avantajlar yakalamak için önce sadece kendi nüfusuna uygulanacağını ancak bir aşamadan sonra diğer ülkelerle paylaşımın söz konusu olabileceğini gösteriyor. Elbette krizden bu çözümle çıkan bir dünyada esasa dair bir şeylerin değişmesini beklemek nafile. Her ne kadar biz kefenin cebi yok diye düşünsek, ölümün en nihai eşitleyici olduğuna inansak da, insanların ölüm biçimi kadar ölüm anı da esasen hayatın nasıl yaşandığı tarafından belirleniyor. Eşitlikçi bir hayat biçimi kuramayanlar haliyle eşit koşullarda ölemiyor. Bu gerçek insanın ölüm karşısındaki çaresizliğinden hareketle adil ve özgür bir toplum hayatı kurmayı değil, hayatı layıkıyla yaşama çabasının boşunalığını düşünmeye yönlendiriyor. Kısacası sağlıkta beraber olamayanlar hastalıkta da olamıyor. İnsanlar ölümün kesinliğini bu koşullarda düşündüğünde daha çok tevekküle yöneliyorlar, o kadar.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.