YAZARLAR

Yalın Alpay: Hakikat, otoriter kimlikçi siyaseti hüsrana uğratacak

“Yalanın Siyaseti” kitabının yazarı Yalın Alpay, internet ve sosyal medya olmadan post-truth’un varlık alanı bulamayacağını, zira tek bir merkezden yürütülen propagandanın post-modern düşünce biçiminin çocuğu olan post-truth’tan farklı olarak siyasetçilerin seçmenlerle el ele ürettiği bir yalan olduğunu ifade ediyor. Çağımıza damgasını vuran bu kavramın farklı boyutlarını Yalın Alpay Gazete Duvar’a anlattı.

Post-truth özellikle siyasette kendisine en çok gönderme yapılan, en çok altı çizilen kavramlardan biri. Zira sosyal medya çağında, duygu ve inançların hakikatten daha önemli olduğu bir vasat, kaçınılmaz olarak post-truth kavramını kucağımıza bıraktı. Bu kavram da kimlik siyasetini düşüncesinin merkezine yerleştiren sağ popülizm ve otoriteryen yapılara can suyu oldu. Post-truth kavramı çerçevesinde otoriteryenliği, Covid-19’u, postmodernlikle ilişkisini Yalın Alpay’la konuştuk.

Yalın Alpay

ÖLÜMÜN YORUMA KAPALI OLMASI, POSTMODERNİTENİN TEST EDİLEMEZLİĞİNİ ASKIYA ALDI

Son dönemde Covid-19 virüsünün laboratuvarda mı üretildiği yoksa doğal bir şekilde mi ortaya çıktığı noktasında, dünya kamuoyunun gözleri önünde bir tartışma yaşandı. Ayrıca virüsün kaynağına ilişkin de ABD ile Çin arasında tartışma yaşanıyor. Bu konuyu post-truth meselesi açısından ele aldığımızda neyle karşılaşırız?

İnsanlar çok yakın zamana değin, doğdukları yerden ömürleri boyunca neredeyse hiç çıkmazlar ve tüm dünyayı oradan ibaret yaşarlardı. Bunda yolların çok az olması, var olanların haydutlarca tehdit edilmesi, dahası yolların neredeyse yalnızca uzun mesafe ticaretinde kullanılması etkiliydi. Üretim pazar için değil, bizzat üreticisinin kendi tüketimi içindi. Bu nedenle çok yoğun bir uzun mesafe ticareti de yakın yüzyıllara değin gelişkin değildi. Bölgeler arası iletişim de pek kısıtlıydı.

Böyle bir evrende insanlar yaşama ilişkin bilgilerini, doğrudan yerel dünyalarında elde ederler ve bunları doğrudan kendi duyuları aracılığıyla yaparlardı. Kasabada ya da köyde herkes birbirini tanır, kişiler birbirilerine söylemleriyle değil, onun hakkında bildikleri genel algıyla değer biçerlerdi. Böyle bir dünyada sezgi, rasyonalite kadar işlevseldir.

Ancak kitap, gazete, radyo, TV ve internet gibi kitle iletişim araçları bu sürece dahil oldukça, kişiler bizzat tanıdıkları kişilerden olan evrenlerinden bilgi çekmekten çok, hiç tanımadıkları evrenlerden, hiç tanımadıkları kişilerden veri çekmeye başladılar. Bu yeni düzende artık sezgi, kişinin veri çektiği kişilere ilişkin genel bir bilgisi olmadığından geriledi ve söylemin önemi arttı. Söylem artık, kişinin neyi ne amaçla söylediğini sınayacak yüz yüze tanışıklıktan kurtuldu ve önemli bir imtiyaz kazandı.

Kitle iletişim araçları aracılığıyla, birbirlerini tanımayan insanlar arasında oluşan iletişimde, internet devrine kadar söylemi inşa eden ve gönderenler entelektüel bir azınlıktır. Kitap yazımı, gazete basımı, radyo ve TV haberciliği bu dar kadronun elindedir. Fakat bu azınlık söylemlerini üretirken, o söylemi güçlendirecek kanıtları öne çıkarır, zayıflatan verileri ise görmezden gelerek ve yine bu söylemi üretirken kendi çıkarlarına (iktidarlarına ve kazançlarına) hizmet eden bağlamı yokmuş gibi göstererek bir öyküleme üretir. Bu öykülemede hatip yeterince inandırıcı olabilirse, kitleler herhangi bir sezgisel denetim uygulayamadan bu söyleme inanırlar.

Söylem katılaştığında ve genel kabul gördüğünde, kişilerin reaksiyonları gerçekte ne olup bittiğine göre değil, gerçekliğin sayısız yorumundan yalnızca biri olan o söyleme sıkışır. Böylece kişilerin reaksiyonunu belirleme gücü gerçeklikten, bir yorum olan söyleme geçer. İşte bu noktada söylemi üretenlerin ve kitle iletişim araçlarıyla dolaşıma sokanların gündemi belirleme imtiyazları oluşur. Kişinin kendi duyularıyla veri çekemediği küresel dünyada (çünkü kişi İstanbul’dayken Wuhan’de ne olup bittiğini bilemez, orada olup bitenleri, bu işin tıbbi boyutunu, risklerin neler olduğunu ancak kendisine kitle iletişim araçlarıyla iletilen söylem çerçevesinde zihninde canlandırabilir) kişi zorunlu olarak kitle iletişim araçlarının dolayımına muhtaç kalır. Yani küresel bir dünyada, söylem, gerçekliğe galip gelir.

Covid-19 olayında, tıbbın da aşırı ilerlemesi yüzünden tıpta da aşırı bir iş bölümü ve uzmanlık geliştiğinden, her hekimin hakim olabileceği bir vakayla değil, az sayıdaki uzmanın güvenilir olabileceği bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’de de, dünyada da pek çok hekimin ilk başta söyledikleri ile gerçekleşenler arasındaki devasa fark, büyük yanılgılar bundan kaynaklanıyor.

Covid-19 hakkında da farklı iktidar odakları arasında farklı savlar ileri sürülüyor. Fakat Covid-19 öldürücü olduğundan, Covid dışındaki konularda söylemler ile gerçekte ne olup bittiği muğlak kalırken, Covid’de yanlış söylemler ölümle neticeleniyor ve yanlış söylemlerde bulunanlar bu kez yargılanıyorlar. Post-truth’da biz yanlış söylemlerin yargılanmalarına nadiren şahit oluruz. Oysa Covid-19 olayında uydurma söylemler dolaşıma sokanlar, ölümler gerçekleşince çarmıha gerilir oldular. Türkiye’de de bunun iyi bir örneği Oytun Erbaş oldu. Çok sevilen bir TV karakteri, işinin ehli görülen bir hekim, bir anda en istenmeyen, en “yalancı” kişi ilan edildi. Postmodernitenin test edilemezliği, ölümün yoruma kapalı olması nedeniyle Covid-19’da askıya alındı.

Covid-19 olayında post-truth’un devreye girebildiği yer, onun etkisinin, kapasitesinin ölçülmesinden çok, onu kimin yaydığı, bu virüsün bir laboratuvar ürünü mü yoksa doğal bir evrimleşmenin sonucu mu olduğunun tartışılması oldu. Söylemler işte burada devreye girdi ve ticaret savaşları bağlamında dünya ekonomik, siyasi, kültürel liderliğinin adayları kimlerse, o güçler arasında halihazırdaki mücadelenin bir parçası haline getirildi. İyilerin ve kötülerin ayrımı “demokrasi-sosyalizm”, “Batı-İslam” karşıtlığından, şimdi “Covid-19’a çare arayanlar-Covid-19’u dünyaya salanlar” arasında yapılması muhtemel bir aşamaya geldik.

İNTERNET OLMADAN POST-TRUTH GERÇEKLEŞMEZ

.

Post-truth’ın propaganda anlamına gelmediğini söylüyorsunuz. Ancak propagandadan da bütünüyle bağımsız değil sanki. Propaganda post-truth ilişkisine ilişkin neler söylemek istersiniz?

Yalan ve propaganda genellikle post-truth’la aynı şeymiş gibi düşünülmek istenilen kavramlar. Önce şunu aklımızda tutmakta yarar var. Varlık ve kavram arasında örtüşme yoktur. Yani var olan, zihne her zaman eksik, yanlış, çarpıtılmış; yani hata paylarıyla aktarılır. Her var olanı aynı kavramların içerisine dahil etmek, zihnin hata paylarının artmasına yol açar. Var olanlar arasındaki minik farklılıklar dahi, olabildiğince farklı kavramlarla isimlendirilebilirse, o zaman tümel dünyayı kavramak için daha az hata payıyla karşılaşırız. Bu yüzden yalan, propaganda ve post-truth arasındaki farkları bildirebilmek adına, bunlara farklı isimler verilmesi son derece yerindedir.

Yalanı hepimiz bildiğimiz için geçiyorum. Propaganda da, yalanın tek bir merkezden, o merkezin istediği algının tüm topluma yayılması için belli merkezi düzenekler ve kitle iletişim araçlarıyla topluma inandırıcı bir şekilde yayılmasıdır. Tek bir merkez, tüm topluma ileti gönderir ve tüm toplumun kendi istediği yönde ikna olmasını ve düşünmesini arzular. Bu mekanizmanın araçları gazete, radyo ve TV’dir. Yani az sayıda kişinin ileti oluşturduğu ve tüm topluma yaydığı bir ortam söz konusudur.

Post-truth’ta ise kitle iletişim aracı radikal bir şekilde değişmiştir, gazete, radyo ve TV’nin üzerine tümünü yutacak nitelikler taşıyan internet gelmiştir. Şunu baştan söyleyelim: İnternet olmadan post-truth gerçekleşemez. Post-truth’un farkı, internetin artık yalnızca gazeteci, radyocu ve TV’ci olanların tekelinde olan haber yayma imtiyazını yok etmiş olmasından kaynaklanır. Bundan böyle tek bir merkezin tüm topluma belli bir algıyı, inancı empoze etmesi tekeli kırılmış, herkesin herkese istediği gibi ileti yayma imkanı oluşmuştur. Yeni oluşan durumda, yine yalan en hızlı dolaşıma giren anlatıdır fakat artık bu, siyasetçiler merkezli değildir, siyasetçilerle seçmenlerin ortaklaşa, el ele vererek ürettikleri bir yalandır.

Post-truth’ta özellikle modernitenin hor gördüğü, ikincil saydığı kimliklerin, kendilerine düşüncelerini söyleme fırsatı verilmesiyle, söylemin entelektüel tekelden kurtulduğunu görüyoruz. Fakat entelektüel olmayan söylem kısır ve açılımlara kapalı olma eğilimi de taşır. Bu nedenle hızla kimlik politikalarına kapanma, bir kez güven duyduğu siyasetçiye ilelebet bağlılık sunma, ikincil sayılmaktan birincile geçmesini destekleyen yapılarla gerçekliği askıya alarak iktidar ilişkileri içerisinde ittifaklar kurma post-truth’un özellikleri olur. Bu nedenle post-truth ortamlarda kitleler genellikle kutuplaşmaya yönelirler ve bu kutuplaşma da genellikle seçkinler ile seçkin olmayanlar arasındaki bir gerilim olur. Propaganda seçkinlerin, seçkin olmayanları ikna etme süreci iken, post-truth, seçkin olmayanların seçkinlere giriştiği isyanda, kendileri gibi görünen, kendileriyle aynı kimlikteymiş izlenimi yaratan ya da gerçekten öyle olan siyasetçilerle bir taraf olarak iş birliğine girmeleri, onlara sahte, uydurma, çarpıtılmış veriler, kanıtlar sağlamaları, söylem üretmeleridir.

KENDİ MEDYASINI İNŞA EDEN DOĞRULAMA KURUMUNU DA İNŞA EDECEKTİR

Teyit.org gibi siteler her ne kadar gerçeklerin ortaya çıkarılmasında önem arz etse de bir süre sonra konvansiyonel ve sosyal medyaya egemen olanlar, tıpkı ekonomide kendi kredi derecelendirme kurumlarını yaratma arzusunda tecessüm ettiği gibi kendi teyit.org'larını oluşturmaya kalkarlarsa -ki bu hiç uzak görünmüyor- ya da her güç odağı kendi teyit.org’unu kurmaya kalkarsa?

Çok kritik bir noktaya değindiniz. Gerçekten de böyle bir durum var ve bence de aynı söylediğiniz gibi, çatışan çıkarlara sahip güç odaklarının tümü, tıpkı kendilerine dev medya orduları inşa ettikleri gibi, “doğrulama” (fact-checking) kurumları da inşa edeceklerdir. Post-truth’un düzeneği, merkezin kitleleri ikna etmesi değil, kimlik politikaları sayesinde zaten aynı safta yer tutan siyasetçiler ile özdeşlik kurmuş seçmenlerin, birlikte meşrulaştırıcı öyküler/anlatılar/"gerçeklikler" inşa etmeleridir. Bu nedenle doğrulama kurumları da ancak kendi mahallelerine doğrulama yapma kapasitesindedirler. Dolayısıyla doğrulama kurumları çok önemli bir ödev üstlenmekle birlikte, post-truth’un üstesinden falan gelemezler. Söylediğiniz gibi, her mahallenin kendi doğrulama kurumunu kurması da, tıpkı medya kuruluşlarının kurulması gibi, ancak kendi mahallesine seslenebileceği bir ek enstrüman olur. Fakat müziğin tınısını, tonlamasını değiştiremez.

DİNİ YÖNETİM İSTEYEN BİR KÖKTENDİNCİ DEMOKRASİYİ DAYATMA OLARAK GÖRÜR

Bir röportajınızda post-truth’un liderleri iktidara getirmekten çok hakikati önemsizleştiren, safsataya ve duygulara başvuran siyasi parti ve liderlerin iktidara geldiğini söylüyorsunuz. Otoriter yönetimler ve liderlerin geleceğine ilişkin neler söylemek istersiniz?

Otoriterleşme, her iktidar için, kendi gündemini egemen kılmakta ideal araçları sunan bir kısa yoldur. İktidarın amacının hoşgörüye dayanan bir demokrasi olması dahi bu paradoksa kapanır zira en iyi olanın hoşgörüye dayanan bir demokrasi olduğu da buna inanmayan çevreler tarafından bir “dayatma” olarak görülecektir. Örneğin dini gereği dini kurallarla yönetilmek isteyen bir köktendinci için, toplumun tümü dinle yönetilmelidir. Böylesi bir kişi için demokrasi bir “dayatma” görünümündedir. Demokrasi ona dine inanma hakkını tanır fakat dinine uygun şekilde bir siyasi rejime izin vermez.

Dolayısıyla her iktidarda otoriterleşme eğilimi vardır fakat bunlar arasında ciddi bir seviye farkı bulunur. Bazı iktidarlar aşırı sert ve kendi dışında tek bir düşünceye dahi hoşgörü göstermeyen, şeffaflığı kaldıran, denetlenebilirliği reddeden, kendi dışında hiç kimseye değil düşünme, ya da konuşma, yaşama hakkı dahi tanımayan katılıklara ulaşırlar. Böylesi bir otoriterleşme, modernitede de vardı. Modernite bu katılığı, bilimsellik çıpasıyla yapıyordu. Madem doğa bilimleri dünyayı kavramada ve ona boyun eğdirmede böylesine başarılı olmuştu, sosyal bilimlerde neden böyle bir durum olmasındı? Madem sosyal bilimlerin de doğa bilimleri gibi yasaları olabilirdi, o halde neden en ideal sosyal topluluk inşa edilmesindi? Modernitede ideal bir topluluğun inşa edilebileceği düşüncesi ise, iktidarların yurttaşlarını, bilim çıpası çerçevesinde zorla biçimlendirmeye, onları “ideal” formlara sıkıştırmaya yöneltti. Bu dönemin imtiyazlıları entelektüeller ve seçkinlerdi.

Post-truth döneminde ise, modernitenin “bilim” çıpası çerçevesinde “ideal” forma sokmaya çabaladığı kitleler, kendi özgürlüklerini ilan etmiş durumdalar. Hiçbir forma girmek zorunda olmadıklarını, bilimin bir çıpa olamayacağını, kimliğin bilimden daha yaşamsal olduğunu düşünüyorlar. Kişiler kendilerini inşa ettirmek ya da inşa etmek gibi bir dertten sıyrılmış, kendi halihazırdaki saçılmışlıklarıyla barışmış haldeler. Kimsenin kendilerine bir şey dayatamayacağını söylemekle birlikte, bu kez de kendi kimlikleriyle özdeş gördükleri kişilere kendi tüm sorumluluklarını, düşünme biçimlerini, kanaatlerini teslim etmiş durumdalar. Modernitede bilime gösterilen güven, post-truth’ta yerini kendi kimliğinden olan lidere gösterilen güvene bıraktı.

Bu durum şöyle bir gelişmeye yol açıyor: Kitlelerin büyük çoğunluğu, varlığının belli çıpalar çerçevesinde zahmetli bir süreçle inşa edilmesinden çok halihazırda bulunan kimliği çerçevesinde gerçekleşmesini tercih ediyor. Bu kitle, kendisini inşa eden seçkinlere karşı sayıca çok üstün olduğundan, her seçimde kendi kimliğiyle ve kimlik siyasetiyle özdeş olan siyasetçilere oy veriyor. Böylece “bilim” çıpasının ortadan kalktığı post-truth’ta, seçkin olmayanlar, seçkinler üzerinde bir otorite kuruyorlar. Aynı otorite seçkin olmayanlar üzerinde de dalgalanmasına karşın, seçkin olmayanlar, seçkin olanların otoritesindense, kendi kimliğinden olanın otoritesini tercih ediyorlar. Bu durumda bir değerler özdeşliği de bulunduğundan, halihazırdaki otorite, bir otoriteymiş gibi de görünmüyor. Aksine kendi değer yargılarının olumlanması gibi algılanıyor.

Buradaki sorun ise, gerçekte olup bitenlerin önünde sonunda söylemi pek çok yerde kırması. Bu süreç, ekonominin çökmesi, dış siyasetin sürekli kaybetmesi, kültür politikalarının yozlaşması gibi sonuçlar üretiyor. Ve bu sonuçlar dönüp dolaşıp toplumun tümünü etkiliyor, tümünü aşağı çekiyor. İşte böylesi krizlerde kimlik politikaları siyasetçi ile seçmen arasındaki iş birliğinin devam etmesi için yetersiz kalacak görünüyor. Otoriter yönetimlerin kimlik siyaseti bağlamındaki konsolidasyon yetenekleri, bu süreçte zarar görecek diye düşünüyorum.

Yalın Alpay kimdir?

Lisansını İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden alan Yalın Alpay, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nde tamamladı. Doktora çalışmasına İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi'nde devam etti.

2001-2002 yıllarında TRT’de Prof. Dr. Halil İnalcık ile birlikte çekilen çeşitli belgesellerde danışman olarak görev aldı. 2004-2010 yılları arasında Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde (TİM) ekonomist ve Afrika Koordinatörü olarak çalıştı, TİM’in resmi yayın organı olan Timreport’ta köşe yazıları yazdı. TASAM’da Başkan Danışmanlığı, Crowe HSY’de Yönetim Kurulu Başkanı Danışmanlığı yaptı. 2018’den bu yana İstanbul Art Show Sanat Fuarı'nın Sanat Direktörüdür. Ekotürk televizyon kanalının Yönetim Kurulu Başkan Danışmanıdır.


İslam Özkan Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora eğitimini sürdürmektedir.