YAZARLAR

Hayat başka nerede olacak ki?

Karantinada tekrar göz gezdirdiğim Milli Reasürans Sanat Galerisi çıkışlı 2019-20 tarihli albüm - sergisi ile, Laleper Aytek 'Hayat Başka Yerde' diye objektifine, tüm subjektifiyle bas bas bağırıyor. 

Bu akşam (ki unutmayın derim, dünyanın her yerine, her an akşam ve sabah çöküyor;) sessizliğimin karın gürültüsünü buraya boşalttım. Siyah, beyaz ve grinin bütün pütürlü tonlarının ağırlığını kaldıran, benden de garip bir dirençle, fotoğraf sanatçısı, eleştirmen, yazar ve öğretim görevlisi Sn. Laleper Aytek'in ışıktan söz yumağını, arşivimden tuttuğum gibi kaldırmaya yeltendim.

Onun gözleriyle baktığı Dünya ile ilk tanıştığımda, ailemle yaşadığım kimbilir kaçıncı evin içindeki dünyacığımın kapısında, renkli kapılarından oluşan, sanırım 12 veya 16 adet renkli Türkiye kapısından menkul bir 'girizgâh'ın posteri asılıydı.

Bu satırları yazdığımda ise, önümde 10 Aralık 2019-11 Ocak 2020 tarihleri arasında İstanbul Teşvikiye'deki Millî Reasürans Sanat Galerisi'nde açtığı ve hayranlıkla içinde dolaştığım 'Hayat Başka Yerde' sergisinin yayımı duruyor. Bu yayımı ev-arşivimde yeniden benimle buluşturan koşullara müteşekkirim.

Bu satırları yazdığım sırada bodrum katın parmaklıklı penceresinden ıslıklar, alkışlar geçmeden önce, ritmik bir kaldırım çubuğu sesi işittim. Büyük ihtimalle bir görme engelli bireyin, boş İstanbul sokaklarından geçerken bıraktığı akustik izlerdi bunlar.

Aynı iz ritmini gözlerimle devralarak, iki kız çocuğunun sırdaşlığıyla başlayan albümde gezinmeye koyuldum. Önce temsilin teslime iltica ettiği bir duvar resmi karşıladı dolu gözlerimi. Bir kadın, içinden püskürmüş birkaç kelebeğin bitkinliğiyle, kozamsı bir dinginlikle yerde uzanıyordu.

Onu takiben, bir çardak iskeletini ele geçiren karmaşık, başı boş ne kelime, hayatın son ucuna kadar katlanacak yoğunlukta bitki 'saçları'yla sarılı bir diğer perspektife bıraktım bakışlarımı. Kalp atışlarımı kulaklarımla bile duyabildiğim bir sadakatle devam etmek üzere oradan istemeyerek de olsa bir sonraki çerçeveye çevirdim ellerimi.

İleride bir kasketli, kimbilir hangi yaşam düğümünü emanet ettiği bir ahşap iskelenin nöbetinde, giderek azalan suyun nefsine yoldaşlık ediyordu bu kez.

Ardından, tenini ışığın kavurmasına razı gelen bir bitkinin kulesine doğru diktim gözlerimi. Gölgesi, hakikatinden bile bütün fedakârlığınca, tek sahi kelimeye susadığınca, kasvetli. Zahmetli, yaşadığı esnada, çoktan aza, gönülden rahmetli.

Aldırışsız bir şımarıklıkla kendimi kayırmaya çalıştım. Gerçeklik dedikleri bu muydu peki ? Eğer böyleyse, her bir varlık kadar gerçeklik varsa bu Dünyada, hangi birine sevdalansak, yeri ki? Gülünüp, geçilesi, geçici. Çünkü o, evvelden beri çekiciliğiyle, bizi seçici.

Yine çevirdim sayfayı. Nasılsa gelecekti, geleceğin de gerisi. Bu defa içi boş gözlerle yine bir duvara varlığının kabuğunu emanet eden bir figürle dertleştim. O ne kadar sustuysa, ben de anılarının kalıntı koyuluğundaki sesini, o kadar fazla işittim.

Asıl ve suret olanın sırat köprüsünde bu kez, bir salona buyur edildim. Sanki bir kabahat işlemişlercesine duvara karşı sorgusuz sualsiz dizilmiş yaprakları, yaban kuşlarını tek bir ahşap sandalyenin vekâletinde dinledim. Ama onların samimiyetine sığınarak, o gıcırtılı anda gördüklerimin tek kelimesini bile burada telaffuz edecek nankörlükte değilim.

Gördüklerimden hiç bir şey anlamak istemeyeceğim özgürlükte şeylerin teneffüsüne çıkmış haldeyim. Hayal gücümün sayfiye yerinde, göğündeyim. Yerden göğe kadar haksızım. Haksızım, çünkü gördüklerimi, anladıklarımla bile zedelemeye tenezzül etmeyecek haldeyim.

Çevirdiğim yeni sayfaya bakıyorum. Güne batırılan bir alacakaranlıkta, içi dolmuş, yağmaya bile küskün serinlikte bulutlar arasında, bitimsiz bir eserin gönlündeyim. Kimbilir nelere aydınlık kabuk bağlamış bir manzara üzerinden seğiren o hiç tanışmayacağım şahinin acil aldırmazlığına, yaşam kavgasına teşneyim.

Aynı aldırışsız cömertliğe, karşı sayfada da bakışlarımla tosluyorum. Bu kez bir yemin gibi kapalı, camdan bakan yaşam yankısının sırdaşlığıyla meşgul olmaktan onur duyuyorum. Böyle hissediyorum, çünkü bazen, bazı şeylerin çıplaklığı kendilerini örttükçe daha fazla tadılabiliyor, biliyorum.

'Hayat Başka Yerde' diye objektifine tüm subjektifiyle bas bas bağırıyor Aytek. Hiç tanımadığım bir yerden, bir çehreden, diğer bir ıssız unutkanlığa gözlerimle seğiriyorum. Tadını aldığım halin adını, tüm berraklık umuduyla 'hiçgüdü' koyuyorum.

Sayfalar günlerle rekabet ediyor. Empatik varlıklar, albümde tek başlarına, kendilerini izleyeceklerin sürpriz misafirliğini bekliyor. Beklemekten heykelleşmiş bir Deniz kızı, gün batımlarının hep yarına emanet durgunluğunda, dileklerini içinde tutuyor. Her yer karardığında kim bilir, belki de denizi var eden tuzlu sırlarının gözyaşlarını, yakamozlarla bölüşüyor.

Bir süre sonra kimin nereye hapsolduğu, birbirine karışıyor. Boşalan sandalyeler, yataklar, ufuklar hep, manzarayı içten bir dışlanmışlıkla, tarifsiz bir umuda açık bırakıyor.

Bütün bu cahilane (s)ayıklamalar, kavuşma açlığından taşlaşmış bir kadın ve erkeğin, içi dışına kaçkın doğanın teninin sabrına metanetle, hiç ama hiç acelesiz çevirdiğim albüm sayfalarının bıraktığı siyah-beyaz bir rüyanın mahremiyetini duyumsatıyor.

Alıntıların kalıntılarla sarmaş dolaş olduğu imgeleriyle Laleper Aytek, bugünleri, hatta yarınları öngörmüş bir vakurlukla beni o başka yerdeki hayatta gezdirmeyi sürdürüyor.

Nesnenin belleğine yaptığı duyarlı keşifleriyle Aytek'in fotoğrafları, bugün pek çoğumuzun 'yepyeni' bir aldırışla maruz kaldığı yaşam boşluğunu hem gölgede, hem de ışıkta göze alıyor.

'Hayat Başka Yerde' diyen albüm, hayat gibi, tekinsiz, tekrarsız ve sürprizli, bitmiyor. Aytek'in karelerine mümkün mertebe en küçük yaşla bakmaya kalkışıyorum. Baktığım şeyleri görmeye, gördüklerimi sayıklamaya can atıyorum:

Geçici ve kalıcı olan, seçici ve seçilmeye maruz kalanla, hem zamanda, hem zeminde olabilecek en kırılgan münakaşaları yaşıyor. Işığın gölgeyle, iskeletin etle yasak ilişkisini yasaktan sayan her sığ nedene en küflü kelimelerimi yağdırıyorum.

'Hayat Başka Yerde' diyen albümün gündüz masalı bitmiyor. Bitmesin. Burnuma bir sabaha karşı düşen çiği koklarken, aklımdan yol yorgunu bir motosikletin muşamba yorgan altındaki, kilometrelerce uzunluktaki düşlerini geçiriyorum.

Kim bilir, nereye veda eden bir kapşonlunun açık deniz mahcubiyetini devralıp, onunla aynı pamuk helvası gökyüzünde, tel tel berrak damlalar ılığında, katıla katıla içten sessizlikle, ağlıyorum.

Aytek'in fotoğrafları, bizi içimizdeki insanın farkındalık cüretiyle yüzleştiriyor. Onlarca plastik ördeğin sevincinin, bir ormanı taciz eden aldırışsız cam kafeslerin artık içimize ne kadar samimiyetle işleyip işlemediğini sınıyor. Bu kareler, engelin, kusurun, kabahat ve kalıntının ne anlama geldiğini merak eden, kutsal ve gündelik olanın rekabetini çoktan afişe eden bir karakter taşıyor. Bu fotoğraflar, hemen hepimizin tecrübe ettiği bu (yeni) kitlesel sığınma kampının aslında uzun süredir faaliyette olduğunu, tekrar vurguluyor.

Felsefenin adına bazen yabancılaşma, sosyolojinin anomi diyerek kehanette bulunduğu, çoktandır mustarip olduğumuz bir küresel salgının, sanatla belgelenmiş 'nüfuz' suretleri, Aytek'in kareleri.

Sözde tavuk-horoz hiyerarşisinden balık saflığının ağa takılı faniliğine, kavga ve hastalık gazisi yarı kör kedilerden, güzün boş sahil masasından medet uman saf martılarına, hemen hepsi, olanca sembolizmi ile, insana bu dünyada baştan aşağı ne kadar yalnız, kibirli - ve kendi ömrü sınırında - güya ötekine kefil olduğunu, pozunu bile bozmadan defalarca, dobraca hatırlatıyor.

Gördüklerinden neredeyse bitkin, ama hislerinden son derece emin belki, bakışlarını şu manzum metinle nihayetliyor Aytek:

boşlukta /içimde / rüzgârda / gecede

bir iz, / bir güz, /bir satır, / bir an(ı)

bir isyan arıyor gönlüm

bulursam, yanına gideceğim.